Samir Amin – Avrupa ve Arap Dunyasi

Bu kitapta, Arap dünyası içindeki hareketler ve mücadeleler tarafından gündeme getirilen sorunlar saptanmaya, bunların taşıdıkları belirsizlikler ve kısıtlılıklar tahlil edilmeye ve değerlendirilmeye çalışılıyor. Bu tahlil ve değerlendirme, sistemin doğasında varolan çelişkileri kendisine başlangıç noktası olarak alıyor ve bu mücadelelerin önünü açabileceği, halk yararına ve demokratik nitelikteki ilerlemenin koşullarım saptıyor. Otokratik devlet modernitenin meydan okumasıyla karşı karşıya kalıyor Arap dünyasında yer alan devletlerin hiçbiri demokratik değil. Bu bölgede yalnızca otokratik devletler var. Arap siyasi rejimlerinin otokratik rejimler olması, bunların kendi toplumlarının gözünde hiçbir zaman için -ve bugün de hala- meşruiyetlerinin bulunmadığı anlamına gelmiyor. Haşim Şarabi’ye göre, Arap dünyasında devlet iktidarı her zaman için, modern devleti tanımlayan hukukun üstünlüğü ilkesinin aksine, kişisel iktidarla eş anlamlı olmuştur. Bu Weber tarzı betimsel tahlili, söz konusu kişisel (ya da kişiselleştirilmiş) iktidarlar ancak geleneğe (ve özellikle de dini şeriata) saygılı olduklarını ilan ettikleri ve öyle oldukları düşünüldüğü sürece meşru olacakları için, göz önün- 4 avrupa ve arap dünyası de bulundurmak gerekiyor. Şarabi daha derin bir perspektif ortaya koyabilmek için otokrasi ile toplumsal değerler sisteminin “patriarkal” doğası arasında bir ilişki kuruyor. Burada “patriarki” terimi, yaygın olarak kullanılan, o bildik (toplumda kadının ikincil konuma itilmesini savunan ve pratikte de bunu yapan) “erkek şovenizmi” terimine atfedilenin ötesinde bir anlama sahip. Burada söz konusu olan patriarka, itaat görevini bütün düzeylerde savunan bir sistem: okul ve aile eğitimi en ufak bir eleştiri belirtisinin önünü daha işin en başında keser ve (kadını ve çocukları erkeklerin egemenliği altına sokan) aile sisteminde, (işçileri işverenin egemenliği altına sokan) iş yaşamında, (üstlere mutlak biçimde itaat edilmesini talep eden) kamu hizmetlerinde, dinin ortodoks olmayan biçimde yorumlanışının kesin bir biçimde yasaklanmasında vb. hiyerarşiler çok kutsaldır. Bu gözlem, benim modernitenin tanımından ve otokratik devlete meydan oku�şundan çıkardığım sonuçlarla bağdaşıyor. Modernite, insanların kendi tarihlerini bireysel ve kolektif olarak yarattıkları ilkesini temel alır ve buna göre, insanların geleneği değiştirme ve hiçe sayma hakları vardır. Bu ilkenin öne sürülmesi, modernlik öncesi bütün toplumlara -elbette feodal ve Hıristiyan Avrupa da dahil olmak üzere- egemen olmuş olan temel ilkeden kopulması anlamına geliyordu. Modernite bu, iddia ile doğdu.


Bunun yeniden doğuşla hiçbir ilgisi yoktu; bu kelimenin tam anlamıyla bir doğumdu. Bu nedenle, Avrupalıların tarihin bu dönemine kendi kendilerine takmış oldukları “Rönesans” etiketi yanıltıcıdır. Bu adlandırma, (eski modernite ile yeni modernite arasındaki) “Orta Çağların” dinci karanlığı tarafından üzeri örtülmüş olan Greko-Romen antikitesinin modernitenin ilkesini bağrında taşıdığım öne süren ideolojik yorumun sonucudur. Bu ideolojik yorum, antikitenin, daha sonrasında Avrupa’nın aslında kendi tarihinden bir kopuşu gerçekleştirirken, “kendi köklerine geri dönmek” üzere geçmişe döndüğünü iddia edeceği (bu nedenle Rönesans adı verilen), Avro-merkezciliğin yolunu açacak olan, söylencesel kavranışıydı. Avrupa Rönesanssı içsel bir toplumsal sürecin ürünüydü, kapitalizmin keşfedil- samir amin 5 mesi yoluyla o tarihlerdeki Avrupa’ya özgü olan çelişkilere bulunan çözümdü. Diğer yandan Arapların taklit yoluyla kendi Rönesansları olarak adlandırdıkları şey -on dokuzuncu yüzyılın nahdası*- bunlardan hiçbiri değildi. Söz konusu olan, dışsal bir şoka verilen tepkiydi. Modernitenin güçlü ve üstün bir konuma getirdiği Avrupa, Arap dünyası üzerinde, cazibe (hayranlık) ve (elde etmiş olduğu üstünlük nedeniyle taşıdığı küstahça kibir karşısında duyulan) nefreti içeren çapraşık bir etki yarattı. Gerçekte Arap Rönesansı, bu terimin sözlük anlamına karşılık gelmektedir. Arap Rönesansı, Arapların, Avrupalıların yaptıklarını iddia ettikleri şekilde, kendi köklerine “geri dönmeleri” durumunda, belirli bir süre için yozlaşmış olsalar bile, yeniden büyüklüklerini kazanacaklarını varsayar. Nahda, Avrupa’mn gücünü artıran modernitenin doğasını tanımaz. Bu çalışma çerçevesinde nahdanın yaygınlaşmasının farklı yönlerini ve uğraklarını [momentlerini) ele almak mümkün değil. Ben burada sadece kısaca nahdanın modernitenin tanımlayıcı özelliği olan gelenekten zorunlu kopuşu gündeme getirmediğini belirteceğim. Nahda, siyasetin özgürce yenilikler yapma alam olmasını sağlayan ve hatta modern anlamda demokrasinin güvencesi olan laikliğin, diğer bir deyişle dinle siyasetin birbirinden ayrılmasının önemini kabul etmez. Nahda, laikliğin dini yobaz yönelimlerinden temizleyen bir yorumla ikame edebileceğini düşünür.

Her halükarda, Arap toplumları bugüne kadar, laikliğin Batı dünyasının “kendine özgü” bir özelliği değil, fakatmodernitenin bir gereği olduğunu anlamalarına yetecek gerekli donanıma sahip olamadılar. Nahda, gelenekten kopma hakkı olarak anlaşılması gereken demokrasinin anlamım kavrayamaz. O nedenle otokratik devletin genel düşünüş şekline tutsak kalır; “adil” bir despotun (el müstebit el adil) -“aydınlanmış” biri ol� masa ve aradaki ince fark belirgin olsa dahi- başa geçmesi için dualar eder. Nahda ayın zamanda modernitenin, kadınların özgürleşme tutuklularım güçlendirdiğini ve bu yolla geleneği değiştirme ve ondan kopma haklarım kullanmalarını teşvik ettiği- *Arap aydınlanması – ç.n. 6 avrupa ve arap dünyası ni de anlayamaz. Sonuç olarak nahda moderniteyi, onun meydana getirdiklerinin doğrudan görünüşü olan teknik ilerlemeye indirger. Bu bilerek aşırı basitleştirilmiş sunuş, benim, nahdada ifadesini bulan çelişkilerin farkında olmadığım ya da kimi avangard düşünürlerin modernleştirmenin yol açtığı büyük çaplı güçlüklerin -sözgelimi Kasım Amin’in kadının kurtuluşu konusundaki, Ali Abdülrezzak’ın laiklik alanındaki ve Kavakibi’nin demokratikleşmenin gündeme getirdiği zorlukların- farkında olrpadıklarını düşündüğüm anlamına gelmiyor. Ne var ki bu yenilikçi yaklaşımların hiçbiri etkili olamadı; tam aksine Arap toplumu bu aydınların işaret etmiş oldukları yollardan gitmeyi reddetti. Dolayısıyla nahda, Arap dünyasında modernliğin doğduğu dc�il, düşük yaptığı zamana işaret eder. Arap devletleri moderniteyi henüz benimsemediklerinden, Araplar hala büyük ölçüde, meşruluğunu, demokrasi ilkesini kabul etmemelerinin dışındaki başka alanlarla ilişkili olarak koruyan ya da kaybeden otokratik iktidarın ilkelerini kabul ediyorlar. Otokratik iktidarlar, emperyalist saldırganlığa karşı direnebildikleri -ya da direndikleri izlenimini verebildikleri- ve bütün halkın olmasa bile halkın büyük bölümünün maddi yaşam koşullarında gözle görülür bir iyileşme sağlayabildikleri zaman kesinlikle popüler hale geliyorlar. Dolayısıyla otokratik iktidar, ııwşruiyetini bu modernite dışı olma ilkesinin ötesinde yer alan geleneğe borçludur. Kimi durumlarda bu, Fas’ta olduğu gibi ya da Arap yarımadasındaki bir kabile monarşisinde görülebileceği )eki ide, ulusal ve dini bir monarşi geleneğine yaslanıyor olabilir. Anrak bundan başka, Osmanlı lmparatorluğu’ndan devralınmış, < :ezayir’le Irak arasında yer alan bölgede egemen olan, dolayısıyla Arap dünyasının büyük bir bölümünü etkileyen, benim “Memluk iktidarı” geleneği adını verdiğim, bir başka gelenek daha var.

Bu, savaş ağalarının, işadamlarınm ve din adamlarının l<işisclleşmiş iktidarıyla ilişkili olan çok parçalı bir sistemdir. Burada, kadınların herhangi bir tür sorumluluk üstlenmelerine izin verilmediğinden, adam sözcüğünü özellikle vurguluyorum. Bu i\rgütlcnmenin üç boyutu basitçe yan yana getirilmiş değildir; samir amin 7 aslında bunlar tek bir iktidar gerçekliği oluşturmak üzere birleşmişlerdir. Memlüklar, meşruiyetlerini lslam’ın, Darül lslam (Müslüman dünyası -barışçıl yönetim kuralları ile idare edilen toplum) / Darül Harp (Gayrı müslim dünya, cihadın, “Kutsal Savaş”ın, yürütüleceği yer) karşıtlığına vurgu yapan belirli bir görüşten alan, savaş adamlarıdır. Siyasi yönetime ilişkin bu askeri anlayışın, kendilerine “Gazi” adını veren -Bizans’a ait Anadolu’yu fetheden ve sömürgeleştiren- işgalci Selçuk Türkleri ve Osmanlılar tarafından icat edilmiş olması rastlantısal değildir. Memlüklarm sisteminin, o zamana kadar Haçlılar tarafından işgal altında tutulmakta olan Kutsal Toprakların kurtarıcısı Salahaddin döneminde inşa edilmeye başlanmış olması, rastlantısal bir durum değildir. Popülist güçler v’e günümüzün milliyetçileri, Salahaddin’in adını, onun temelini atmış olduğu sistemin yol açtığı tahribatı hiç göz önünde bulundurmadan ya da bundan hiç söz etmeden, her zaman saygıyla anarlar. Avrupa, feodalizmi başından atmaya ve moderniteyi keşfetmeye ve dünyayı fethetme yolunda adımlar atmaya başlamışken, (Türk-Arap haline gelmiş olan) Arap dünyası, Haçlı Seferlerinin bitiminde, Ha lif eliğin ilk yüzyıllarında ortaya çıkmış olan parlak medeniyete son veren bir gerileme dönemine girdiğini ortaya koyan bir şekilde, bir askeri f eodalleşme ve yalıtılma sürecine girdi. Memlüklar, lslam’ın koruyucusu olarak verdikleri bu hizmetin karşılığında, din adamlarına, lslam ve toplumun manevi uygarlığı adına, dogmaları yo- · rumlama ve adalet dağıtma tekelini verdiler. Bütünüyle geleneksel toplumsal boyutuna indirgenen din -burada tek önem taşıyan şey dini adetlere saygı duyulmasıydı- savaş adamlarının otokratik iktidarınca tamamen boyunduruk altına alındı. Daha sonrasında ekonomik yaşam, askeri-siyasi otoritenin ruh haline tabi kılındı. Köylülük her fırsatta bu egemen sınıfın kaprislerine tabi kılındı ve özel mülkiyete el konuldu (lslamın temel metinleri tarafından tartışmaya yer bırakmayacak şekilde kutsallaştırılmış olan ilgili ilke gereğince). Ayın zamanda ticari kazançlara da el konuldu. 8 avrupa ve arap dünyası Memluk egemen sınıfı, doğal olarak kendi otokratik iktidar gücünü dağıtmak istiyordu. Kağıt üzerinde halife-sultana karşı sorumlu olan Memluklar kendilerini başkentten (İstanbul) ayıran uzak mesafeden yararlanarak, kendi denetimleri altındaki topraklar üzerinde kendi kişisel iktidarlarım kurdular.

Mısır gibi asırlık merkezi devlet geleneği olan yerlerde bütün kolorduları disiplin altına alabilmek için üst üste girişimlerde bulunuldu. Mehmet Ali’nin kendi merkezileşmiş yönetimini Memlukları kılıçtan geçirerek sağlamış olması* ve bunun sadece Mehmet Ali’nin kişisel yönetimi altında, o zamandan itibaren askerimülk sahipliğine dayalı bir aristokrasiyi yeniden oluşturmuş olması bir rastlantı değildi. Tunus Beyleri de aynı şeyi, daha mütevazı bir ölçekte yapmaya çalıştılar. Cezayir Beyleri ise bunu hiçbir zaman için gerçekleştiremediler. Osmanlı Sultanlığı bunu sırayla yaptı, böylece Anadolu’daki Türk, Kürt ve Ermeni vilayetlerini ve Suriye ve Irak’taki tarihi Arap vilayetlerini tek bir otorite altında, “modernize” olmuş bir yolla bütünleştirdi. Söz konusu olan sadece modernizasyon muydu? Yoksa sadece modernize olmuş bir otokrasi miydi? Aydınlanmış despotizm miydi? Yoksa sadece despotizm miydi? Yaşanan iniş çıkışlar ve değişiklikler, beraberinde daha büyük değişimleri getirmeyerek, bu alanın sınırları içinde kaldı. Kuşkusuz, tipik otokratik Memluk modeli, çok sayıdaki ve farklı gerçekliğin her zaman için gerçek sınırlan belirlediğini hesaba katmak’zorunda kaldı. Kolayca yakalanamayacakları dağlara çıkan köylü toplulukları (Kabilianlar**, Maronitler, Dürziler, Aleviler vb.), hemen her yerde Sufi kardeşler ve yöneticilerin uzlaşmak zorunda kaldıkları kabileler ve göz yummak zorunda kaldıkları isyankar gruplar vardı. Fas’ta Mahzen ile Bled Siba arasındaki karşıtlık benzer nitelikte bir durumdu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir