Samir Kassır – Arap Talihsizliği

BM Güvenlik Konseyi, 2 Eylül 2004’te, 1559 sayılı kararıyla Lübnan’da adil ve tarafsız seçimlerin yapılmasını ve yabancı güçlerin ülkeden çekilmesini talep etti. Aynı dönemde Lübnan Parlamentosu Suriye’nin politikalarım desteklediği bilinen devlet başkanı Emil Lahud’un görev süresini üç yıl uzatmaya mecbur bırakıldı. Anayasaya aykırı bu uygulamaya muhalefet eden siyasetçiler ve gazeteciler önce bir karalama kampanyasma maruz kaldılar. Ardından Lübnan’da 2009’a dek sürecek bir dizi siyasi suikast ve bombalı saldın başladı. İlk hedef Ekim 2004’te meclisin Dürzi üyesi Marwan Hamadeh oldu. Lahud’a muhalifti ve Suriye karşıtıydı. Sonra, Şubat 2005’te, biri bakan, yirmi kişiyle birlikte başbakan Refik Hariri öldürüldü. Suriye Nisan ayında askerlerini ve istihbaratçılarını Lübnan’dan çekti. Samir Kassir, Suriye’nin denetimindeki üst düzey istihbarat yetkililerinden oluşan aygıt etkisiz kılınmadan Lübnan’da hiçbir şeyin düzelmeyeceğini söylüyor; Lübnan’ın bağımsızlığının Suriye’nin demokratikleşmesine, bunun da Lübnan’m egemenliğini yeniden kazanmasına bağlı olduğu­ nu yazıyordu. Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinden kısa bir süre sonra, 2 Haziran 2005’te arabasına konan bir bomba ile öldürüldü. Kassir suikastını Lübnan Komünist Partisi eski genel sekreteri George Hawi’nin öldürülmesi izledi. 2005 yılı bitmeden, Samir Kassir’in de mensubu olduğu An N ahar gazetesinin yaymcısı Cibran Tueyni öldürüldü. Mart 2005’te yaşanan Beyrut Baharı’ndan tam beş yıl önce Suriye askerlerinin Lübnan’dan çekilmesi gerektiğini yazmıştı. Filistin göçmeni Lübnanlı bir baba ve Suriyeli bir annenin oğlu olarak 1960 yılında doğan Samir Kassir, Lübnan’da büyüdü. Paris’e taşınarak Sorbonne Üniversitesi’nde siyaset felsefesi okudu.


1990 yılında modern tarih doktorasını tamamlayarak Beyrut’a döndü. Aynı on yılın ikinci yarısında An N ahar’da yazdığı haftalık köşe yazılarıyla tanınmaya başladı. Suriye rejiminin Lübnan’daki hegemonyasına karşı çıkan gözüpek entelektüellerden biriydi. Lübnan milliyetçilerinden farklı olarak daha geniş bir demokrasi ve özgürlük perspektifini benimsemişti ve sadece Lübnan’da değil, Suriye ve büyük Arap dünyası için de bu perspektifi savunuyordu. Arap demokrasisine yönelik desteği onun bizatihi bir panarapçılık yanlısı olduğu anlamına gelmemeli. Enternasyonalist sol bir düşünce okuluna mensup olan Kassir, diktatörlükler ve baskı kadar, şovenizme de karşıydı. Suriye’nin etkisi kırıldıktan sonra bağımsız bir Lübnan için öncelikleri demokrasi ve sekülarizm olmuştur. Ulusal Hareketle yaşadığı tecrübe, 1990 sonrasında Lübnan’da solun Suriye’nin elinde iyice marjinalleşmesine yol açmış ve sol Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardmdan büyük bir yara almış olsa da, Kasım 2004’te kurdukları Demokratik Sol Hareket’i bir gereklilik olarak görüyordu. Entelektüel düzeyde İslâmî düşüncenin hâkimiyetinin, iktisadi düzeyde liberalizmin hegemonyasımn hüküm sürdüğü bir dönemde, sol için uygun bir ortamın olmadığım kabul etse de, liberalizmden hayal kırıklığına uğramış olanlar için Lübnan’da seküler sol bir alanın hâlâ açık olduğunu düşünüyordu. Refah devletine yönelik her tür itirazı göz önünde bulundurarak toplumsal adaletin inşasına katkı sağlayacak bir çaba sergilenmesine ihtiyaç vardı. Kassir, Araplar’ın siyasal ve entelektüel durgunluğu üzerine kaleme aldığı Arap Talihsizliği’ni, olgunlaştığında Şam’da da gülleri açtıracağını söylediği Beyrut Baharı’na giden günlerde yayımlamıştır. Arap dünyasımn bu hale nasıl geldiğini düşünürken dönüp geçmişe bakar. Islâmcı düşüncenin bir zamanlar yaşandığını varsaydığı muhayyel bir altın çağa değil, Arapların Nahda ile başlayan gerçek altın çağına; modernitenin toplumu alt üst eden etkilerine, Arap dünyasındaki kültürel dönüşüme. Sorunun moderniteyle yüzleşememek ve hatalı çözümlere sarılmak olduğunu söyler. Arapların kendi tarihleriyle yüzleşme cesaretini gösterdiklerinde meşum talihsizliklerini alt edebileceğine duyduğu güven tamdır.

Öngörülerinin gerçekleştiği günleri göremeden aramızdan alındı. Düşünceleri yalnızca Arap dünyasında değil, tüm dünyada özgür ve mutlu bir gelecek arayanlara yol göstermeye devam edecek. Ö z g ü r G ö k m e n Önsöz Bugünlerde Arap olmak hoş değil. Kimileri için bir eziyet hissi, kimileri için kendine yönelik bir nefret; Arap dünyasında derin bir huzursuzluk hüküm sürüyor. Uzun süre kendilerinin incinmez olduğunu düşünen gruplar, Suudi yönetici sınıfı ve Kuveytli zenginler bile, muayyen bir 11 Eylül gününden beri her şeyi sarıp sarmalayan talihsizlik hissinden muaf olma niteliklerini kaybettiler. Manzara, hangi açıdan bakılırsa bakılsın iç karartıcı, fakat dünyanın geri kalan kısmıyla karşılaştırıldığında daha da kasvetli. Arap dünyası, (potansiyel ile gerçeklik, beklenti ile başarı, endişe ile hüsran, geçmiş ile gelecek arasında tümüyle farklı bir çarpışma sahnesi olan) Sahra’nın güneyindeki Afrika bir yana, erkeklerin ve daha büyük bir ölçüde kadınların serpilme şansına en az sahip bulundukları yer. “Arap” kelimesinin kendisi bile öylesine yoksullaştırılmış ki bazı yerlerde basitçe sansür imalı etnik bir etikete, ya da en iyi durumda, modernitenin temsil ettiği her şeyi yadsıyan bir kültüre indirgenmiş vaziyette. Yine de Arap dünyası her daim böyle bir “talihsizlik”ten mustarip değildi. Arap-îslam medeniyetinin farz edilen altın çağı bir yana, çok da uzak olmayan bir geçmişte Arapların geleceğe iyimserlikle bakabildikleri bir dönem vardı. 19. yüzyılın kültürel rönesansı, meşhur N ahda, birçok Arap toplumunu, çoğu kez Batılılaşmış ya da Batılılaştırıcı seçkinleri aşan bir biçimde, moderniteyle aydınlatmıştı. 20. yüzyılda bu toplumlardan biri, Mısır; ressamlar, şairler, müzisyenler, oyun yazarları ve romancılar Kahire’den Bağdat’a, Beyrut’tan Kazablanka’ya yeni, canlı bir Arap kültürüne şekil verirken, dünyanın en eski üçüncü film sanayiini kurmuştu. Bu yenilikler toplumsal alana en görkemlisi, en devrimcisi ve bugün üzerinde en çok tartışılanı kadınların peçeden vazgeçme kararı olan yadsınamaz değişimlerce aksediyordu.

Benzeri bir şekilde siyasette toplumların topyekûn seferber olması Arapların uluslararası ilişkilerde önemli bir rol oynamasını mümkün kılmıştı: Örneğin, Afrika-Asya ve müteakip Bağlantısızlar hareketinin1 temel direklerinden birisi olan Nasır’ın Mısır’ı; tüm Afrika kıtasının sürükleyicisi bağımsız Cezayir; ya da şu an çok yaygın olan mağduriyet ideolojisine boyun eğmeden, demokratik haklar mücadelesinin sürdürülmesi adına yürütülen Filistin direnişi. Öyleyse, mutlak bir başarı kaydetmemiş de olsa, yine de daha iyi ve görünürde ulaşılabilir bir geleceği müjdeleyen bu devingenliği dizginleyen ne oldu? Nasıl böylesine cansız düştük? Bu durum maddi olmaktan ziyade entelektüel ve ideolojik olabilir, ama yine de marazi bir köktencilik tarafından teklif edilen haricinde bir geleceğe sahip olmadığımıza inanmamıza yol açıyor. Yaşayan bir kültür nasıl gözden düştü ve bu kültürün mensupları ıstırap ve ölüm kültünde nasıl bir araya gelebildiler? Elinizdeki kitap bu sorulara cevap ve1 Bağlantısızlar hareketi, kendilerini biçimsel olarak temel iktidar bloklarından herhangi birisinin karşısında ya da yanında kabul etmeyen 100’den fazla devletin uluslararası örgütüdür. recek unsurlar sunmayı ve ima yoluyla krizden çıkmak için bir yol bulma imkânını açığa çıkarmayı amaçlıyor. Bu kitabın siyasi bir program olma iddiası yok, aynı şekilde uzman bir gözlemci raporu olduğu iddiasını da taşımıyor. İlk ve öncelikli olarak, bir Arap entelektüelinin dünyanın herhangi bir yerinde dile getirilebilecek olan fikirleri: Paris’te ya da Şam’da, Londra’da ya da Beyrut’ta, Kahire’de ya da Kazablanka’da, Cezayir’de ya da -son vakitlerde vaki olduğu üzere- Bağdat’ta. Bununla birlikte, bunları söylerken herhangi bir tür fikir birliğinin ardına saklanmaya çalışmıyorum. Fikir birliği yok ve her entelektüelin argümanlarım kendi siyasi kimliği belirliyor. Dolayısıyla, devam etmeden önce, kendi kimliğimi ortaya koymalıyım. Bu görüşlerin müellifi, Levant’tan bir Arap: Seküler, kısa bir süre sonra görüleceği üzere, kültürel olarak özbenliğinden uzaklaşmış, hatta Batılılaşmış, fakat kendine dair farklı bir kültürden yabancılaşmış olma hissi ve farklı düşünenleri ortadan kaldırma tutkusu taşımayan birisi. Onları yabancı bir mahkemede muhakeme etme arzusu da yok üstelik. Bu kitap Arapça olarak da yayımlandı ve bu durum bir evrensellik teminatı olmasa da, en azından kitabın Araplar hakkında ve Araplar için bir tartışma yürütme ihtimali sergiliyor olduğunu gösterebilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir