Bir film düşün. İlk sahne sıradan bir olayla başlar. Film ilerledikçe gelişmelere inanamazsın. Dehşete kapılırsın. Film biter. Etkisinden kurtulamazsın. Korkarsın. Bu kitabın yazım sürecinde ben bunları yaşadım. İşte; ilk sahne: Altı yıl önceydi… Bir haber gazetelerde ve onlarca haber sitesinde yer aldı: “Ankara Hıfzıssıhha Gıda Denetim Bölüm Başkan Yrd. Gönül Özdeğer ve iki asistanı solitin adlı kimyasal ile ilgili çalışmaları ve yayınları dolayısı ile ölüm tehditleri aldıklarını açıkladılar ve savcılığa suç duyurusunda bulundular.” Allah! AHah! Neydi bu “solitin”? Haberde şu bilgi vardı: Kimyasal bir maddeydi. Süt ve süt içeren ürünleri satan şirketler, maliyetlerini düşürmek için ürünlere, bu zararlı kimyasal maddeyi ekleyip raf ömrünü uzatıyordu. Yoğurt, ayran, peynir, gofret, çikolata vs. içine bu “tebeşir-alçı taşı” gibi olan “solitin” koyarak insanları zehirliyorlardı! Böbrek rahatsızlıklarının, devamlı yorgunluk halinin, hafıza kaybının ve konsantrasyon bozukluklarının ve hatta şizofreninin sebebi işte bu “solitin” idi. Bu bilgiyi kamuoyuyla paylaşan kişi, Ankara Üniversitesi Hacettepe Tıp Fakültesi Biyokimya Bölümü’nden Yrd. Dç. Dr. Gülden Semavi adlı akademisyendi. Süt içen, çikolata-gofret yiyen çocuklarımızı zehirliyorlardı. İnanılacak gibi değildi… Ama… Bu haber tümüyle yalandı! – “Ankara Hıfzıssıhha Gıda Denetim Bölüm Başkan Yrd. Gönül Özdeğer” diye biri yoktu. Zaten öyle bir kurum da bulunmuyordu. Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkez Başkanlığı Gıda Güvenliği ve Beslenme Araştırma Müdürlüğü vardı. – “Ankara Üniversitesi Hacettepe Tıp Fakültesi Biyokimya Bölümü’nde Yrd. Doç. Dr. Gülden Semavi” diye de biri yoktu. – “Solitin” diye bir kimyasal madde henüz keşfedilmemişti! Hepsi hayal ürünüydü. Bu bir kara propaganda idi. Peki. .. Haber yapılan, sosyal medyada binlerce kez paylaşılan makaleyi kim hangi amaçla yazdı? Bu soru, bu kitabın yazılmasına neden oldu! Evet… Okuduğunuz makale baştan aşağı yalandı. İyi de . .. Yoğurt, süt, peynir, ayran gibi yiyeceklere-içeceklere raf ömrünün uzatılması, tatlandırılması vs amaçla çeşitli kimyasallar eklendiği; ve fiziksel-endüstriyel işlemlere tabi tutulduğu da bir o kadar gerçek değil mi? [1] Kuşkusuz… Süt ve süt içeren ürünlere ne olduğu belli olmayan “solitin” koyup satmıyor gıda şirketleri. Bu yalan haber hakikatin üzerini kapatmak için mi medyaya sızdırıldı? [2] Oğlumla bir gün Beşiktaş çarşıdayız; ayran içmek istedi. “Ayran neden yapılıyor,” diye sordum. Bu sorumu tuhaf bir yüz ifadesiyle “yoğurt” diye yamtladı. “Aldığın ayranın içindekiler bölümünü oku bakalım yoğurt var mı,” diye sordum. Okudu. Yoğurt yoktu. Yoğurtsuz ayran! Sadece bu mu? Peynir üretiminde kalan su sıcak plakalara püskürtülüyor; buharlaşma sonucu elde edilen toza “peyniral-tı suyu” deniyor. Tüm bisküvi ve kek sektörünün birinci sımf “dolgu maddesi” olarak kullamlıyor. Kilo fiyatı 50 kuruş. Yediğiniz bisküvi, kek, kraker vs paketlerin üzerini bir okuyun bakalım içinde şeker ve un dışında tanımadığınız kaç kalem malzeme var! Bir top keki toptancısı 15 kuruşa satıyor. Un, yumurta ve yağ ile yapsanız 30 kuruş malzeme maliyeti var; keza ambalajı, üretici kârı, nakliyesi ve toptancı kârı vs eklenince nasıl o fiyata satılabiliyor? çünkü kek değil; “kek benzeri kimyasal bir şey” alıp yiyoruz. Pul biberin, karabiberin, kimyonun içinde ne var? Kilosu 5 liraya satılan sucuklarda gerçek baharat mı var sanıyorsunuz? Örneklerini sayfaları çevirdikçe göreceksiniz, şaşırarak okuyacaksınız. Peki… Mesele basit bir gıda hilesi mi? Hayır. Mesele sandığınızdan çok daha büyük… Kitabı elinde tutan değerli okuyucu… Hadi sizi bıraktık diyelim; ancak çocuğunuza, torununuza ne yedirdiğiniz sizin sorumluluğunuzda. Kronik hastalıklara yakalanıp sonrasında bu hastalıkları genetiğimizle çocuklarımıza miras bıraktığımız da gerçek. Bu vebal çok ağır. .. Bilgi sahibi olmak zorundasınız. Sizi kandırıyorlar! Sizi, çocuğunuzu, torununuzu zehirliyorlar. Sorumlu olan sadece gıda şirketleri ve ilaç firmaları değil; siyasal iktidarlar bu kirli düzenin ortağı! Ve … Gizli seçilmişler bu işin planlayıcısı! Kim mi bunlar? Hepsini olgularıyla tek tek yazacağım… Son dönemde kamuoyunda, gerek kilo gerekse sağlık açısından yenilip içilenlerle yakından ilgili “organik” ve “doğal beslenme” konuşulur, yazılır, tartışılır oldu. Sağlıklı beslenmeyle ilgili uzman görüşlerini… Gazetelerde okuyorsunuz… Televizyonlarda seyrediyorsunuz… Radyolarda dinliyorsunuz… Kitaplardan okuyorsunuz. Fakat… Bu anlatımlarda bir eksiklik yok mu? Emile Durkheim’in ortaya attığı bir kavram var; “anomi.” Toplumsal hayattaki değer karmaşasını ifade eder. “Yabancılaşma” denebilir. Kavramın öncülerinden Ludwig Feuerbach şu sözü boşuna etmedi: İnsan yediği şeydir! Fransız sosyolog Claude Fischer “anomi” kavramına, 1980 yılında ek yaparak “gastro-anomi” kavramını üretti. Kavramla anlatmak istediği şuydu: Üretimden kopup pazara muhtaç hale getirilen insanın, gıda/ beslenme konusunda kafası çok karıştırılıyor! Tüketicinin ilgilendiği tek konu; hangi ürünün, hangi koşullar altında, nerede ve kimler tarafından üretildiğinden çok, istediği ürünü en ucuza kolayca nerede satın alabileceği! Haklı… Örneğin, Mersin Anamur’dan tek mevsimde gelip satılan ufacık muzun pahali, binlerce kilometre uzaktan Güney ve Orta Amerika’dan gelen iri Çikita muzun neden ucuz olduğunu sorgulamıyor tüketici! Yoksul yığınların tek arzuları haklı olarak karınlarını doyurmak. Sağlıklı olup olmadığıyla ilgilenecek kadar paraları yok. Hep en ucuzu arıyorlar. Diğer yanda binlerce reklam, [3] insanı yemeğe teşvik ederken yine binlerce beslenme-diyet uzmanı, hangi yiyeceğin-içeceğin sağlıklı, nelerin zararlı olduğunu söylüyor. Bu arada . .. Her dönem yayınlanan araştırmalar bir önceki rapor sonuçlarını çürütüyor! Yumurta, et, tereyağı, tuz ya da tam yağlı süt gibi kimi yiyecekler-içecekler bazen zararlı, bazen faydalı oluveriyor! Yıllar geçtikçe uzman kişilerin fikir ve’ tavsiyeleri sürekli değişiyor. Bu dönemsel kafa karışıklığının nedeni bilimsel gelişmeler mi? Hayır. Çünkü, bugün zararlı olanları dün de söyleyenler vardı. Sesleri hep kesildi. Bugün de aynı katı sansür sürüyor. Ve yine beslenme uzmanları aynı özgüvenle konuşuyor. .. Sonuçta… Tüketicinin üreticiye ve üreticinin ürüne yabancı-laştırıldığı bir gıda düzeni kuruldu. Görünen… Gıdalar korku kaynağına dönüştürüldü! Beslenme uzmanları “modern muskalar” yazıyor. İnsanlar her lokmada suçluluk duygusuna kapılıyor. Yoksullar ise ucuz bulduğuna seviniyor. Bitmez tükenmez beslenme lafları herkeste “adam sendecili-ğe” yol açıyor. Bu algı “politika ürünü” olabilir mi: Her sunulanın sorgusuz yenildiği piyasa düzeni! İnsanoğlunun -beslenme gibi- kültürel evriminin hızı biyolojik evrimini fazlasıyla aştı. İnsan varlığı son birkaç milyon yıl içerisinde önemli değişiklikler geçirdi. Fakat bunlardan hiçbiri son 75-100 yılda gerçekleştirilen teknolojik gıda değişimine / yeni beslenme biçimine uyum sağlayamıyor. Şunu demek istiyorum: Gen yapımız ve buna bağlı vücudumuzda gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar, doğal olmayan endüstriyel yiyeceklerin -tümüyle başa çıkacak yeteneğe sahip değil. Milyonlarca/binlerce yılda oluşması gereken evrim, birkaç yıl önce oluşturulan ve yapımı hızla süren teknoloji ürünü kimyasal gıdalara, genetiği değiştirilmiş yiyeceklere uyum sağlayamıyor. İşlenen, lifi alınan, nişasta ve şeker miktarı artırılan vs. yiyecekler sindirim sistemimizi darmadağın ediyor. Evet… Yediğimiz yiyeceği sindirmek, moleküllerine ayırmak ve besinleri bağırsaklarımızdan vücudumuzun geri kalanına dağıtmak için milyonlarca yıl içinde programlanan vücudumuz, beslenme değeri az ve kalorisi yüksek kimyasal gıdaları tanımıyor. İşte… Bu da vücudun bağışıklık sisteminin yıkılmasına sebep oluyor. İşte… Genler ve yiyecekler arasındaki bu uyumsuzluk, son yıllarda müthiş artış gösteren çok sayıda müzmin hastalığa neden oluyor. Düşünsenize, tarım toplumuna geçen insanoğlunun tek şeker kaynağı, bal idi. Bugün ise, -zararlı olduğu biline biline-1970’lerde keşfedilen nişasta bazlı şeker / mısır şurubu her yiyeceğin içinde! ABD’de 1935 yılında en yaygın ölüm nedeni grip ve ishal iken, günümüzde niye kalp ve kanser? Yaşlılıktan ölüm oranı azalıyor; insanlar genç yaşta kronik hastalıklardan ölmeye başladı. Baksanıza… Dünyada şeker /Tip 2 diyabet 1990-2010 yılları arasında yüzde 35 oranında arttı. Bugün Amerikan nüfusunun üçte ikisi aşırı şişman ve obez. İnsanoğlu yağ depolamak için evrilmedi. O halde… Hastalanmasına sebep olacak kadar yağı sürekli neden depoluyor? Beynin kafası karıştırıldı çünkü. Beyin, milyonlarca yıldır vücudun farklı yiyecekleri nasıl enerjiye dönüştüreceğini, nasıl depolama yapacağını ve nasıl yakacağını biliyordu. Oysa… Son yıllarda vücuda yiyeceklerle sokulan -şeker / nişasta gibi-bitmez tükenmez “enerji kaynaklarıyla” baş etmekte yetersiz kalıyor. Dolayısıyla vücut hastalıklara yenik düşüyor. Çok komplike bir sorunla karşı karşıyayız. Ne kadar yediğiniz değil, ne yediğiniz üzerinde düşünmelisiniz! Çekici, ucuz ve uzun raf ömrü olan işlenmiş / endüstriyel yiyecekleri dayatanların gizli amacı var mutlak. Sağlıksız olduğu ve insanı uçurumun kenarına sürükleyen gıdalar neden dayatılıyor? Niye yasaklanmıyor? Bakın… Bu iş sadece para için olamaz. Açlığı giderme yalanı hiç olamaz. Cehalet olamaz… Şarlatanlık olamaz. Kuşkusuz… Kapitalizm her yönüyle insan vücudu için yararlı olmadı. Küresel şirketler insanların arzuları ve cehaletiyle beslendi! Yanıltıcı kampanyalar düzenleyerek beslenme alışkanlıklarıyla oynandı. Teknoloji / endüstri insanoğlunun vücudunu yoldan çıkardı! Hasta etti. Hâlâ… Düş tacirleri tükenmek bilmez aldatmacayla zayıflama rejimleri uygulattı. “Greyfurt yiyerek yağlarınızı eritebilirsiniz” veya “yeşil çay içerek zayıflayabilirsiniz” gibi saçmalıklarla insanlar sürekli başka reçetelere yönlendirildi. Oysa hiçbir besin maddesi kesin olarak zayıflatıcı değildir. Zaten… Bütün insanlar aynı metabolizmaya sahip değildir. İnsanlar bilinçli olarak aptallaştırıldı. “Mucize rejim” diye safsatalar dayatıldı. Örneğin… “Forking” yani “çatallama” denen zayıflama yöntemi var. Ayda 1.5 kilo verdirecek yöntem şuydu: Yalnızca çatalla yenebilecek yiyecekleri yemek! Peki.. Tüm bu büyük gıda düzeninin bir “kurucusu” var mı? Var ise kim? Amacı ne? Bu işte bir bityeniği var. .. İnsanoğlunun yakın akrabası neandertal, kültürel uyumu sağlayamadığı için yok oldu. Şimdi sırada bizler /homo sapiens’in yoksulları-ezilmişleri mi var? Görüyoruz . .. Yediklerimize içtiklerimize dikkat etmezsek bizi yavaş yavaş zehirleyip öldürecekler. Kanserden kısırlığa kadar birçok rahatsızlığın sebebi endüstriyel gıdalar. Harvard Üniversitesi’nde “insanın evrimsel biyolojisi” konusunda çalışmalar yürüten Prof. Daniel E. Lieberman İnsan Vücudunun Öyküsü kitabında şunu yazdı: Biz sağlıklı olmak için evrilmedik, bunun yerine çeşitli ve zor şartlarda fazla çocuk sahibi olmak için seçildik. Bunun sonucu olarak, ne yememiz gerektiği, bollukta ve rahatlıkta nasl egzersiz yapmamız gerektiğine yönelik rasyonel seçimler yapmak için de evrilmedik. Buna ek olarak bize atalarımızdan kalmış olan vücutlarımız, oluşturduğumuz ortamlar ve bazen yaptığımız seçimler arasındaki etkileşimler sinsi bir döngü yaratmış durumda. Vücutlarımızın uyarlanmadığı şartlarda, yapmaya evrildiğimiz şeyleri yaparak kronik hastalıklara yakalanıyoruz ve sonrasında bu hastalıkları çocuklarımıza miras bırakıyoruz ve ardından onlar da hasta oluyorlar. Bu zalim döngüyü durdurmak istiyorsak, sağlıklı bir yaşamı destekleyen besinleri yemek ve fiziksel açıdan aktif olmak için saygılı ve makul bir şekilde özen göstermemiz ve bazen de kendimizi zorlamamız gerekiyor. Bu da yapmak için evrildiğimiz şeylerden biri. Maalesef öyle bir gıda düzeni kuruldu ki, keyif vermesi gereken yiyecekler, endişe hatta suçluluk kaynağı oldu! Hekimler sürekli uyarıyor. Onlarca uzman yazıyor, konuşuyor: “Şunları şunları yemeyin!” Haklılar. “Onu yemeyelim”, “bunu içmeyelim!” Tamam! Ancak… Meselenin dile getirilmeyen/ gizlenen çok önemli yönü var: Doktorlar, uzmanlar sadece “gıda terörüne” sebep olan yiyecekleri söylüyor. Bir eksiklik yok mu: Bu “kimyasal zehir düzenini” kimler yarattı? “Gıda teröristlerini” pazara sokan perde arkasındaki “baronların” amaçları ne? Hangi küresel şirketler, ABD-AB dayanağıyla, IMF-Dünya Bankası-Dünya Ticaret Örgütü “şeytan üçgeniyle” Türkiye gibi azgelişmiş ülke pazarlarına girdi? Tarımı nasıl ve neden teslim aldılar? Bu kirli gıda düzenini kimlerin kurduğu neden hiç gündeme getirilmiyor? “Zehir piyasasının” siyasi-iktisadi yönüne hiç değinilmiyor. DP’den, ANAP’tan, AKP’ye uzanan siyasal iktidarların rolleri konuşulmuyor. .. Yerli işbirlikçilerinden bahsedilmiyor. Gıda konusunun arkasında yatan ekonomik ve politik gerçekler yazılmıyor. Ekoemperyalizmin “oyun kurucularından” hiç söz edilmiyor. Konu… İnsanı bıktıracak kadar “gıda sağlığına” sıkıştırılıp bırakılıyor. Bu “çağdaş esarete” sebep olanlar hep atlanıyor, görmezden geliniyor ve gizli amaçları üzerinde hiç durulmuyor. Saklanıyor. İşte… Eksik olan bu… Elinizdeki kitap bu ihtiyacı gidermek için yazıldı. Kitabın oklarının hedefinde sadece endüstriyel gıdaları üreten-satan küresel şirketler, yerli işbirlikçileri ve ANAP’tan AKP’ye siyasal iktidarlar yok. Türkiye gibi ülkelerin boğazlarından nasıl bağlandığı gerçeği yok. Türk tarımının nasıl yok edildiği yok. İnsanı kısırlaştıran, insanı yok eden ve hastalıklı bir dünya yaratanların büyük sırrı var. Sayfaları çevirdikçe sadece şaşırmayacaksınız, tedirginlik duyacaksınız. Kitabı yazarken aklıma hep Guliver’in Gezileri kitabı geldi. Batı medeniyetinin kötülüğüne ve adaletsizliğine dikkat çeken Doktor Guliver, insan doğasının kusurları üzerine fazla kafa yormaktan aklını kaçırır! Umarım bana öyle olmaz! Şaka… Evet insanın aklını kaçıracak bilgileri sıralamaya başlayabilirim. Sherlock Holmes’un ünlü sözüdür; “veriler olmadan kuram olmaz.” Önce bilgiler ile başlayıp sonra tezimi yazacağım… Yani, Descartes’in yolunu takip edeceğim: “Birincisi, açık şekilde bilmediğim bir şeyi asla doğru olarak kabul etmem. İkincisi, doğru çözüme ulaşmak için incelediğim konuyu mümkün mertebe küçük parçalara ayırır, sonra analiz ederim. Üçüncüsü, küçükten büyüğe doğru adım adım ilerleyerek düşüncelerimi netleştirmeye çalışırım. Nihayet, her durumun sonucunu ortaya koyup, genel olarak gözden geçiririm…” Evet, zorlu bir yolculuğa çıkacağız …
Soner Yalcin – Sakli Secilmisler
PDF Kitap İndir |
Neden devamı Yok