Vüs’at O. Bener – Bay Muannit Sahtegi’nin Notları

YİNE öldürgen bir intihar sabahı, yirmi miligram nobraksin almama karşın, ellerimin titremesini önleyemiyorum; kaydın bay Muannit Sahtegi, yapma, seni konuşmak değil, yazmak kurtarır derken, yani günlük adı altında ilk üç beş tümcenin yazıldığı günden tam üç yıl sonra, yeniden başlamayı deniyorum. Yoksa, galiba, dün gördüğüm, yanı başında sulandırılmış rakı şişesi, dilenen ihtiyardan beter yıkılmış olacağım. Neyi, nasıl, niçin kurtarmak? Neden bunca korkmak yıkılmaktan, yok olmaktan. Canlılık rastlantısal oluşumu, geciktirilebilir avuntusuna sığınmayacağım, tek kuşkulu güvencem, gücüm bu. Hadi çabuk, iç çek biraz, zayıflığını kimse görmüyor nasıl olsa. Sonra bırakma, salma kendini, yaz ince eleyip sık dokumadan, kim ne derse desin. Ardına kalmamayı erdem saymak, hele günübirlik kime ne’lik yaşamaları kâğıda geçirmemek; unutulurum kaygısıyla başvurulan sığ yöntemlere tepki burnubüyüklüğüdür; bunca ertelemek, durup dururken kesivermek de belki. Kolay suçlanabilen: zaman. Beni geride bırakan, koyup giden. Ne atbaşı koşabiliyoruz, ne yarışı önde götürebiliyorum. Böylesine amansız, çılgın, yenik boğuşma. Yazarken sözde dural olan, kaçıyor elimin altından. Nasıl ileneyim bilmem! Hani sövgü öfkeni uyarır ya da yatıştırır. Neden bunca doğuştan uygarsın. Hiç insanca yanın yok.


Sevemiyorsun. Savın boş. Nesin sen? Oysa isteyebilsen, istemeyebilirdin de. Hadi oradan, bilinçsizliğimin aç bilinci! Ne koşu! Barış kurulamayacak aramızda. Emekliye ayrılışımın aşağı yukarı on beş gün, … saat … dakika farkla yıldönümü imiş; görece ölçümleme diliminde durdurulabilseydi zaman. Demek ben hep geçmişi tüketmemiş varsayacağım, günümden caydım, dakika aynılığından bile söz edemeyeceğim. Her anlatım, yaşamaları değil, ölüm saptamalarının, değişimlerinin karikatür öykülemesi olacak. Ne demeye, üç yıl önce ‘bir kurtuluşsuzluk gevezeliği’ demişim. Şimdi bile, hemen, hemenden sonra hemen, bir tansıklık oluşacağı aptal sevinci, kırgın beklentisi içimi karıştırmıyor mu? Taşıllaşır umuduyla, susku öncesini, yeryüzü çekiminden kurtulamaz bilgisizliği yüzünden, bir demir gülleye bağlayıp çamurlu dibe salmıştım. Derine adamakıllı gömülmüştür, daha da gömülmektedir ola ki, sökülemez, yüzevuramaz, vurmamalı, bugünden gidebildiğimce ileri gidebileyim, saçma’yı saçma kılmayı deneyeyim, geri dönüşlerin artık taşınamazlığında, unutarak, geri dönüşler ve tortulaşmaların havası alınmışlığında bocalayacağıma diyordum, oysa biliyordum, biliyorum demeyi yeğliyorum hâlâ, hep o geçmiş zaman kipi kullanılacak, hiç değilse hangi zaman kipinin kullanılması zorunda kalınacak, onu mu biliyorum demeye getiriyorum, iyi, böyle bir payandasızlıkla nereye varılabilir, ne yapılabilir? Bellek; olması gereken mutlulukları, o sağlam kısırlığı değil, acımaları, acınmaları, yaratılışıma bağladığım, yaratılışımın salt kendi dokusal, kalıtımsal, nasıl bozulması gereken bir kimyasal bileşimse, onun uygunsuzluğu, uyumsuzluğunun olanları yazgılaştırdığı, olabilecekleri bile yazgılaştıracağı sanısını yaşatmaya kalkışacak, komayacak silik yazıtlar yerine belki söylence serüvenlerin boy atmasına. Zaman eğrisi benimle birlikte, bana bağımlı ne denli kendiliğinden çizildiyse, ben zamanı yitirinceye dek, onun ona yükletilen aracısı olmayı benimseme alçakgönüllülüğüne o denli katlanmış görüneceğim. İşte böyle, değer yargısı derdine düşmeden, elim değdikçe, sıcağı sıcağına, olabildiğince keçiboynuzu ayrıntılar tatsızlığına da bulaşarak yazmalıyım baskısına karşı boğuştukça, başlangıç paranoyasında boğulmuş bulur adam kendini. Elbette, dünün –kendini korkunç kınayarak– içkiyi bırakma kararını baltalayan rastlantıyı canıma minnet bildiğimin ayrımındayım. Bu gece kuruyemiş eşliğinde bir şişe ucuz şarap tuzağının yenikliğine razı olsam da öyle mi başlasam? Başlamak belası. İnadına Schönberg’den yay çekiyor radyo.

Dağıtmamak, sağaltmak. İyi gidiyordun, tabipliğin tutmuştu, eski yazdıklarının temize çekilmesi kasetçiliği yeterliydi hani, ne oldu? Lütfen durma, silkin. Yoksa… Hey aygın gündüz! Dingin, dengeli, kıraç akıllı olmaya özenti, gülünçe uyum sağlamak. Yinelemeci olmamalısın. Yine de çalacaksın kendinden. Olmuyor değil mi? Özrün var. Bak, daha birinci sayfanın on yedinci satırından bir sözcük ileri gidemedin. O zaman da gidemeyecektin. Ha bu gün, ha yarın’la sözde beni kandıracaksın. Neden öldürülmeye yaraşmıyorsun anladın mı? Anlaşılmak ille de! Neymiş, iki nedeni varmış girişimimin. İlki, aşağı yukarı sekiz yılı dolduran, yasal deyimiyle evlat edindiğim çocuğa tuhaf uyduluğumun bir yıla yakın bir süre için kesintiye uğrayacak olması, Fatoş’u uzak bir yabancı ülkeye yolcu etmiştim, ikincisi, yaşımın göstergelerini sönüş yakınlığına yapışık saymaklığım. Başka gerekçeleri yok diyebilsem. Belli, besbelli, paraşütü açılmıyor ürkütücülüğünü kullanan planör pilotçuğum, umutsuzluk ağıtçısı sen, bildiğim sınırlılığın hacıyatmaz deliliği oyununa kapılıp gideceksin. Gülümse. YAMACINDA yaşayan, kapılarını bana açmak yanlış dostluğunu esirgemeyen, bence, İncil’i öpeyim, çocuk yürekli insanlarla bir geceyi yarılamak, seni duymaya yaradı, özlemini çoğaltmakla bozguna hazır, göstermelik iç dengemi altüst etti.

Hiç sinirlenme, geçecek, düzleme, yalına oturmaya çalışacağım. Sabır isteme küstahlığımı bağışla. İlezeliğime mask geçirme telaşı. Tuba gücümü yitiriyorum artık. İvme hızlandı kısaca. Gösterişçi ya da yenileyin öğrendiğim deyimle ‘gösterimci kara’ olmadığımı kabul edebilir misin? Senin o köpeksi gülüşümlerinin, Çehov gözlüklerinin ardında yatanın, öyle ahım şahım yaşam saltanatı olmadığını, hiçbir şeye güvenmeyerek söylememe izin ver. Bay Sahtegi, yeni olmayan, aklınca duyulmadık biçim engebelerine alıştırmalar peşinde diyeceksin, deme istersen, kimi dostların iğvasına kapılıp şiir yarışmasına katılmak avanaklığıma kızagülüyor gibiyim. Onurum batsın. Bence hafife alınmayacak yeteneğimi azdırır umuduma destek olunabilseydi… Avuç açmayı içime sindirsem de, kim, niçin kanını zehirletsin bile isteye. Herkesin bayıldığı zenaate alışamadım, neye alışabildim ki! Yapım en büyümsenir tutkulara bile yatkın, yetkin değil. Kurak, çorak. Benim habire kızamık döken sataşkanlıklarıma psikasteni aşılayarak, onca coşku sevdalısıyken mutsuzluk doğuran Pinokyo çocuğumun sorumluluğunu sözümona üstlenme bunaltısı cabası. Taşıyamıyordum, taşıyamaz oldum. Anlamak işim değil, anlatmak hiç, o da anlamazdan gelmek direnisinde usta. Neden taşıtayım, hele gönülsüzlük apaçık ortadayken.

Sen de hoşgörmesene sakalı kurallı adam. Bir gece dayanamayıp, “beni tanımıyorsun” başkaldırını anımsamaklığım kurtarmıyor seni, hâlâ kışkırtılıyorsun. Uzattım. İmdi kardeş, lotus çiçeklerinin çelebi tohumu, bizim köyün gömütlüğü göründü. Kıvrıldığım midye yatak, nasılsa elimde kalmış sekreter masası, ötemi berimi tıkıştırdığım kapısı mandallı dolabımdan başka satılık güvencem yok. Ha, bir de onarım budalası, mızıkçı daktilom. Onlar da olmamalıydı. Ellerim de, kimbilir kimden kollarıma dikilmiş. Beklenen oldu, kapı önüne konuldum. Sugötürmez haklılığı. Göğüs germenin sınırı aşıldığı için kuşkusuz, yorgan iğnesi sokularak pörsük gövdemin duyarlılığını galiba hiç yitirmeyecek tüm sinir düğümlerine. Ara sıra gereksindiğini umarak uğruyorum yine de ona. Kuyruğum kısık. Deliriyorum dayanmasına tekbaşınalığa. Soluğu, uluduğum şu büro odasında alıyorum.

Onu verene de minnet yüklü boynum. Ele güne mutaç bırakamam çocukcağızımı. Huyum kurusun. Bırakamadığım nice nafile alışkanlıklarımın içinde herhalde en horlanmaması gereken ibrişim bunca kaldığı için olacak. O da koptu mu, tepetaklak gidecek yaşam bağı. Uslanmaz genlerimin unulmaz kıskacı. Süt ve rakıyla yaşanabilir savını kanıtlama peşindeki koca resim ustası İmadettin Ruhsavul’un kilidine kimsenin burnunu sokamadığı bir kapısı varmış. Geçerli sevimlilikler yani. Akıl küpü belki, lakin çılgınlık züğürdü sanırım, yenileyin ayrımına varmış değilim bil, karıcığınla konuş, şu kışı sağ çıkarabilirsem, o yörelere gelmek düşüne kaptırmak istiyorum kendimi. Kapıcılık mı, bana azbuçuk öğrettiğiniz bahçıvan yamaklığı mı olur, kiramı, kopasıca gırtlak giderimi karşılayabilecek bir iş uydurun bana. Yaptığı beyinsizlik sayılan eylemlerin en imparatoru, siyasal sığınma hakkı ister. Salt tekillik. Bana özgü damaltı. Tavanı yıldızlara bakak olmasın. Derseniz ki, başka kapıya, alışığım, inini kendin bul… Tamam canlar.

Soyu Sahtegi, muannittir ve tepeden tırnağa ittir, def olur gider, mağarası bol bir yerlere, gidemese de gittiğini varsayar. Canına kıyamaz, o kesin. ……………… YOLCUMU hava alanından geçirirken, geleceğe yönelik kişisel, bir yandan onun adına kaygılarla çırpıntılı yüreğim, öfkeyle soğuma arasında yalpalayarak benimle başetme savaşımını epey kazanmış gibiydi. Vurgu duraklamasını da yavaşlatsa, hele bir durdurabilse, soluğumu körüklemekten cayabilse beklentim, gitgide umarsızlığa dönüştü. Göğsümdeliğini duyuruyor bana inat. Eylem ne benden, ne ondan gelebilecek. Anlaşılan önyazgı yine ahmaklığa yargılı kurbanına sünepe oyununu sürdürüyor ve ben her zaman olduğunca yufka direncimin de kırıldığını kavrayamayarak, iyicil yenilginin bilincinde bile olamadan, olana bitene yarı baygın bakakalıyorum. Onunla birlikte giden kız arkadaşını, göz kapakları yangılı babası, gözsularını sicimlendirmiş doğurgan kalçalı anası, bir dolu al dudaklı tanışı, akrabası uğurlamaya geldiler. Fatoş, “bir sen varsın yanımda duran”, dedi. Böylesi umulmaz duygu kaçağının, tek benim vefalı, dost olduğumu sezdirmek kurnazlığı, gereksemesiyle pek ilgisi yoktu sanırım. Yalnızlık giyinen, yalnızlık soyunandı, yakınmaya salt bu yolla hak kazanıyordu ayırdında olmadan bana kalırsa. Neden gitmesi gerektiğini sora sora gidiyordu işte. Gerekçeli olsun olmasın, gereklilik inandırılmışlığı, ikilem sancıları canından bezdirir insanı. İlengen, burunduran, dayanamayacağımı sandığım gerçek Robinson’luk çukuruna yuvarlanacağımı duyumsama alçaltıcılığı, yalvarmaya değin vardırmıştı gurur kırıcılığımı. Boyuna suçlanmıştım.

“Başımı sokacak bir çatı olsun almadın bana.” Alamayacağımı, zırkorkaklığımı bilip durmasına karşındı, bu süreğen hırpalama. “Bir kez olsun beni dinle!” Geçmiş ola. Gidilecek, gülünç olunamaz elaleme. Şimdiye dek aklım neredeydi. Hiçbir yerde olamayan aklımın nerede olduğunu ben ne bileyim. Geçirmeye gelmek istememiştim oysa. Küskündüm iyice. Kaçınılamazlık kötü huylu uru, istencin yönlendiremediği antikorların darmadağın saldırılarıyla ara sıra duraklasa bile, kemirgenliğini geliştirdi hep. Söylemiştim de gelmek istemediğimi, ama arabalı arkadaşının ‘mazeret beyanı’ üzerine hava alanına otobüsle ulaşılmasından başka çare kalmayınca, omzunda heybesi, büyük ağır bavulu, tıkış tıkış çantasıyla, ‘güç durumda kalır’a sarıldım. Saydam, kemik parmakları, dal kollarıyla şuncağız ne eder, ne eyler, oracığa yığılıverir. Çatı sözcüğüne zoraki indirgenmiş burgu sızlanma, hep kendine çevrik olmasını doğal saydığı ilgi genişlemesini nasıl daraltmaya zorlandığının açıklama aracıydı. Evine düğümlenmişti tüm yaşamı. İyeliği başkasının, onca kendi evinin sandık odasını bile, somut acı çekerek, sadece benimle bölüşebilir görünerek, buyrukkuluymuşumcasına bana kullandırabildiğini unutuyor ya da anımsama boşluğunun, ılıyabilir birlikteliği nasıl fokurdayan hınç magmasına, işkence çarkına dönüştürdüğünü bilmiyordu. Algı yetisinden yoksun olsaydım, ne ikiyüzlü barışkanlığımla övünür, ne döğüşkenliğime, kıyıcılığıma dövünürdüm bunca.

Anlıyorum Bay Sahtegi, siz, tükenesi çirkinliği korunmaya değmez bir kara kelaynak, ses vermez bir plastik çıngıraksınız. Karşılıksız sevgi yanılgısının ayrımdalığına belbağlayabilseydim bari. Sarı parlak yüzeyinde marley döşemenin, bir çift topuk izi, kaşlarının eğrilmesine, benzinin uçmasına yetiyordu. Kapılar şimdiden sürgüleniyor, hızla yüzüne kapanacak– demir parmaklıklı kulesinde durma beklediği kurbağa prens çıkagelmeyecek. Aynalarda yansımaya dayanamayacağı çağ gelip çattığında, iyiltmeyen tuzsularına boğulacağını, yıkımını kendine hiç açıklayamayacağını, yakıştıramayacağını kestirebiliyordum. Sağlıklı sayrılar mıydık yoksa? Eziyet edenle edilen tanısı için kesinliği kuşku kaldırmaz kanıtlar değildik herhalde. Köksüz karmaşıklığım, gizlemeli’ydi ona bakarak. Deliceleri kış uykusuna yatırmalı en iyisi. Onunki belki daha açık, seçik. Kesişebilirdik canım! Düş mutluları topunuzun canı cehenneme! ………………… FATOŞ’un beni kucaklarken bedenindeki titreme, kuş yüreğine akıtıldığı belli gözyaşları o an içtendi – bir tutkal türeviydim, kauçuk ağacıydım gözünde herhalde. Uçak birden, beklenmedik açıdan burnunu dikine kaldırarak, kademeli, çok hızlı tırmandı, düzelip boşluğunu biçerek gökyüzünün, ufaldı, gözden kayboldu. Hâlâ el sallanıyordu. Birçok insan sevdiklerine Tanrı’nın kavuşturması dileğiyle, birbirinin sırtını sıvazladı. Bana da bakıldı uzak yumuşaklıkla, kuşkusuz hukuksal bağ kurulmadan önceki ‘neci’liğim üzerine yoğunlaşan dedikodular anımsanarak. Babası yerindeki adamcağızın tomur kızcağızı kandırdığı kösnük imgelemelerinden, öznel, kıskanç boşalım tatlarından utanılsa da kurtulunamayarak.

Yine de, ya da o pişmanlık duyusu yüzünden, çökkünlüğüme kıyılamadı, dönüş otobüsüne doğru yollanırken çevrildim, benim de aralarına alındığım iki dolu arabalı konvoyla kente yol aldık. Beni bindirdikleri Renault’yu kır saçlı, otuzunu yenice aşmış, yarısı duman renkli gözlüklü, direksiyon simidini kısa tırnaklı eliyle kullanan, şık, şarlak bir genç adam kullanıyordu. Yanında bir kolu dirseğinden kesilmiş, daha irikıyım biri… Arkada, ortamızda, kuaför yapımı, koku gidericisini bol püskürtmüş bir orta yaşlı kadın. Yarına mı? Bakalım. 1 Ekim 1979 Pazartesi, Saat: 22.45 7 Mart 1984 Çarşamba gecesi, Ali Ekber Çiçek’li aynı saat gecesinde beş yıl öncesi yazımının yanlış günahını işlemek düşüyor yazgıma, çıldırılır. Ne olmuş? Doğru günahlardır yaşamaya değen. Günah, günah nedir sorusunu soran meraklının kalpazan yüreğine saplı Bursa bıçağıdır daha doğrusu. Anlatımızı, galiba ağlatımızı abartarak dillendirelim hele. Cumartesi, ertelenemez ertesiler – ille de hangisi, önemli mi? çağrıldığı halde bugün, hangi bugün? çıkagelebildi camcı. Balkon kapısının büyük boy camının macunları kavlamış, yer yer dökülmüştü. Belki altı aydır söylenip duruyordu Fatoş, “yaptıralım.” 1974 yılı Temmuz’unda taşındığımız evin her yanını elden geçirdikten sonra beden hurdalığı, koma duygusuzluğu çöreklenmişti algıdolaşımıma, tinografime! Etmediğini, demediğini komamıştı Fatoş. Boyacılarla tartışır, onarımcılara karışır, sonunda deli taşlayıp kıyametleri kopararak İstanbul’a yollamıştım fırlamayı. Pencere-duvar bitişimindeki açıklıkların çimentolanması, kapı arkalarına takılacak çengel askılıkların çapraz tahtalara denk getirilerek vidalanması, içinde kokulu köpüklere gömülenemeyecek banyo teknesinin yan duvarlarına avret perdesinin üzerinde kaydırılacağı çelik borunun tutturulması, hava boşluğuna açılan çerçevesi mantarlaşmış küçük pencereyi söktürüp yerine yenisini taktırmak, kalorifer böceklerinden korunmak için davlumbaz deliğine naylon telörgü gerdirmek, tüm dolap altlarına raf yaptırmak, tarım koruma ilaçları satan kurumdan aldığım yarım teneke böcek ilacını yağlıboya ile karıştırarak, beşinci fıkrası kaymış omurgamın sancılarına dayanmayı gazi’lik sayarak o mel’un duyargalı yaratıkların yumurtalarını bırakabileceklerini sandığım her bir yanı birkaç kez boyamak, yalama muslukların, bataryaların contalarını, pirinç-döküm iç organlarını değiştirtmek, küfeyatmış bakır boruları, bokemmez rezervuarın hava almış plastik topunu yeniletmek, kasalarına oturmayan anahtarsız, yamuk kapılara işlerlik kazandırmak, dışkapı önüne mermer kestirip yapıştırtmak, en rezaleti banyodaki taşlaşmış çimento adacıklarını sekiz on şişe tuzruhuyla eriterek altındaki karoları ortaya çıkarmak, (ağzımı, burnumu tülbentle kapayarak, tuzruhu buğusunu içime çekmemek için verdiğim uğraşın da pek bir yararı dokunmamış, belki bir ay canım çıkasıya öksürmüştüm, yine de yaranamamıştım Fatoş’a, parlaklığı gitmiş karoların, keşke öyle bıraksaymışım!) bir teknisyen arkadaşımın yardımıyla ayaklı lambaların, çamaşır makinesinin, elektrikli aletlerin, buzdolabının, radyonun konumunu ayarlamak, sigortaların dayanabileceği amper yükünü saptamak, hangi odalar, bölümlerle bağlantılı olduğunu belirleyerek içlerine öğütlenen sayıda bakır tel sarmak, birinden ödünç aldığım matkapla ağır çerçeveli resimlerin asılacağı duvar yüzeylerinin uygun yerlerine dübellerin sığabileceği delikler açmak, köhne konsol aynasının sırını kaplatmak, demir-tahta karışımı uydurma kitaplığı monte edebilmek için burnumdan gelesiye saatlerce uğraşmak, perdeleri çekmeyeceği belvermesinden anlaşılan rayların yeniden vidalanması, hole bit pazarından alınma fanusu, öbür avize taklidi zırıltıları tavandan sarkıtmak, yanmayan balkon ampullerini, komut düğmelerini değiştirtmek, topraklı prizler yaptırmak, kısa kordonları uzatmak, izolebantla güvenliği sağlamak, cıvataları gevşemiş ütü masasını adam etmek, daha neler neler… öf, içime lav sıcaklığı bastı, bana düşmüştü.

Aklımca, öyle zırt pırt onarım işlerine burnumu sokmayacaktım, rahat edecektik, yine hafta sekiz, gün on dokuz birtakım aksaklıklar çıkıyordu elbet. Fatoş, mızırdanma, sızlanma, yakınma, söylenme, iğneleme yollarını yerine göre kullanarak işe beni koşmak kolaylığındaydı. Kızım, elinin altında telefon. Çağırıver adamları. Tanıdılar bizi gayrı, yolmaya can atıyorlar zaten. Kapıcının elinden de az çok geliyor ufak tefek işler, sıkıştırıver eline beş on liracık, açar sana tıkanan evye deliğini… Olmaaz, onun yaptığından hayır gelmez. Onarımcılar kadın sözü dinlemezler, şişirip gider, üstelik analarının nikâhını isterler, başlarında erkek bulunmalı… Oynatacağım. Ama suç bende. Her yükü… Ne çok ayrıntı yaşamın canına okuyor. Mutfak dolaplarının rafları habire alınan çeşit çeşit bardak, kristal, seramik vazo, küçüklü büyüklü tepsi, boy boy şişe, ıvır zıvırla dolu. Kullanılsa bari. İkide bir boşaltılıp ise toza belendi nakaratıyla yıkanacak, kurulanacak, yerlerine konulacak. Koy melamin, kaldır melamin! (Şu kadınlar ne tuhaf! Ola ola melamin lafımdan alınmış Fatoş. Şimdi porselen tabaklar diziliyor sofraya.) Şeytan tümünü indir şangır şungur, kır at diyor.

Dünya dolusu para harcanmış bütün şu hırdavata. Allah canımı alsın. Zorum neydi acaba. Bir odalı, ufacık sofalı bir evde oturuyordum. Her şey kendime göreydi. İkinci bir cezve, çatal, kaşık, bıçak, tabak gereksizdi. Çamaşırımı kendim yıkıyordum. Bir gömlek ütüsü sorunu kalıyordu, onu da sokak komşum sağır, bodur temizleyici Hüsam Usta’yla çözmüştüm. Üstelik okuyabiliyordum. Külüstür pikabımdan sağdan soldan ödünç aldığım plakları dinleyebiliyor, sızıncaya kadar içebiliyor, soğuk havalarda çorabımla falan dalıyordum yatağa. Pijama bile ağırlık veriyordu üstüme. Fatoş kızımız bu eve dadandığı sıralar, hiç de huylanmış görünmüyordu yaşadığım ortamdan. Beni adam etmeyi tasarlıyormuş zahir. Etti. Kanalizasyona döndüm.

Ödüm kopuyor, sigaramın külü dökülecek diye en biri halıya. Gitti, sanki o korkunç vıdı vıdı, leylek bacak evin içinde dolaşıyor. Kurduğu mayınlı düzene öylesine uyarlamış ki beni, salondaki koltuğa oturup, bacaklarımı orta masasına uzatma eylemini beş dakikadan çok sürdüremiyorum. Kalkıp-yemek masasını çevreleyen hasır iskemlelerden birine değil, bana ayrılan demir ayaklı sandalyeye tünüyorum. Durmadan sigara içerek, küfürler ederek, yerimden kımıldanamıyorum… Yeter! Bırak yanıp yakılmayı… Sultan uyardı. “Balkon kapısını dalgınlıkla açık bırakırsın Muhannet bey”, (düzeltmekten caydım. Ben ki güya Muannit beyim, caydım. Hep ters, yanlış, akla ziyan işler becerdiğime göre adım neden doğru olacakmış?) “rüzgârla hızla çarptı mı, tuzla buz olur camlar. Haberin yok, cam fiyatları aldı başını gitti. O orta camın yenisini taktırayım de de bak. Tam bin iki yüz lira.” Uy anasını! Elli liraya kapattık işi, camlar macunlandı. Beş dakikalık işmiş meğer. Sağolasın bacı. Bu eve girdiğimizde aylık kirası yakıt dahil, 1425 liraydı.

Aklım duruyor. Hemen Kızılay’da simit satarken imgeliyorum kendimi. Onu da kıvıramayacağımı bile bile. İyice para korkağı oldum. Fatoş’un gidişiyle aylığının katkısı da ortadan kalktı, kaldım mı benim emekli aylığına. Ne halt edeceğiz. Sultan on beş günde bir gelsin, razı olunmadı, ev evlikten çıkarmış. Yalvar yakar oldum, gitme! Şu yaşımda ne yaparım ben. Her mihnete katlanabilirim gibi de, yemek işinden hiç anlamam. Bırak pişirmesini, kotarmasını, hazır pilavı ısıtıp yemeye bile üşenirim. Resmen aç kalırım yahu! Leblebi-rakıyla yetinir, pek midem kazınırsa helva, peynir ekmekle kifâf-ı nefs eylerim. İşte asıl bu nedenle Sultan haftada bir mutlaka gelmeliymiş. Bana soğuk bir şeyler hazırlar, kuru köfte, zeytinyağlı pırasa, çorba falan yaparmış, bir hafta idare edermişim. Canım hazır temizlenmiş tavuk alıp haşlamasını da mı beceremezsin? Becerdim. Köpüğünü de almak gerekirmiş meğer, taştı suyu, berbat oldu ortalık, temizleyeceğim diye canım çıktı.

Sorsana Sultan’a şu evcil hayvan nasıl pişirilir, ben ne bileyim bir tavuk haşlamasının bile kuralları olduğunu. İstersen öğrenme. Önce şu rakıya sarılmayı bırak arkadaş, şakası yok. Dokuz bin liraya kiralandı yanı başımızdaki daire, aynı boyutlarda –bir buçuk oda, bir küçük salon– bizimkiyle kullanım alanı. Biz beş bin lira ödüyoruz. Ev sahibi eski kiracılık hukukuna ne denli saygı gösterecek bakalım? Hiç değilse iki bin artırın dese, yandım. On iki bine yeni ulaştı benim aylık. Hani bunun elektrik, havagazı, su parası, kel başa şimşir tarak telefon gideri? Sultan’ın gündeliği, kör boğazım. Nasıl çıkarım işin içinden. Aldığın ikramiyeyi de çar çur et, sonra? Kal ortalarda dımdızlak. Ateşi hızla yükselen hastanın nabzı gibi gün gün fırlamada fiyatlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir