Soner Yalcin – Teskilatin Iki Silahsoru

“Dört kez hapse girdim. Yüzlerce kez gazetem kapandı. Sonsuz kayıplara katlandım. Tehdit gördüm, tahkir gördüm. Ben bütün gazetecilik hayatımda hep dikenli yolda savaştım. Onun zevkini ve acısını duydum. Fakat hiçbir gün yılmadım, mücadele yolundan ayrılmadım. Ne çektimse bu yüzden çektim, ne gördümse bu yüzden gördüm…” Zekeriya Sertel Giriş “Soner Bey beni arıyormuşsunuz!” Tanışmamız telefonda bu cümleyle başladı… Tarih 16 haziran 1999. “Sizi tanımıyorum, gazeteci ağabeyin ısrarıyla arıyorum. O ağabeyime güvenimden dolayı konuşuyorum. Size bazı bilgiler vereceğim. Sadece bir tek isteğim var; adımı, kim olduğumu sormayacaksınız. Sanırım siz de o gazeteci ağabeye güveniyorsunuzdur.” Doğan Yurdakul’la birlikte Bay Pipo kitabı üzerinde çalışıyorduk. Hiram Abas’ın ASALA operasyonlarında görev aldığını öğrenmiştik.


Fakat elimizdeki bilgiler kısıtlıydı. Hürriyet gazetesindeki ağabeyimiz sayesinde Torun “Yakub Cemil”e ulaştım. Daha doğrusu o beni buldu. O gün telefonda yirmi dakika konuştum. “Sizi bir daha aramayacağım. Lütfen siz de beni bulmaya çalışmayın. Söylediklerime inanırsanız yazarsınız, yoksa siz de diğer meslektaşlarınız gibi birkaç çapulcunun halkı kandırmasına alet olursunuz” dedi. Söylediklerinin bir bölümünü Bay Pipo kitabında yazdık. O yirmi dakikalık telefon görüşmesinden sonra bir daha aramadı. Bay Pipo kitabı çıktı. Bir akşam yine telefonla aradı. “İlginç bir kitap yazdığınız söyleniyor. Bana bir tane gönderir misin?” dedi. PTT’den kiraladığı posta kutusuna gönderdim. O günden sonra kitapla ilgili konuşmaya başladık.

Söylediklerini yazmamak üzere anlaşmıştık. Bu görüşmelerde beni en çok şaşırtan yanı, onun Yakub Cemil’in torunu olduğunu öğrenmem oldu. Bir telefon görüşmemizde, “Beyrut’ta ben neden Yakub Cemil kod adını kullandım, biliyor musun?” diye sordu. “İttihat ve Terakki’nin yiğit bir silahşorunun adı olduğu için” dedim. “Sence yiğit biri miydi?” dedi. Ne demek istediğini anlamamıştım. Sorusuyla bir yere gelmek istiyordu ama… “Hayatı konusunda fazla bir bilgim yok, ama yiğit biri olduğunu biliyorum” dedim. Sonra anladım ki “yiğit” lafı çok hoşuna gitmişti. “Yakub Cemil benim dedemdir, o nedenle adını kullandım” dedi. Aklıma faili meçhul cinayete kurban giden Binbaşı A. Cem Ersever geldi. Ankara’da Zafer Çarşısı’nda oturup sohbet ederken, “Biliyor musun biz Arnavut göçmeniyiz, Resneli Niyazi yakın akrabamızdır” demişti. Aldırmamıştım, aslında doğru veya yalan olup olmadığını bile araştırmamıştım. Bu nedenle yazdığım Binbaşı Ersever’in İtirafları adlı kitabıma da sohbetin bu bölümünü koymadım. Sekiz yıl sonra, Bedrettin Dalan’la yediğimiz bir öğle yemeğinde konu Binbaşı Ersever’e geldi.

Dalan, Ersever’i tanıyordu. “Ben araştırdım Ersever’in Resneli Niyazi’nin soyundan olduğunu öğrendim. Kan davası nedeniyle Rumeli’den göçüp Erzurum’a yerleşmişler” dedi. Resneli Niyazi, meşrutiyet için dağa çıkmış, 31 Mart gerici ayaklanmalarını bastırmak için İstanbul’a gelmiş, hiçbir makam, rütbe istememiş, çiftliğine çekilmiş ve orada hasımları tarafından kan davası nedeniyle öldürülmüştü. 1908 yılında Resneli Niyazi gibi Enver Paşa da dağa çıkmıştı. Yakub Cemil her daim olduğu gibi yine bu macerada da Enver’in yanındaydı. O tarihte dağa çıkan Resneli Niyazi’nin akrabası Binbaşı Ersever’in anlatımlarını kitap yapmıştım. Şimdi Yakub Cemil’in torununun anlattıklarını neden kitap yapmayayım diye düşünmeye başladım. Binbaşı Ersever anlattıklarının yazılmamasını istemişti. Öyle yapmıştım. Ancak o öldürüldükten sonra yazdım. Öyle yapmak zorundaydım, bu her gazeteci için tarihsel bir sorumluluktur. Torun “Yakub Cemil”de durum daha farklıydı. Bırakın söylediklerinin yazılmasını, benimle yüz yüze gelmek bile istemiyordu. Telefon numarasını bile vermiyordu.

Aramak istediğinde akşamları işyerime değil evime telefon ediyordu. Belki bir gün ikna ederim diye, telefon sohbetlerini ayrıntılarıyla not almaya başladım. Bu arada Dede Yakub Cemil’i araştırmaya başladım. Artık telefon sohbetlerinde Dede Yakub Cemil’le ilgili sorular da soruyordum. Çok hoşuna gidiyordu. Bir gün dedim ki: “Yakub Cemil’in hayatını yazmak istiyorum, bana yardımcı olur musunuz?” Çok sevindi. 2000 yılının nisan ayı sonları. Ankara’da buluşmaya karar verdik. Sözleştik, lüks bir otelin lokantasında akşam yemeği yiyeceğiz… “İriyarı gövdesi, geniş omuzları, kırmızı yüzü, kimi zaman saf ve temiz, kimi zaman sert ve ateşli bakışları, şiddetli imanlı konuşmaları ve ataklığı ona arkadaşları arasında özel bir yer sağlamıştı.” Yakub Cemil’i anlatan kitaplar söz birliği etmişçesine onu bu cümlelerle tanıtır.1 O gece Ankara’da, Yakub Cemil sanki o tarihî kitapların sayfalarından çıkıp karşıma gelivermişti! Tıpkı dedesine benziyordu. Takım elbiseliydi. Tedirgindi. Ben de öyleydim. İlk dakikalarda ikimiz de hissettirmeden birbirimizi inceliyoruz.

Benim gibi onun da kafasında aynı soru vardı: ne kadar güvenilir? Bunu zaman gösterecekti. Rakı içmeye karar veriyoruz. Ve gece yarısına kadar sürecek sohbetimiz başlıyor. Kâh Dede Yakub Cemil’in, kâh Torun Yakub Cemil’in hikâyesini konuşuyoruz. Yüzündeki tebessüm sadece bir konuya geldiğinde asılıyor: “ASALA’yı biz bitirdik” diyen eski Ülkücülere. Bazen kendini tutamayıp küfür bile ediyor. Ben inadına üzerine gidiyorum: “Siz susarsanız, meydanı onlar doldurur.” Susuyor. Tekrar aile hikâyesine dönüyoruz. Her cümlesi beni şaşırtıyor. Örneğin, babasının eski bir subay olduğunu öğrendiğimde olduğu gibi. Üstelik babası da, 27 Mayıs (1960) ve 22 Şubat (1962) ve 21 Mayıs (1963) askerî hareketlerine karışmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nden atılmıştı. Ama istihbarat servisinde çalışmaya başlamıştı. Sohbetten oldukça keyifli hale gelmişti.

Ancak saatler gece yarısını geçmişti ve lokantada bizden başka kimse kalmamıştı. Kahvelerimizi içerken evinin telefon numarasını verdi. Anlaşılan artık bana güveni gelmişti. İstanbul’a döndüğümde telefonla sohbetlerimiz sürdü. Ankara’ya gittiğimde kafelerde, lokantalarda, otel lobilerinde görüşüyoruz. Ama geceleri mutlaka bir lokantaya gidip rakı içiyoruz… Bir gün evine misafir oldum. Ev askerî müze gibiydi. Her duvarında babasının, dayısının ve özellikle dedesi Yakub Cemil’in fotoğrafları, beratları, ödülleri, kamaları, porselen tabakları asılıydı. Salonda Yakub Cemil’den kalma iki adet kahve fincanı ve likör bardakları vardı. O tarihî fincanlar ve bardaklarla Türk kahvesi ve likör içtik. Ve beklediğim gün geldi. Ankara’da, Anayasa Mahkemesi binasının bulunduğu semtteki ünlü bir lokantada yemek yerken onu ikna ettim. Dedesi Yakub Cemil’i anlatırken, bazen torununun katıldığı operasyonlardan da kısaca bahsedebilecektim. Ancak ismini saklayacaktım. Bir kamu kuruluşunda çalışıyordu, emekliliğine az bir süresi vardı.

Başına “çorap örülsün” istemiyordu. Ayrıca anlatmayı övünme sayıyor ve bunun ayıp olduğunu söylüyordu. İkna olacağını hiç düşünmemiştim. Son dönemlerde de umudum iyice azalmaya başlamıştı. Ama “izni koparabilmiştim” işte. Aylardır yaptığım uğraşın mükâfatını almıştım. Keyifle İstanbul’a döndüm. Telefonda ve sohbetlerde anlattıklarını bilgisayara aktarıyordum. Notları yazdıkça heyecanlanmaya başladım. Bu arada sohbetlerimiz derinleşti. Güvendiği kadarıyla her olayın ayrıntısını anlatmaya başlamıştı. Kitabın sonunda hâlâ kendine sakladığı, söylemeye çekindiği anıları var. Ancak kitabın tümünü okuduğunuzda da bunların sadece bir teferruat olduğunu göreceksiniz… Torun Yakub Cemil’in anlattıklarının ne kadarı doğru, ne kadarı abartılı ve ne kadarı yalan? Karar okuyucunun! Ama şundan eminim; ASALA’ya karşı yapılan eylemler bir devlet operasyonuydu ve o, bu operasyonun bir parçası olarak görev almıştı. Belki haklı olarak kimliğinin ortaya çıkmaması için zaman, mekân ve isimleri değiştirmiş olabilir. “Olabilir” diyorum çünkü kendisi gerçeği olduğu gibi anlattığını belirtiyor.

Belki de benimki salt gazetecilik kuşkuculuğu! Öyle veya böyle, bence bunun pek önemi yok. Olayın “biçimi” değil, “özü” önemli. O da bunu anlattı. Gelelim kitapla ilgili bazı notlara. Öncelikle diline. Torun Yakub Cemil olayları nasıl anlattıysa, sözcüklerini bile değiştirmeden olduğu gibi yazdım. Anlatımlarına katkıda bile bulunmadım. Kitabı önceden okuyan bazı arkadaşların “Olayları biraz süsleyerek anlat” ikazlarına rağmen bunu yapmadım. Yaşanan olayları ben nasıl dinledimse, okuyucunun da öyle doğal okumasını istedim. İstedim ki, okuyucu bu anlatımdan ve onun kendi dilinden Torun Yakub Cemil’in kişiliği hakkında bilgi sahibi olsun. Dede Yakub Cemil’in anlatımlarına gelince… Okuyucuyu o günlere götürmek için elimden geldiğince “eski Türkçe”yi kullanmaya çalıştım. Ancak yine de anlaşılır olmaya gayret ettim. Örneğin, zaman, mekân ve uzunluk birimi gibi ölçütlerde günümüz dilini kullandım. Dede Yakub Cemil’in yaşamöyküsünü, torunun anlatımlarından ve o dönemle ilgili kitaplardan derledim. Dede Yakub Cemil’in anlatımlarında olayların arkasındaki İngiliz, Fransız, Rus ve Alman “parmaklarını” göremeyeceksiniz.

Örneğin Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’nın suikast sonucu öldürülmesinde, İngilizlerin muhaliflere yardım ettiği iddiaları o günlerde ve o günleri yaşayan kişilerin anılarında fazlasıyla yer alır. Bunlara yer vermedim. Çünkü Dede Yakub Cemil’in donanımı bunları anlamaya müsait değildi. O sadece bir silahşordu. Siyasetle ilgili değildi. Onun ağzından paylaşım kavgalarının iç siyasetteki izdüşümünü anlatmak abartılı olacaktı. Bu konulara hiç girmedim. Sadece bir silahşorun gördüklerini yazmaya çalıştım. Torun Yakub Cemil’de de benzer üslubu kullandım. Bu kitap Dede Yakub Cemil ve Torun Yakub Cemil’in bakış açılarıyla kaleme alındı. Benim katılmadığım, hatta beni zaman zaman rahatsız eden bölümler, olaylar oldu. Ancak bunları yine de yazdım. Benim görevim yaşananları değiştirmek değil, olduğu gibi, aktarıcıların anlatımıyla sizlere sunmaktır. Kızalım, üzülelim, beğenelim, karşı çıkalım, ne yaparsak yapalım, o hayat onların hayatı. Ve bunlar yaşamın, tarihin katı gerçekleri… Bu kitap ne bir öykü, ne de bir roman.

Bir akademisyenin çalışması hiç değil. Bu bir gazeteci kitabı… Gazeteci bu kitapta tarihsel gerçeklerden yola çıkarak, yaşadıkları dönemin önemli tanıkları, dede-torun iki silahşorun yaşamöyküsünü yazmaya çalışmıştır. Yazarın kuşkusuz bir iddiası vardır; rejimler, sistemler ve isimler değişse de, hep bir “Teşkilat” vardır! Bunun adı Teşkilatı Mahsusa da olur, Özel Harp Dairesi de!. Bugün bu iki teşkilat tarihteki yerlerini alsalar da, onların görevini başka devlet birimleri yerine getirmektedir… Objektif olmaya çalıştım; Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Müslüman, Hırıstiyan, Musevî kimliklerden sıyrılmaya gayret ettim. Ne derece başardım bilmiyorum. Yazarın bazen duygusallaştığı anlar olmadı değil. Belki bu da, yazarın “1908 Devrimi”ne (İkinci Meşrutiyet) inanmasından ileri gelmektedir. Bu tür tartışmalara girmeden sizleri kitapla baş başa bırakıyorum. Takdir kuşkusuz okuyucunun… Gelelim teşekkür safhasına… Feza K. Yalçın, bazı bölümlerin yazılmasını bizzat üstlendi. Özellikle Dede Yakub Cemil’in Rumeli’de, Trablusgarp’ta, Kafkasya’da süren ve Kâğıthane’de biten yaşamöyküsünün yazılmasında büyük katkıları oldu. Beste Önkol, “Kim kimdir” bölümünün yazılmasına ve kaynak araştırılmasına yardımcı oldu. Cihan Yavuz, başta Cemal Kutay olmak üzere bazı “tarihi kaynaklarla” görüştü. Bir teşekkür de Bahadır Özdener’e yardımlarından dolayı. Ve Cüneyt Özdemir.

Herhalde o olmasıydı kitabı yazmak için gerekli zamanı bulamazdım. Ayrıca sürekli teşvik etti, moral verdi. Bir teşekkür de tüm Doğan Kitapçılık çalışanlarına. Artık söz, Teşkilat’ın iki silahşorunda!.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir