Walter Benjamin – Moskova Günlüğü

BENJAMINTN Moskova Günlüğünde, tam kaynaşmadan birbirine dolanan üç öykü çizgisi seçilir. Biri, Letonyalı Bolşevik tiyatrocu Asja Lacis’e aşkıyla ilgilidir. İkincisi, Benjamin’in kendi siyasal bağlanma serüveninin öyküsüdür. Üçüncüsündeyse devrim sonrası Moskova belirir. Benjamin, 1924’te, Alman yas oyununu konu alan tezini yazmak için gittiği Capri adasında tanışmıştır Asja Lacis’le. Birkaç ay sonra yazdığı bir mektupta da adını anmadan Lacis’ten söz eder: “Bu konu [komünizm] üzerinde düşünürken vardığım sonuçların büyük kısmının bunu tartıştığım insanlar tarafından şaşırtıcı bir ilgiyle karşılandığını sana yazmıştım sanırım – bu kişiler arasında, Duma ayaklanmasından bu yana Parti’de çalışan, olağanüstü bir komünist kadın da vardı.” (Capri’de tartıştığı ve etkilendiği birkaç kişiden biri de Emst Bloch’tur.) Benjamin bu altı aylık tatil süresince Lacis’le birlikte İtalyan anakarasına da geçecek ve güney İtalya izlenimlerini içeren “Napoli” yazısını onunla birlikte yazacaktır. Ama Scholem’e denemenin “Letonca ve belki Almanca olarak yayımlanacağını” bildirirken bile Lacis’in adını anmaz. Berlin’e dönüp birkaç ay kaldıktan sonra yine uzun bir geziye çıkar: İspanya, İtalya ve sonunda da Lacis’in tiyatrosunun bulunduğu Riga. Bu habersiz ziyaret tam bir hayal kırıklığı olur: Asja Lacis tiyatro çalışmalarına gömülmüştür ve bir “tatil aşkını” canlandırmaya hiç niyeti yoktur. Benjamin 1925 sonunda Berlin’e döner. 1926 sonlarında Lacis’in ağır bir depresyon sonucu Moskova’ da sanatoryuma kaldırıldığı haberini alır ve Moskova izlenimlerini yazacağı Die Kreatur dergisinden aldığı avansla aralık başlarında Rusya’ya gider. Lacis’e duyduğu bağlılık, Günlük’ten de anlaşılabileceği gibi, tümüyle tek yönlü olmasa bile sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Aslında bir “üçgen” vardır ortada: Üçüncü köşede, dönemin ünlü yönetmen7 lerinden Bemhard Reich durmaktadır (Asja’nm Reich’la yakınlığı Benjamin’le ilişkisinden daha uzun ömürlü olacaktır).


Ama huzursuzluğun kaynağı Reich değildir – bu zeki adam, yeni gelene son derece hoşgörülü ve konuksever davranır. Asıl sorun, Lacis’in sertliğidir – “onu Hedda Gabler rolünde fazlasıyla inandırıcı kılabilecek o kötücül keskinlik.” 16 Aralık tarihli notta da “Günlüğümü tutuyor ve Asja’nın artık geleceğini sanmıyordum,” diye yazıyor, “O sırada kapıyı çaldı. İçeriye girdiğinde, onu öpmek istedim. Girişimim, çoğu zaman olduğu gibi bu kez de başarısızlıkla sonuçlandı.” Benjamin, Lacis’in başkalarına, bu arada Reich’a da haşin davrandığını kaydeder – herhangi bir sevinç belirtisi göstermeden, hatta kendine de bir suç payı çıkararak: Akşam üzeri Asja’yla birlikteydim. Ona pasta getirmeye gittim. Çıkarken kapıda durduğumda, Reich’ın tuhaf davranışı dikkatimi çekti; “Adieu” diye seslenişime kulak vermedi. Bunu keyifsizliğine verdim. Zira Reich daha önce birkaç dakikalığına odayı terk ettiğinde, Asja’ya onun pasta getirmeye gitmiş olabileceğini söylemiştim ve Reich geri döndüğünde Asja hayal kırıklığına uğramıştı. Birkaç dakika sonra pastalarla geri döndüğümde, Reich yatakta yatıyordu. Bir kalp spazmı geçirmişti. Asja çok telaşlıydı. Reich’m bu hastalığında Asja’nın, tıpkı eskiden Dora hastalandığında benim davrandığım gibi davranması dikkatimi çekti. Lanetler okuyor, düşüncesizce, kışkırtıcı bir tavırla yardım etmeye çabalıyor ve ötekinin hastalanmakla ne büyük haksızlık yaptığını göstermek isteyen biri gibi davranıyordu.

Reich yavaş yavaş toparlandı. Ama bu olayın sonunda Meyerhold Tiyatrosu’na yalnız gitmek zorunda kaldım. Daha sonra Asja, Reich’ı benim odama getirdi. Reich benim yatağımda yattı, ben de Asja’nın benim için hazırladığı kanepenin üzerinde uyudum. Benjamin’in Lacis ve Reich’la geçirdiği bu yedi haftanın büsbütün sevinçsiz bir dönem olduğu da söylenemez. Cazibesini anlık niteliğinden, tamamlanmamışlığından, deyim yerindeyse mayhoşluğundan alan bir sevinç olmalıydı bu: “Reich, sabah Asja’yla yürüyüşe çıktı. Sonra bana geldiler – henüz giyinmemi bitirmemiştim. Asja yatağa oturdu. Bavulumu boşaltıp düzenlemesi bana büyük sevinç verdi; bu arada hoşuna giden birkaç kravatı da kendine sakladı. – Öğleyin Reich’la birlikte mahzen lokantasında. Issız sanatoryumda geçen öğle üzeri boğucuydu. Asja’yla yine ‘siz’ ve ‘sen’ arasında durmaksızın gidip geliyoruz.” Lacis’e duyduğu sevgi, Benjamin’in insanlarla, eşya ve doğayla ilişkisine de bir ışık düşürür. Bir “nesne aşkı” olmaktan epeyce uzaktır bu: Sevdiği kişiyi ne pahasına olursa olsun “sahip olunacak” bir 8 arzu nesnesi olarak görmek, sadece böyle görmek, elinden gelmez. Günlüğü okuyanlar, Benjamin’in Moskova sokaklarına ikinci, hatta üçüncü bir çift gözle baktığım sezeceklerdir: Asja’mn ve onun yakınlarının -kızı Daga’nın ve Reich’ın- bakışını da üstlenmiş gibidir.

“Empati” terimi burada yetersiz kalır: Sözcüğün vurgulu anlamıyla bir özdeşleşmedir Benjamin’in tavrı. Ona yakın olmak kadar, hatta daha çok, onun gibi olmak, onun aracüığıyla olmak da istiyordur. – Terime buradaki anlamını veren Freud’a göre, çocuk ilk özdeşleştiği kişiler olan anne-babayla ilişkisinde onların “süper-egolarıyla”, başka bir deyişle vicdanları, huzursuzlukları, suçlulukları ve saldırganlıklarıyla özdeşleşir. Benjamin’deki bu “saldırganla özdeşleşme” eğilimini Adorno sezmişti. “Mektup Yazarı Olarak Benjamin” başlıklı denemesinde şöyle diyor: “Daktilonun çoktan hükmünü ilan etmiş olduğu bir dönemde mektuplarım hep elle yazması anlamlıdır; mekanik gereçlerden dehşete kapıldığı kadar, yazı yazmanın fiziksel yanından da zevk alıyordu: düşünsel tarihinin büyük kısmı gibi, mekanik çoğaltım çağında sanat yapıtı konulu monografisi de bu bakımdan saldırganla bir özdeşleşmeydi.” Benjamin Asja’yla 1929-30 yıllarında Berlin’de bir kez daha birlikte olacaktır: Gershom Scholem, görgü tanıklarına dayanarak, “bu çiftin durmadan kavga ettiğini” belirtiyor. Moskova’daki yedi hafta Benjamin’in siyasal tavrını etkilemiş miydi? Lacis ve Reich’ın kendi çevreleriyle sürdürdükleri ateşli tartışmaları izleyebilecek kadar Rusça bilmiyordu. Ancak, Reich ve Lacis’in ona Komünist Partisi’ne katılarak siyasal tavrını kesinleştirmeyi tavsiye ettikleri anlaşılıyor. 2 Ocak: Öğleden sonra Asja’nm odasında, Reich’ın da kısmen katıldığı sonu gelmez bir siyasi tartışmanın ortasına düştüm… Konü, yine Parti içindeki muhalefetti… Ama tartışmanın etrafında döndüğü bu meseleyi, ancak aşağıda Reich’la bir sigara içerken öğrenebildim… Bir kenarda unutulmama neden olan bu beş kişi arasındaki Rusça konuşma beni bir kez daha bunaltmış ve yormuştu… Bunu odamda, partisi ve mesleği olmayan serbest bir yazar olarak benim konumum üzerine uzun bir konuşma izledi. Reich’m bana söyledikleri doğruydu; benim savunduğum tavrı benimseyen herhangi birine ben de aynı şekilde karşılık verirdim. Ve bunu açık yüreklilikle Reich’a da itiraf ettim. Benjamin, 8 Ocak tarihli notta, “beni Alman Komünist Partisi’ne katılmaktan alıkoyan şey yalnızca dışsal kaygılarım,” diye yazar. Bu 9 “dışsal kaygı”, partinin ona düşünsel çalışma için “sağlam bir çatı” sağlayıp sağlayamayacağıyla ilgilidir. Ama daha derin bir iç hesaplaşmanın da sürüp gittiği görülebilir. 9 Ocak: Değerlendirmeye devam: Parti’ye girmeli mi? Tartışmasız yararlan: sağlam bir konum, zımni bile olsa bir vekillik.

Buna karşılık: Proletaryanın hâkim olduğu bir devlette komünist olmak, kişisel özgürlüğün tümüyle feda edilmesi anlamına geliyor. İnsan, kendi hayatım örgütleme görevini, deyim yerindeyse, Parti’ye terk ediyor. Oysa proletaryanın ezildiği yerde, bunun anlamı, er ya da geç gerçekleşebilecek tüm sonuçlarını da göze alarak ezilen sınıfın saflarına katılmaktır. Öncülük konumunun baştan çıkarıcı cazibesi – eğer aynı konumda, eylemleriyle size her fırsatta bu konumun şüpheli yanlarını gösteren meslektaşlarınız da olmasa… Somut olarak benim gelecekteki çalışmalarımın, özellikle de biçimsel ve metafizik temelleriyle hesabı verilebilir mi? Benjamin bu hesaplaşmayı bir kararsızlık noktasmda tutmaya karar vermiş gibidir: “Seyahatlerime devam ettiğim sürece, Parti’ye girmem söz konusu bile olamaz tabii.” Ama tartışmanın hep sürüp gittiğini yine kendi yazı ve mektuplarından anlayabiliyoruz. Fransız Komünist Partisinin yayın organı L’Humanité için tasarladığı bir yazı dizisinin Giriş Notlan’nda (1 Mayıs 1927) şöyle diyor: Şu anda otuz ile kırk yaşlan arasında olan kuşağa mensubum. Bu kuşağın aydınlan, muhtemelen çok uzun bir süre boyunca, tümüyle siyaset dışı bir eğitim almış son aydın grubu olarak kalacaktır… Alman Sosyal Demokrasisinin küçük buıjuva, kariyerist ruhu tarafından yenilgiye uğratılan 1918 devriminin, bu kuşağı radikalleştirmekte savaştan da önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Almanya’da bağımsız yazar konumu gittikçe tartışma konusu olmaktadır ve yazann ister bilinçli ister bilinçsiz biçimde bir sınıfın hizmetinde çalıştığı ve vekaletini bir sınıftan aldığı yavaş yavaş kavranmaktadır. Aydıran varoluşunun ekonomik temelinin gün geçtikçe daha daralması da bu kavrayışı hızlandırmıştır… Bu koşullarda, Alman aydınlarının Rusya’ya sempatisi de soyut bir dostluk duygusunun ötesindedir; kendi maddi çıkarları yön vermektedir bu sempatiye. Şunu bilmek istiyorlardır: Aydınlar, patronlarının proletarya olduğu bir devlette nasıl bir konumda olacaklardır?… Burjuva toplumunda aydının kaderini kuşatan kriz duygusunun etkisiyle Emst Tôlier, Arthur Holitscher ve Léo Matthias gibi yazarlar ve Bemhard Reich gibi tiyatro yönetmenleri Rusya’yı incelemişler ve Rus meslektaşlarıyla temas kurmuşlardır. Ben de aynı ruhla bu yıl Moskova’ya gittim ve orada iki ay yaşadım. Ömrümde ilk kez, sadece yazar olduğum için bazı maddi ve idari imtiyazlar tattığım bir şehirde buldum kendimi. (Bir yazann otellerde indirimli fiyat ödediği başka bir şehir bilmiyorum – çünkü bütün oteller Sovyetler tarafından işletilmektedir orada.) Bunu izleyecek parçalar, 10 oradayken düzenli olarak tuttuğum bir günlükten alınmıştır. Bu yazılarda, onu ancak bir kez de kar ve buz altında gördüğünüzde anlayabileceğiniz proleter Moskova’mn imgesini iletmeye çalıştım.

Bu imge, Günlük’te kişisel serüvenlerin arasından görünür, Martin Buber’in Die Kreatur dergisinde yayımlanan “Moskova” (1927) yazısındaysa daha “nesnel” bir biçim içinde belirginleşir. Ama bu nesnellik de bir öznel tavrın egemenliği altındadır. Moskova’ya giden kişi, diye yazar Benjamin Die Kreatur’dakı makalesinde, Moskova’mn kendisinden önce, Moskova aracılığıyla Berlin’i görmeyi öğrenir. Örneğin Berlin sokaklarında kir olmadığını ama kar da olmadığını ilk kez görmeye başlar. Bu, bir bütün olarak düşünsel durum için de geçerlidir: “İnsan Rusya’yı ne kadar az tanıyor olursa olsun, öğrendiği şey, Avrupa’yı Rusya’da olup bitenlerin bilinçli bilgisiyle gözlemek ve yargılamaktır… Bu, benimseyeceği duruş noktasını seçmeye de zorlar insanı. Doğru bir kavrayışın tek gerçek güvencesi, gelmeden önce tavrınızı seçmiş olmaktır. Görmek için önce karar vermiş olmak gerekir – her yerden de çok Rusya’da geçerlidir bu.” Benjamin’in, Cari Schmitt gibi muhafazakâr siyaset kuramcılarının “karar” kavramına çok yaklaştığı bir nokta. Peki ya gördükleri? Sokaklar. Çarşı. Seyyar satıcılar. En çok da oyuncakçılar. “Moskova” yazısından: “Göz, kulaktan çok daha meşgul. Renkler, beyaz zemine karşı, bütün marifetlerini döküyorlar ortaya. En ufak renkli paçavra bile alev alev.

Karların üzerinde resimli kitaplar serilmiş; Çinliler, ustalıkla yapılmış kâğıttan yelpazeler satıyorlar, daha sıkça da egzotik dip balıklan biçiminde uçurtmalar. Sepetlerine tahtadan oyuncaklar ve arabalar doldurmuş adamlar var… Bütün bu tahta oyuncaklar, Almanya’dakinden daha basit ve daha sağlam bir biçimde yapılmışlar; köylü kökleri açıkça görülebiliyor… Burada Güney’i [İtalya’yı – O. K.] anımsatan bir şey daha var. Sokak ticaretinin akıl almaz çeşitliliği. Ayakkabı boyası ve yazı malzemeleri, mendiller, oyuncak bebek kayaklan, salıncaklar, kadın çamaşırlan, doldurulmuş kuşlar, elbise askılan – bütün bunlar sokakta apaçık dizilmiş, sanki sıfırın altında yirmi beş derece değil de sıcak bir Napoli yazıymış gibi. Uzun bir süre, önünde harflerle dolu bir tabla bulunan bir adamın ne yaptığını anlamaya çalışıp durmuştum. Onda bir falcı görmek istiyordum. Sonunda onu iş üstünde gördüm: Harflerinden ikisini sattığını ve müşterisinin galoşlarına birer baş harf gibi iliştirdiğiıı ni gördüm. Sonra üç bölmeli geniş tezgâhlar: Fıstık, fındık ve semiçki (ayçiçeği çekirdekleri ki Moskova Sovyeti bunların kamuya açık alanlarda yenmesini yasaklamış)… Ama bütün bunlar sessizce olup bitiyor; satıcılar, Güney’dekiler gibi bağırıp çağırmıyorlar burada. Gelip geçenlere fısıltıyla olmasa bile ölçülü sözlerle sesleniyorlar; dilencilerin ezikliğinden bir şeyler var bu seslenişlerde.” Dilenciler. “Dilencilik, düşkünlerdeki ısrarcılığın hâlâ bir hayatiyet kalıntısını ele verdiği Güney’deki kadar saldırgan değil burada,” diyor Günlük’te. “Ölüm döşeğindekilerin kurduğu bir girişim… Birinin sadaka verdiği pek az görülüyor. Dilencilik en güçlü dayanağını yitirmiş burada: Para çantalarının ağzım acıma duygusundan çok daha fazla açan toplumsal vicdan azabını.

” Sonra, çocuklar. Lacis’in kızı Dağa dolayısıyla daha da ilgi duyduğu çocuk yaşamı. Alman okur için yazılmış “Moskova” makalesinden uzunca bir pasaj: Herhangi bir proleter semtinin sokak sahnesinde çocuklar önemlidir. Burada başka semtlerden daha kalabalıktırlar ve daha amaçlı, daha yoğun bir devinim içindedirler… Onların içinde bile bir Komünist hiyerarşi var. En üstteki “Komsomoltsi”, yaşlan en büyük çocuklardan oluşuyor. Her şehirde kulüpleri var bunlann ve gerçekten Parti’nin gelecek kuşağı olarak eğitiliyorlar. Daha küçük çocuklar, altı yaşma bastıklannda “Öncü” adım alıyorlar; bunlar da kulüplerde örgütlenmişler ve gururlu bir seçkinlik işareti olarak kırmızı boyunbağı takıyorlar. Küçük bebeklereyse bir Lenin resmine işaret edebildikleri andan itibaren “Ekimciler” ya da “Kurtlar” adı veriliyor. Ama bugün bile, kimsesiz, anlatılmaz ölçüde kederli savaş yetimlerine de rastlanıyor sokaklarda. Gündüzleri çoğu zaman bir başlanna dolaşıyorlar, her biri kendi savaş yolu üzerinde. Ama akşam indiğinde sinemaların göz alıcı cepheleri önünde bir araya gelerek çeteler oluşturuyorlar; yabancılara, geceleyin eve yalnız dönerken onlardan sakınmaları öğütleniyor. Eğitimcinin bu tamamiyle vahşi, güvensiz ve küskün insanları anlamasının tek yolu, kendisinin de sokağa çıkmasıydı. Her Moskova semtinde yıllardan beri çocuk merkezleri var. Çoğu zaman sadece bir yardımcısı olan bir kadın görevli tarafından yönetiliyor bunlar. Yöneticinin görevi, bölgesinin çocuklarıyla şu ya da bu şekilde temas kurmak.

Yemek dağıtılıyor, oyunlar oynanıyor. İlk başta, yirmiotuz çocuk geliyor merkeze; ama eğitmen işini gereğince yaparsa bir iki hafta içinde yüzlerce çocuk da gelebilir. Söylemek bile fazla, geleneksel pedagojik yöntemlerin bu çocuklar üzerinde pek bir etkisi olmamış. Onlara erişmek, sesini duyurmak isteyen kişi, olabildiğince doğrudan ve açık biçimde sokağın kendi deyimleriyle, kendi sloganlarıyla ilişki kurmak zorunda… Ama dikkatli bir gözlemci, henüz aşılmış olmaktan çok uzak bütün bu çocuk sefaleti imgelerinin içinden bir şeyi fark edecektir: Çocukların özgür tavırla12 nnın nasıl da proletaryanın özgürleşmiş gururuna denk düştüğünü. Moskova müzelerine yapılacak bir ziyarette, çocukların ve işçilerin, tek başlarına ya da gruplar halinde, bazen de bir rehberin çevresinde, bu odalarda nasıl da rahat tavırlarla dolaştıklarinı görmek kadar tatlı bir sürpriz olamaz. Bizim müzelerimizde kendilerini öteki ziyaretçilere gösteıme cesaretini bulabilen birkaç proleterin çaresizliğinden eser yok burada. Rusya’da proletarya gerçekten burjuva kültürünü kendi eline almaya başlamıştır, oysa bizim ülkemizde benzer durumlarda ancak bir soygun planhyormuş gibi görünürler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir