Soner Yalcin – Reis – Gladio’nun Turk Tetikcisi

“Susurluk Kazası” olduğunda birimiz bir TV kanalında, birimiz bir günlük gazetede çalışıyorduk. Ama, görüşmediğimiz ya da telefonlaşmadığımız gün yok gibiydi. “Üstat sende ne var?” “Pek bir şey yok usta, ama senin torba dolu galiba…” Aradan birkaç ay geçmiş, arşivler yayımlanan ve yayımlanmayan belgelerle dolup taşmıştı. Kurban Bayramı’nın az öncesiydi. Doğan Yurdakul başka bir yayın organına geçmek için işyerinden henüz ayrılmıştı ki, Soner Yalçın kapısını çaldı: “Aman üstat, birkaç ay yeni bir işe başlama, kitap yazacağız!” “Ne kitabı usta?” “Abdullah Çatlı’nın yaşamöyküsü…” “Dur, boğazımı sıkma, bayramda dinlenirken biraz düşüneyim…” *** Abdullah Çatlı ismi, ikimize de yabancı değildi. Doğan Yurdakul 1970’li yıllarda gazetecilik yaparken başta Bahçelievler Katliamı olmak üzere birçok olayı yakından izlemişti. Soner Yalçın ise Türkiye’ye döndüğünü duyduğu 1991 yılından beri, Abdullah Çatlı’nın peşindeydi. Çatlı’nın eski arkadaşlarının işyerlerinin, bürolarının kapılarını çok aşındırmıştı. “Bekle hele, zamanı gelince seninle buluşturacağız” yanıtını almıştı sürekli. Sonra araya Binbaşı Ersever, Hangi Erbakan, BECO/Behçet Cantürk’ün Anıları gibi çalışmalar girince Çatlı unutulup gitmişti… İşin ilginç yanlarından biri de, gazeteci olarak tanıklığını yaptığımız dönemlerin birbirini tamamlamasıydı. Doğan Yurdakul, 1960 ve 1970’li yılların olaylarını gazetecilik yaparak içinde yaşamış, 1980-1990 arasını yurtdışında geçirmişti. Soner Yalçın ise Yurdakul’un Türkiye’de olmadığı 1980’li yılları gazetecilik yaparak yaşamıştı. Tekrar bir araya geldiğimizde fark ettik ki, meğer ikimiz de kendi köşelerimizde Susurluk’la ilgili belge ve bilgilerin yok olup gitmesine kahrolup dururmuşuz. Karar verildi, kollar sıvandı. 1 mayısta kitabın planı yapıldı.


Kimlerle görüşülmesi gerektiğinin listesi çıkarıldı. İkimizin ayrı ayrı tuttuğu arşivlerde yığılmış malzeme üst üste konulunca, insanın gözünü korkutan “kâğıttan bir dağ” çıktı ortaya. Bu kâğıt yığını elden geçirildi, sınıflandırıldı, kitabın bölümlerine göre ayrıldı ve iki koldan işe girişildi. *** Abdullah Çatlı gibi, kırk yıllık yaşamına birçok esrarengiz olayı sığdırabilen bir kişinin izini sürmek hiç de kolay olmadı. Bu öykünün bize Türkiye’nin en hareketli yıllarının bir fotoğrafını çıkaracağını biliyorduk. Ama son noktayı koyduğumuzda fotoğrafın ne kadar netleşeceğinden emin değildik. Bu tür araştırmaları yapanların sık sık duydukları, “herkesin bildiklerini tekrarlamak” endişesine bizim de düştüğümüz zamanlar oldu. Ama bu “herkesin bildiği şeyler” darmadağınıktı, kopuk kopuktu, bir sürü davanın iddianamesinde ve kararlarında kalıp unutulmuştu, televizyon ekranlarında bir görünüp bir kaybolmuş, gazete sayfalarında kalıp tozlu arşivlere kaldırılmıştı. Unutulup gitmesinden korktuğumuz bilgilerin, belgelerin, gazete haberlerinin, makalelerin, kitapların hepsini büyük bir titizlikle inceledik, “gözden kaçmış bir şey kalmasın” diye tekrar tekrar okuduk. Bir örnek vermek gerekirse, Uğur Mumcu’nun konumuzu ilgilendiren çalışmalarının değişik baskılarını bile “Acaba aralarında bir fark var mıdır?” diye ayrı ayrı gözden geçirdik. Olayların en yakın tanıklarıyla ve bizzat yaşamış olanlarla saatler süren görüşmeler yaptık. Fransız gazeteci Jean-Marie Stoerkel’in henüz Türkiye’de yayımlanmamış olan Saint-Pierre’in Kurtları kitabının konumuzu ilgilendiren önemli bölümlerinden yararlanırken, yazarın kendisiyle de tanıştık ve görüştük. İzlemiş olduğu duruşmalar ve incelemiş olduğu belgeler hakkında bilgi aldık. Bu tür bir araştırma çalışması yapanların zaman zaman kapıldıkları başka bir endişe de, ele aldıkları kişi ve kişilere karşı önyargılı davranıp davranmadıklarıdır. Doğrusunu isterseniz, biz de kitabın yazımı boyunca bu konuda kendimizi sık sık sorguladık.

Bilgisine başvurulan kişilerin, başlarından geçen dramatik olayları yeniden yaşayarak anlatmaları karşısında duygusuz kalmak olanaksızdı. Çatlı ailesiyle görüşürken ister istemez onlarla aynı duygusal ortamı paylaşıyorsunuz. Gökçen ve Selcen Çatlı’nın odalarında babalarından kalma hatıra eşyalarla bir köşe yaptıklarını görünce duygulanıyorsunuz. Ama Bahçelievler Katliamı’nda oğlunu kaybeden bir babayı dinlerken aynı duygusallığı bu kez de onunla yaşıyorsunuz ve bu canavarlığı yapanlara içinizden lanet okuyorsunuz. Zaten gazeteciliğin, araştırmacılığın en zor yanı da, kişinin duygularına teslim olmaması değil midir? Biz de öyle yapmaya çalıştık. Önyargısız olarak bütün dikkatimizi olgulara verdik. Elbette son karar okuyucunun olacaktır. Abdullah Çatlı’nın yaşamını ele alan bu kitap, salt bir biyografi değildir. Çatlı’dan ve çevresinde meydana gelen olaylardan yola çıkarak, Türkiye’nin yakın tarihinin belli bir kesitini ele almaktadır. Bir “bulgular” kitabı olmaktan çok “olgular” kitabıdır. Bu yoğun belge çalışması içinde kuşkusuz bazı yeni bulgulara da ulaştık. Olayda şimdiye kadar fark edilememiş eksik halkalar buldukça, bunları da yine belgelere dayandırarak okuyucuya sunduk. Her iddianın belgesini aradık. Üzerinde tartışıp sonuca varamadığımız ya da belgeleyemediğimiz iddiaları, soru işaretli olarak okuyucunun bilgisine, konuyla ilgilenen başka araştırmacıların dikkatine sunduk. Kitabın hazırlanmasında bilgilerinden yararlandığımız tanıklara ve yardımlarını esirgemeyen meslektaşlarımıza teşekkür borçluyuz: Zeki Çatlı, Meral Çatlı, Gökçen Çatlı, Ali Şerit, Yılma Durak, Esat Bütün, Hanefi Avcı, Can Özbay, Doğan Yıldırım, Tahsin Gürdal, Ferruh Sezgin, Hikmet Çiçek, Melih Aktaş, Ceyhan Mumcu, Taner Kaygusuz, Ünal İnanç, Rafet Ballı, Doğan Duyar, Hakan Aygün, Engin Benli, Ahu Özyurt, İrem Barutçu, Nail Bulut, Sinan Onuş, Faruk Güçlü, Yüksel Şipka, Enis Berberoğlu, Yalçın Bayer, Jean-Marie Stoerkel, Cüneyt Özdemir ile TBMM Kütüphane Müdürü Ali Rıza Cihan ve mikrofilm bölümü çalışanları… Adlarının yazılmasını istemeyen devlet görevlileri, bazı Ülkücüler ve yeraltı dünyasından isimlere de katkılarından dolayı ayrıca teşekkür ediyoruz.

Soner Yalçın – Doğan Yurdakul Ankara/eylül 1997 Yirminci baskıya önsöz Reis kitabının yayımlanmasının üzerinden beş buçuk yıla yakın bir zaman geçti. Elinizde tuttuğunuz baskıyla birlikte yirminci baskısına ulaşmış bulunuyor. Başka bir deyişle beş buçuk yıldır her üç ayda bir kez yeniden basılıyor. Üstelik bu sayıya miktarını bilemediğimiz ama çok fazla olduğunu tahmin edebildiğimiz “korsan baskıları” dahil değil. Daha sonra yazdığımız Bay Pipo kitabının da üç yılda (yine korsan baskıları hariç) 31 baskı yapmış olması ise, hem Reis’in başarısının rastlantı olmadığını, hem de toplumun bu türdeki kitaplara ilgisinin arttığını göstermesi açısından bize yeniden gurur verdi. Kitap okuma alışkanlığının çok fazla gelişmemiş olmasından sıkça şikâyet edilen ülkemizde, belgesel nitelikteki bu çalışmalara gösterdikleri ve kendi alanında rekor sayılabilecek bu ilgi nedeniyle okuyucularımıza bir kez daha teşekkür etmeyi borç biliyoruz. Gurur duyduğumuz başka bir konu ise, Reis’te yazılanların, aradan geçen bunca zamana karşın çeşitli vesilelerle sık sık doğrulanmakta ve güncelliğini korumakta olmasıdır. Kutlu Savaş başkanlığındaki Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun hazırladığı “Susurluk Raporu”, 12 ocak 1988 tarihinde zamanın başbakanı Sayın Mesut Yılmaz’a sunuldu. 120 sayfalık raporun 15 sayfa kadar bir bölümünün yayımlanması da “devlet sırrı” gerekçesiyle yasaklanmıştı. Raporun tümünü Sayın Yılmaz dışında sadece koalisyon ortakları Sayın Bülent Ecevit ve Sayın Hüsamettin Cindoruk okumuşlardı. Kamuoyunda duyulan büyük merak nedeniyle tüm medya organları doğal olarak bu üç kişiden bilgi almaya çalışıyorlardı. İşte bu sırada bir TV programına çıkan Sayın Cindoruk, kendisine raporla ilgili sorulan bir soruya yanıt olarak “Raporun, Doğan Yurdakul ve Soner Yalçın tarafından yazılan Reis kitabında yazılanlardan eksiği var, fazlası yok!” demişti. Rapor daha sonra birçok yayın organı tarafından tam metin olarak yayımlandı. Ve gerek sansürlenmeyen bölümlerde, gerekse sansürlenen ve geçmişte ASALA terör örgütüyle ilgili olarak yapılan bazı girişimler ve Azerbaycan olaylarının anlatıldığı sansürlenen bölümlerde geçen birçok olayın Reis kitabında yazılanları doğruladığı ortaya çıktı. 12 Eylül öncesi meydana gelen “Bahçelievler Katliamı” gibi bazı toplu katliam olayları ve davalardaki sanık ve tanık ifadeleriyle, iddia makamı ve savunma avukatı beyanlarında da Reis kitabında yazılanların doğrulandığı veya bu kitaba atıflar yapıldığı görüldü.

Kitapta yazılanların doğrulanmasına son bir örnek olarak da Mehmet Eymür’ün ABD’de kurduğu web sitesini göstermek isteriz. MİT Kontrterör Daire başkanlığı görevindeyken, Susurluk olayından sonra bu görevden uzaklaştırılan Mehmet Eymür, ABD’ye göç etti ve orada “Atinorg” adlı bir internet sitesi kurdu. Bu sitede birkaç yıldır yapılan yayınlar da, ülkemizin yakın geçmişinde cereyan eden karanlık olaylar hakkında yazdıklarımızı doğrular niteliktedir. Artık belgesel klasikleri arasına girdiklerinin söylenmesi her defasında bize onur veren kitaplarımızın böylesine ilgi görmesi, başka meslektaşlarımızı ve genç gazetecileri daha fazla araştırma yapmaya teşvik ediyorsa, bundan, çorbada bizim de bir tutam tuzumuz olması nedeniyle büyük sevinç duyuyoruz. Her iki kitabımızın ilk baskılarına yazdığımız önsözlerde bunların “bulgu” değil, “olgu” kitapları olduklarını altını ısrarla çizerek belirtmiştik. Beş buçuk yıl önce yola çıkarkenki amacımız, olguları bir araya getirerek tarihe kayıt düşmek, gelecek kuşaklara her zaman başvurabilecekleri, arşiv değeri olan kalıcı eserler kazandırmaktı. Bunu bir nebze olsun başarabildiysek ne mutlu bize… Soner Yalçın – Doğan Yurdakul Mart 2003 Birinci bölüm (1956-1974) Nevşehir. 1956 yılının nisan ayı… Çatlı ailesinin oturduğu Aksaray Caddesi’ndeki iki tarafı bahçeli konakta büyük bir telaş var. Heyecan ve telaşın nedeni, evin ortanca oğlu Ahmet Çatlı’nın eşi Remziye’nin doğum yapıyor olması. Doğacak çocuk merakla bekleniyor. Çünkü Ahmet’in ilk üç çocuğu kız. Anadolu’da erkeğe büyük önem verildiğinden dördüncü çocuğun artık erkek olması isteniyor. Dışarıda gök gürlüyor, şiddetli bir yağmur var. Sonuçta beklenen an gelir. Ebe, evin bahçesinde bekleyen erkeklere bağırır: “Müjdemi isterim, erkek!” Anne Remziye derin bir soluk alır.

Nihayet eltilerine ve mahalleli kadınlara karşı başını eğmeyecektir; artık bir oğlu vardır!. Ahmet ve Remziye Çatlı çifti, ilk doğan çocuklarına Zehra adını vermişlerdi. Zehra yaşına basmadan öldü… Zehra’dan sonra iki çocukları daha oldu. “Talihsizlik!” İkisi de kızdı: Mediha ve Hadiye… Üç kız çocuktan sonra dünyaya gelen erkek evlat, Çatlı ailesine yepyeni bir heyecan getirdi. Çocuğa isim bulmakta zorlandılar. Kalabalık Çatlı ailesinde her kafadan bir ses çıkıyor, herkes değişik isimler öneriyordu. Sonunda dede Hacı Mehmet’in isteğiyle iki isim üzerinde uzlaşıldı: Emrullah ve Abdullah! İki aday isim, iki ayrı beyaz kâğıda yazıldı. Dedenin fötr şapkasının içine kondu. Kâğıtlar karıştırıldı. Dede, şapkadaki kâğıtlardan birini çekip okudu: Abdullah! Küçük Abdullah doğumundan bir buçuk ay sonra nüfusa kaydedildi. Nüfus memuru, Çatlı ailesinin defterdeki bölümünü açıp yazmaya başladı: Doğum tarihi: 01.06.1956; hane no: 84; sahife no: 155; cilt no: 25. Çatlılar… Hacı Mehmet Çatlı, Nevşehir yöresinde tanınmış bir isimdi. Tanınmışlığı mahalle mahalle dolaşarak kalaycılık yapmasından ileri geliyordu.

Hacı Mehmet aynı zamanda şıhtı. Yıllar önce Nevşehir’deki Çat adlı köyde toprakları karınlarını doyurmaya yetmeyince tası tarağı toplayıp ailesiyle şehre göç etmişti. Hacı Mehmet, Nevşehir’e geldiğinde, kent nüfusunun üçte birini oluşturan Rumların Yunanistan’a göç etmesi nedeniyle, onlardan kalan bir konağa yerleşti… Soyadı kanunu çıktıktan sonra, köyünün adını aldı: Çatlı. Kalaycılığı askerde öğrenmiş, Mustafa Kemal’le birlikte Trablusgarp’ta bulunmuştu. Anlatılanlara göre, beş yıl Atatürk’ün topçuluğunu yapmıştı. Hatta, gösterdiği kahramanlık nedeniyle kendisine gümüş kaplı bir kılıç hediye edilmişti. Hacı Mehmet’in bir başka özelliği ise avcılığa meraklı olmasıydı. Çok iyi bir atıcıydı. Abdullah Çatlı’nın dünyaya geldiği iki katlı evin reisi, dede Hacı Mehmet’ti. Ev kalabalıktı. Hacı Mehmet, oğulları ve gelinleriyle oturuyordu. Üç oğlu; Salih, Derviş ve Ahmet… Üçü de nakliyecilik yapıyordu… Kamyonları vardı, adı: Azimli… Azimli, Anadolu’nun tozlu yollarında yıllarca yük taşıdı. Abdullah Çatlı, Ahmet-Remziye çiftinin yaşayan üçüncü çocuğuydu. Onu Zeki takip etti. Beşinci ve son kardeş ise yine bir kızdı: Hülya… Beş çocuğun içinde Abdullah’ın yeri annesi için hep farklı oldu.

Çünkü Abdullah, annesinin başını eğilmekten kurtarmıştı. Remziye Hanım büyük oğluna düşkünlüğünü her fırsatta gösterirdi. Sanki en çok onu öpüp okşardı… Anadolu’da babanın çocuklarını kucağına alıp okşaması ise ayıp sayılırdı. Bu geleneğin, Abdullah Çatlı’ya da sinmiş olduğu, yıllar sonra kendi çocukları olduğunda görülecekti. Menderes sevgisi 27 Mayıs askerî müdahalesi olduğunda küçük Abdullah dört yaşındaydı. O, sabaha karşı dedesi Hacı Mehmet’in radyodan dinlediği ihtilal bildirisini okuyan sesin sahibinin, yani Albay Alpaslan Türkeş’in, gelecekteki yaşamında ne kadar büyük bir rol oynayacağını elbette bilemezdi… Adnan Menderes hükûmetinin askerî bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılması, Demokrat Parti sempatizanı olarak bilinen Çatlı ailesinde üzüntü yarattı. DP’li bakanlar ve milletvekillerinin tutuklanıp Yassıada’ya gönderilmeleri, uzun süren yargılamalardan sonra da başbakan ile iki bakanın idam edilmesi bu üzüntüyü daha da artırdı. Çatlılar yaşamları boyunca hep sağ partilere oy verdiler… İlkokul Abdullah Çatlı, küçüklüğünden beri hep farklı bir çocuk oldu. Mahalledeki oyunları o tayin etti. Nerelere gidileceğini hep o söyledi. Örneğin, Nevşehir’in tarihî kalesine gidilip oyun oynanacaksa, buna kendisi karar veriyordu. Daha küçücükken maceraya düşkündü. Nevşehir çevresindeki kale, külliye, han yıkıntılarına gidip oyun oynamayı çok severdi… Sevmedikleri de vardı; patlıcanlı yemekleri ağzına bile koymazdı! Ama etli biber dolmasına bayılırdı. Bir de Kızılırmak’tan tutulan alabalıklara…

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir