Soner Yalcin – Beco

Yıl 1990. 2000’e Doğru Genel Yayın Yönetmeni Doğu Perinçek, çantasından çıkardığı mektubu, “Soner, şunu okur musun” diyerek uzattı. Mektup Kayseri’de askerliğini yapan Nafiz Obay isimli birisinden geliyordu. Obay mektubunda, Almanya’da uyuşturucu mafyasının içinde yer aldığını; eroin sattığını belirtiyordu. Dergiye açıklamalarda bulunmak istediğini yazıyordu. Telefonla Obay a ulaştım. Randevulaştık. Kayseri’de bir parkla buluştuk. 40 yaşında, uzun boylu, candan bir adam. 18 yıl kaldığı Almanya’da, 8 yılını cezaevinde geçirmiş ve ardından sınır dışı edilmişti. Türkiye ile Avrupa arasındaki eroin trafiğini saatlerce konuştuk… Uyuşturucu ticaretinin merkezinde bulunmuş bir canlı tanıkla ilk kez görüşüyordum. Ve yeraltı dünyasına böyle girdim!. Anlattıklarına şaşmamak elde değildi. İş ve siyaset dünyasının, spor çevrelerinin pek çok ünlü ismi, uyuşturucu ticaretinin içinde ve hattâ başındaydı.


Nafiz Obay önemli bilgiler vermişti. Ancak bunların araştırılması ve belgelendirilmesi gerekiyordu. Bu iş tam iki yıl sürdü. 9 Ağustos 1992 tarihli 2000′ e Doğruda haberi kapaktan verdik: “Mafyanın merkezindeki adam anlatıyor!” Kapak büyük yankı yarattı. Çeşitli gazete ve dergiler haberden alıntı yaptı. Bu arada, yazıda adı geçen bazı kişiler tarafından dava edildim. Belgeleri mahkemeye sundum. Beraat ettim. Yeraltı dünyasını takip etmeyi bırakmadım. Bu camianın önde gelen bazı isimleriyle tanışma olanağı buldum. Yıllar geçtikçe konuyla ilgili geniş bir arşive sahip oldum. Arşivin neredeyse yarısı bir kişiye ilişkindi: Behçet Cantürk! Nihayetinde, bilgilerin belli bir olgunlaşma noktasında, Behçet Cantürk’ün yaşamının başlı başına bir kitaba konu olabileceğine karar verdim. Çalışmalarımı bu hedefe yönelttim. Ancak bu kitap salt bir “Baba” nın biyografisi olarak yazılmadı. Kanımca, Lice’den yola çıkıp, dünya çapında bir isim haline gelen Behçet Cantürk’ün serüveni, aynı zamanda Türkiye’nin son 50 yılının toplumsal tarihi ile örtüşüyor. Toplumsal ilişkilerin, siyasal ve ahlâki değerlerin yakın tarihimizdeki dönüşümünü Cantürk ekseninde anlatmaya çalıştım.

Bazı çevreler Behçet Cantürk’ü sadece yeraltı dünyasının bir patronu olarak tanır. Ama pek çoklarının gözünde Cantürk, âdeta siyasal bir kişilik ve neredeyse bir “Kürt Robin Hood’u” dur! O da herkes gibi farklı kimliklerin bir bileşimiydi: Uyuşturucu kaçakçısı, başarılı işadamı, sosyal demokrat, Ermeni kökenli, Kürt milliyetçisi, “Aile” reisi, Türkiyeli… Bu çalışmada bütünün fotoğrafını sunmak istedim… “BECO/Behçet Cantürk’ün Anıları” ülkemizin, ekonomik ve sosyal yapısını anlamaya yönelik çabalara bir katkı amacıyla kaleme alınmıştır. Kitabın hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ede rim… Soner Yalçın Haziran 1996 Ankara BABA REŞİT CANTÜRK Hava zifiri karanlıktı. Mekkareci Reşit Cantürk korkuyordu. Karanlıktan değildi korkusu, onu, ilk kez gittiği bu yol ürkütüyordu. Oysa kaç kez gitmişti Suriye’ye. O yolları ezbere biliyordu… Soğuktu ama terlediğini hissetti. Mendilini çıkarmayı düşündü, alnını silmek için. Vazgeçti, beyaz mendili jandarmalar görebilirdi. Canı sıkıldı, heyecanına engel olamıyordu. Fakat yüreğinin neden hızlı hızlı attığını biliyordu: Hem yola, hem de ilk kez taşıdığı bu mala yabancıydı. Yeni malın riski fazlaydı. Ancak parası çok iyiydi. Belki kazandığı bu para ile doktora gidip sık sık tutulduğu öksürük nöbetlerinden kurtulabilirdi… İlçesi Lice’de dikilecek, ekilecek toprağı yoktu.Taşımacılık-la geçiniyordu.

İlk başlarda Van, Muş, Malazgirt, Solhan, Kar-kova’ya mal getirip götürüyordu. Ancak mekkarecilikte fazla para yoktu. Yiyecek ekmek bile bulamadığı zamanlar oluyordu. Mekkareci Reşit Cantürk oy vermemişti ama, iktidara gelen Demokrat Parti Türkiye’nin komşuları ile ilişkilerini düzeltmişti: Sınırlar eskisi gibi sıkı korunmuyordu. Bu nedenle sınır ticareti hızla gelişiyordu. Mekkareci Reşit’in Suriye’ye mal taşıması böyle başlamıştı. Kiraladığı katırlarla defalarca Suriye’ye çay, şeker, yağ gibi yiyecek maddeleri götürmüş; gelirken ev aletleri, sigara kâğıdı, halı ve elbiselik malzemeler getirmişti. Suriyeliler özellikle yağları yüksek bir para karşılığında alıyorlardı. İş tatlıydı, fakat Mekkareci Reşit, başkalarının mallarını taşıdığı için iyi para kazanamıyordu. Ancak bu yeni güzergâh ve yeni mal, ona oldukça iyi bir kazanç kapısı açacaktı. Hemşehrisi, Liceli Bahri(1) sayesinde cebi para görecekti. 13 Liceli Bahri, yoksul ilçenin kaderini değiştirecek ilişkiyi, tesadüf sonucu kurmuştu. Bir akşam Diyarbakır’da içki içerken, müşteri kalabalığı yüzünden aynı masayı paylaşmak zorunda kaldığı Malatyalı Vahdet’le tanıştı. Kısa zamanda dost oldular. Liceli Bahri ile Malatyalı Vahdet birkaç akşam daha beraber oldular.

Bahri yeni arkadaşını Lice’ye davet etti. Oğlu Nizamet-tin’i sünnet ettirecekti, kirvesi olmasını istedi. Vahdet şaşırmıştı. “Seve seve yaparım ama bilmende yarar var, ben Aleviyim” dedi. O yıllarda Aleviler hâlâ Osmanlı korkusunu üzerlerinden atamadıklarından kimliklerini saklıyorlardı. Bahri sevinmişti: “Ne fark eder, ben de Zaza’yım!” Aleviler ile Zazalar birbirlerine çok yakındı. Özellikle Tunceli bölgesindeki Zazaların büyük çoğunluğu Aleviydi. Zaza Bahri ile Alevi Vahdet rakı kadehlerini Kürtler ve Türkler için kaldırdılar… Vahdet, Lice’ye gidip arkadaşının yoksulluğunu görünce ona ortaklık teklif etti. Kuşkusuz bu ortaklık teklifinin, zamanla Liceli’yi dünyaya tanıtacağını bilmiyordu! Malatyalılar, İran’a kaçak yollardan afyon ve hint keneviri götürüyorlardı. Malatyalı Vahdet, arkadaşı Bahri’ye malların nakliyesinde taşıyıcılara ihtiyaçları olduğunu söyledi. İş oldukça kazançlıydı. Liceli Bahri düşünmeden kabul etti. İRAN’DA İLGİNÇ GELİŞME Tahran hükümeti, 1955 yılında İran toprakları üzerinde haşhaş ekimini yasaklamıştı. Büyük çapta afyon üretilen İran, aynı zamanda bu uyuşturucu maddenin büyük miktarda tüketildiği bir ülkeydi! İranlı afyonkeşler günde 2 ton afyon tüketiyordu. O yıllarda Türkiye’de uyuşturucu alışkanlığı hiç yoktu.

Bu nedenle komşu İran’ın durumu oldukça şaşırtıcıydı. 14 Bu durumun iki nedeni vardı: İran, 19’uncu yüzyılda Avrupa’dan mal ithal etmek amacıyla, dövize olan ihtiyacını gidermek için afyon satmaya başlamıştı. En iyi alıcısı ise Hindistan’dı. Afyonun iyi para etmesi üzerine, İran’da haşhaş yetiştirenlerin sayısında patlama oldu. Afyonla “yakından” tanışanlar, bitkiyi kullanmayı da alışkanlık haline getirdiler. İkinci bir neden ise; İran’da hemen hemen hiç doktor yoktu. Bu ülkede ilk tıp olculu 1850 yılında açıldı. Afyon, her türdeki hastalığa karşı ilaç olarak kullanılıyordu. İranlılar, ilaç olarak kullandıkları bu uyuşturucunun ileride alışkanlık yaratacağını bilmiyorlardı. Her iki nedenle, İran halkının büyük bir bölümü afyonkeş olmuştu. Öyle ki, İran hükümeti 1931’de “afyon çekme evleri” kurdu; salgın ülkeyi sarmıştı. Küçük köylerde bile en az 10’u aşkın afyon çekme evi vardı. Bu durum İran hükümetini kaygılandırıyordu. Sonunda afyonun ekimini ve içimini yasakladılar. Afyonkeşler ihtiyaç duydukları malı karaborsadan ve kaçakçılardan sağlamaya başladılar.

Türkiye, Pakistan ve Afganistan’daki kaçakçılar hiç vakit geçirmeden İran’a afyon ve hint keneviri “ihraç etmeye” başladılar… LİCELİLERİN EKMEK KAPISI Hava ağarmaya başladı. Ne Mekkareci Reşit Cantürk, ne de katırları dinlenmiş; bütün geceyi yürüyerek geçirmişlerdi. Öksürük nöbeti başlamıştı. “Hay aksi” deyip bir küfür savurdu. Bir ağacın altında mola verdi. Birden aklına Bahri geldi. Aynı ilçeden olmanın ötesinde, birbirlerine çok yakındılar. Bu işi ona Bahri teklif etmişti. Eline, Suriye’ye götürdüğü malların değerinden bile daha fazla para geçecekti. “Ben de kısa zamanda Bahri kadar kazanabilir miyim acaba?” diye düşündü. 15 Yıllar geçip Bahri’nin oğulları ile kendi çocuklarının bu “iş” yüzünden rekabet edeceklerini aklına bile getirmemişti… Lice küçük yerdi. Herkes Bahri’nin birden bire çok para kazanmasına anlam verememişti. Bahri bir ara kayboluyor, sonra ceplerini altınla doldurup geliyordu. Liceliler birbirlerine soruyorlardı: Bahri nereden alıyor bu altınları?. Kalktı yola koyuldu.

Mekkareci Reşit Cantürk, ilk malı teslim ettiğinde anladı, Bahri’nin altınları nereden bulduğunu. İranlılar, ödemeyi altınla yapıyorlardı. CANTURKLER Mustafa ile Havva Cantürk’ün beş çocuğu vardı. Dört erkek, bir kız: Hüseyin, Hacı Mehmet, Ahmet, Reşit ve Amine. Reşit Cantürk 1923 Lice doğumluydu. Ailesi çok yoksuldu. Katır sırtında mal taşıyorlardı. Önceleri yatan il ve ilçelerle başlayan taşıma işi, daha sonra Suriye ve İran’a kaçak mal taşımaya kadar gitti. 17 yaşında, Ahmet- Ayşe Karakoç kızı Hayriye ile 1940 yılında resmi nikâhla evlendi. Bir yıl sonra bir erkek çocuktan oldu. Adını Abdülbaki koydular. Üç yıl sonra kızları İkram doğdu. Yıl 1946. Mekkareci Reşit gönlünü bir Ermeni kızına kaptırdı. Ayakkabı tamircisi Bagos Demirciyan, akrabalarının isteği üzerine Bingöl’den Lice’ye göçmüştü.

Beş kızı vardı: Ofsana, Fikriye, Şato, Süslü ve Hatun. Reşit Cantürk’ün gönlünü çalan güzel kızın adı Harun’du. Bir gece sevdiği kızı zorla kaçırıp Kelvan mahallesindeki evine getirdi. Eşi Hayriye, üzerine kuma getirilmesine fazla ses çıkarmadı. Genç Türkiye Cumhuriyeti yasaları, o yıllarda henüz çok eşlilik töresini yıkamamıştı. 16 Kızın babası Bagos Demirciyan da evladının zorla kaçırılmasına tepki göstermedi. Çok kızı vardı. Üstelik o yıllarda Ermenilere hep kötü gözle bakılıyor, hakaret ediliyordu. Bu nedenle çoğu akrabası, binlerce yıllık yurtlarından göçüp gitmişlerdi. Hatun’a tek üzülen, annesi İncik’di. Güzel kızının evli ve yabancı (Ermeni olmayan) bir adamın karısı olmasına çok kederlenmişti. Günlerce ağladı. Elinden birşey gelmiyordu. Ne yapabilirdi İd? Cantürkler ilçenin belalı ailelerinden biriydi. Daha geçen yıl Sağır ailesi ile silahlı çatışmaya girip, iki kişiyi öldürmüşlerdi… Reşit Cantürk, ikinci karısı Hatun’u Müslüman yaptı.

İmam nikâhı kıydı. Genç karısı ile çok yakından ilgileniyor; gönlünü almaya çalışıyordu. İlk karısı Hayriye, bu güzel Ermeni kızını kıskanmaya başladı. Onu hep aşağılıyor; bazen de dövüyordu. Hayriye şanslıydı. Yine hamile kalmıştı. Üçüncü çocuğu Azet 1948 yılında doğdu. Hatun bir türlü kocasına sevindirici haberi veremiyordu. Ancak Azet’in doğumundan bir yıl sonra, kocasına müjdeyi verdi: Hamileydi. 1949 yılında Hatun’un ilk çocuğu gözlerini dünyaya açtı: Nizamettin. Tesadüf, Hayriye de, Hatun da 1950 yılında yine hamile kaldılar. Ve 1950 yılında Cantürk ailesine iki erkek çocuk daha katıldı. Hayriye’nin çocuğunun adını Sabit koydular. Hatun’un oğluna ise Behçet ismini verdiler. Ancak ona hep Beco dediler… Yıl 1951.

Nizamettin ve Behçet öksüz kaldılar. Anneleri Hatun, merdivenlerden düşerek genç yaşta vefat etti. (2) Annelerinden çocuklarına bir tek “miras” kaldı: Nizamettin ve Behçet küçüklüklerinden başlayarak, yaşamlarının her aşamasında “Ermeni dönmesi” aşağılamasına rnaruz kaldılar. Bu iki minik çocuk, annelerinin Ermeni olması nedeniyle Cantürk ailesinde hep “ikinci sınıf insan” muamelesi gördüler. Nizamettin ve Behçet zamanla annelerinden utanır hale geldiler… 17 GAZI İLKOKULU Tarih: 21 Şubat 1925. Ayaklanma bütün hızıyla sürüyordu. Lice ele geçiriliyordu. Beyaz bir at üzerinde dimdik duruyordu Şeyh Sait. Atın başını Lice Müftüsü Abdulhamid’in oğlu Sait Hoca çekiyordu. Atın solunda Şeyh Sait’in sekreteri, Liceli Fehmi Bilal vardı. İlçeye girişte protokol sırasında yer alan, Liceli Molla Mustafa, Lice beylerinden Hakkı ve Hüseyin at üstünde hemşehrilerine gülüm-süyorlardı. Liceliler salavat çekiyorlar, Şeyh Sait’e tezahürat yapıyorlar ve atını öpmek için birbirleriyle yanşıyorlardı… Kısa bir süre sonra Şeyh Sait isyanı bastırıldı. Şark İstiklal Mahkemesi, isyana katılanlara ağır cezalar verdi. Kimi asıldı, kimi cezaevine, kimi sürgüne gönderildi. 1937 yılında Dersim hareketinin de yerle bir edilerek bastırılması, bölgede olduğu gibi, Lice’de de korkunun hakim olmasına neden oldu.

Bölgedeki herkes, başkent Ankara’ya bağlılık yarışına girişti. Güvenilir olmanın en önemli göstergelerinden biri, çocukların devlet okullarına gönderilmesiydi… Mekkareci Reşit Cantürk için, çocuklarını okula göndermenin bir başka nedeni daha vardı: Yoksuldu. 1957 yılında doğan Tarık’la birlikte, evdeki çocuk sayısı yediye yükselmişti. Çocuklarına ekmek kapısını ancak devlet okullarının açacağını düşünüyordu. Sırasıyla hepsini okula gönderdi… Behçet, ağabeylerinin ve ablasının okuduğu Gazi ilkokuluna 1959 yılında dokuz yaşında başladı. Önce Türkçeyi, sonra okumayı ve saymayı öğrendi. Okulu sevdi. Sevmediği, arkadaşlarının ona sık sık “dönme” demeleriydi. Yılmadı. 1964/65 öğrenim yılında ilkokulu bitirdi. Okuyacaktı. Lice’de okula giden öğrenci sayısı oldukça fazlaydı. Üstelik aileler çocuklarının okumasını istiyorlardı. Bu nedenle devlet ilçeye bir de ortaokul binası yapmıştı. 18 Reşit Cantürk, oğlu Behçet’i ortaokula kaydettirdi.

Behçet’ten umutluydu. Diğer çocuklarını ortaokula yazdırmamıştı. Çünkü hiç başarılı değillerdi. Ergenlik çağına gelen Behçet, okuldan soğumaya başlamıştı. Bir tek tutkusu vardı: Silah. “Dönme” olarak tanınmaktan nefret ediyordu… Behçet, korkulan ve saygı duyulan biri olmak istiyordu. Onun doğduğu toplum, zayıflığı ve savunmasızlığı bağışlamıyordu!. Bireysel şiddet yoluyla “onur” kazanmak, bölgedeki kültürün bir parçasıydı… İlk “fırsatı” 15 yaşında yakaladı. Kendinden beş yaş büyük Nevzat Hocaoğlu’nu, henüz ortao-kul birinci sınıf öğrencisi iken, tabancayla vurarak öldürdü. 1965 yılında gerçekleşen bu olayın gerçek nedeni bilinemedi. Arkadaşı Nevzat’ı, kendisine “dönme” dediği için mi öldürmüştü? Mahkemede, “kazara vurdum” diye ifade verdi. Şanslıydı… 1966 yılında çıkarılan af ile özgürlüğüne kavuş- Öldürdüğü kişinin yakınları, Behçet’ten intikam alabilirdi. “Güvenlik nedeniyle” akrabalarının yanına Diyarbakır’a gönderildi. Öğrenimine, Diyarbakır Bağlar Ortaokulu’nun ikinci sınıfından devam etti. Ancak, Diyarbakır’da fazla kalmadı.

Ders yılının ikinci yarısında naklini tekrar Lice’ye yaptırdılar. Tavırları değişmişti. Arkadaşları konuşmalarına dikkat etmeliydi. Artık bir cinayeti vardı! Behçet, her türlü hakaretin öcünü alabilecek kuvvette biri oluğunu, 15 yaşında ispatlamıştı… YILMAZ GÜNEY HAYRANLIĞI Yılmaz Güney’e hayrandı. Kamalı Zeybek, Dağların Kurdu Koçero, On Korkusuz Adam ve Kara Şahin filmlerinin etkisinden günlerce kurtulamamıştı. Yılmaz Güney gibi yürüyor, onun gibi bakıyordu… Ortaokulu, hiç sınıfta kalmadan 1968 yılında bitirdi. Okumak istemiyordu. Babası Resife yalvarıyordu, liseye göndermesin diye. Babası onu dinlemiyordu, çocukları içinde en zeki olanı Behçet’ti. O, okuyup büyük adam olacaktı. Zaten başlarında yeni bir bela vardı. Körtük aşireti ile araları çok kötüydü. Liceliler, her an silahların patlamasından endişe ediyorlardı. Lice’de lise yoktu. Behçet’i yine Diyarbakır’daki akrabaların yanma göndermeyi düşündüler.

“Güvenli olmaz” diye vazgeçtiler. “Bingöl’deki akrabaların yanında emniyette olur” diye düşündüler. 1969 yılında Bingöl Lisesi’ne kaydedildi… Sonuçta korkulan oluyor: Silahlar patlıyor. Yıllarca sürecek bu kan davasının başlama nedeni siyasiydi. 1969 genel seçimleri öncesi Diyarbakır’da liste belirlemesi yüzünden tartışmalar çıkmıştı. CHP’nin, Halit Mısırlıoğlu’nu kontenjana koyması, bu partiyi Diyarbakır’da ikiye bölmüştü. Diyarbakırlı bazı CHP’liler partiye oy vermeyeceklerini söylüyorlardı. Kızgın CHP’liler arasında Cantürkler de vardı. Fırsattan yararlanan AP’li Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Refet Sezgin, 100 kişilik partili grubuyla Cantürkler ziyaret etmek için Lice’ye gelmişti. Halit Mısırlıoğlu taraftan Körtükler, Cantürkler’in AP’lileri evlerinde kabul edip, onlarla sohbet etmelerine çok bozulmuşlardı. Gerginlik tırmanmış ve tetiklere basılmıştı. Körtükler’den Halim Aydın vurularak öldürülmüştü. Ramazan ve Mehmet Han Gelirakan ise yaralanmıştı. Lice Cumhuriyet Savcılığı, Cantürkler’den- 47 kişi hakkında tutuklama kararı 20 çıkardı. Tutuklanacak kişiler arasında, lise öğrencisi Behçet Cantürk de vardı.

Dokuz kişi teslim olmadı. Behçet Cantürk firar edip, dağa kaçan dokuz kişiden biriydi. Cantürkler, “güvenlikleri için”, aileden bu dokuz kişinin teslim olmasına razı olmamışlardı. Güçsüz duruma düşen aileye Körtükler saldırabilirlerdi. Dağa çıkan; Behçet Cantürk, Abdülbaki Cantürk, Gıyasettin Deniz, Sıddık Deniz, Nadir Harman, Süleyman Özkalkan, Hanifi Vuran, Abdullah Cantürk ve Halim Karagöz’e, tutuklama karan olmadığı halde, Nadir Vuran, Gıyasettin Fidan, Mehmet Özsucu, Mehmet Taşkaya, Ramazan Alacabayır, Halim Alacabayır, Cindi Hanezay, Osman Hanezay ve Mehmet Fidan da katılmışlardı. Küçük bir çete kurmuşlardı!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir