Yalcin Peksen – Nuh Peygamberin Seyir Defteri

OKUYUCUYA… İlk kitabım yayınlandıktan sonra ben de zorunlu olarak edebiyat dünyasına girmiş oldum. Kitabım, kitabevlerinin raflarını süslediği için kendimi «yazar» saymamdan daha doğal bir şey olabilir miydi? Üstelik bu düşüncemi doğrulayan olaylar da olmuyor değildi. Sağda, solda sık sık adımın «yazar» olarak geçtiğini duyuyordum. Örneğin birçok kişinin benim için «Her tarafı yazar olsa, ne yazar» dedikleri kulağına kadar geliyordu. İlk kitabım yayınlanır yayınlanmaz, yapıtımı kitabevi raflarında görmek için bir dükkâna girdim. «Ne gerek var?» diyeceksiniz. Hiç gerek yok tabii ama bu işi her gün yaptığım için artık alıştım. Bana zor gelmiyor. İzlenimim çok olumlu oldu. Pek satın alan yoktu ama herkes, kitabımı bir kere eline alıyordu kesinlikle. Onca kitap arasında benim gösterişsiz şaheserime bu kadar ilgi duyulmasını doğrusu biraz kuşku ile karşıladım. Acaba bu ilgi birkaç gün önce kitaplarımı kendi ellerimle diğer kitapların üstüne yerleştirmemden mi kaynaklanıyordu? Çünkü ancak bu yolla altından istedikleri kitabı çıkarabiliyorlardı. Dediğim gibi aklıma önce bu mantıksız düşünce geldi. Aslında kitabımın dünyanın en zekice yazılmış kitabı olarak ilgi çekmesi doğaldı ama, yine de alçakgönüllü ve kuşkulu olmakta yarar var. Kitabım yayınlandıktan sonra sık sık yazarlar arasında boy gösteriyordum.


Her biri tanınmış üstatlar olan bu kişilerle bol bol tartışıyorduk. Bu tartışmaların konusu da genellikle benim kim olduğumdu. Kim olduğumu söyleyince tartışmalar kesiliyordu, çünkü bu andan sonra ben aralarında olmuyordum. Sadece yazarlar ve yayıncılar arasında değil, sokaktaki vatandaş tarafından da tanınmaya başlamıştım. Bir keresinde tam eve girecekken bakkal kılıklı bir adam önümü keserek bana adımla seslendi. Demek ki bu gariban bir yandan bakkallık ederken bir yandan da kitabımı okumak mutluluğuna erişmişti. Böyle adamları küçük görmemek gerek. Bakkal demedim, her zamanki alçakgönüllülüğümle ellerini sıktım. Adam heyecandan biraz tutuklaştı. Herhalde büyük bir yazarın ellerini sıkmış olmasından dolayı heyecanlanmıştı. «Affedersiniz… acaba… bilmem ki… zahmet olmazsa…» gibi şeyler geveliyordu ağzında. Kitabımı daha önce satın almamış olsa, ona parasız bir tane imzalayarak verebilirdim ama beni tanıdığına göre satın aldığı kesindi. Herhalde şimdi imzalatmak peşindeydi. Kendisine cesaret vermek için «Getirin imzalayayım» dedim. «İmzaya gerek yok, parayı verin yeter» demez mi? Ne parası derken iş anlaşıldı, meğer veresiye alışveriş ettiğimiz bakkalmış, birikmiş alacaklarını istiyormuş.

Adımı da veresiye defterinden bildiği ortaya çıktı. Resmen yazar olduktan sonra halkımızda ne kadar büyük bir kitap merakı olduğunu da anladım. Yayınevinin bana parasız verdiği 25 kitabı en yakın dostlarıma imzalayıp dağıttıktan sonra, daha az yakın dostlar geldiler ve beni kutladılar. İlk fırsatta satın alacakları kitabımın imzalı bir nüshasını istiyorlardı. Bir süre sonra tanıdıkların tanıdıkları, daha sonra tanıdıkların tanımadıkları ve en sonunda da kimsenin tanımadıkları beni kutlayarak imzalı bir kitabımı ne zaman alabileceklerini sordular. Kitabımın, bir kitapçı dükkânından satın alındıktan sonra bana imzalatılması akla gelen en uygun çözümdü ama «koca bir yazar» olan beni karşılarında görmenin heyecanından olacak kitap meraklıları bu yolu unutmuş görünüyorlardı. Bazıları da «kitabı her yerde aradıklarını ve bulamadıklarını» söylüyorlardı. Bunu duyar duymaz yayınevini arayıp kitabın «her yerde arandığı halde bulunamadığını» söyledim. Yayıncım soğukkanlı bir şekilde «Her yerde değil, sadece kitapçı dükkânlarında aranmasını, örneğin süpermarket ve kasap gibi yerlerde aranırsa bulunamamasının doğal olduğunu» söyledi. Hemen bir kitapçı dükkânına giderek kitabımı sordum. Satıcı memnunlukla bir tane çıkarıp verdi. – Kitabın satışı nasıl gidiyor, diye sordum. – İyi gidiyor, diye yanıt verdi. Siz bunu alırsanız geriye 19 tane kalacak. – Hepsi kaç taneydi? – Yirmi tane… İçime giren kuşku üzerine öbür kitapçıları da dolaştım.

En iyi sonuç, birinci dükkândan alınmıştı. Öbürleri kitabın ilk kez benim tarafımdan sorulduğunu «her aklına esen kitap yazarsa böyle olacağını» belirttiler. Sonunda en büyük alıcı olan benim, yani yazarının çabaları sonucunda tüm kitaplar tükendi. Hemen hemen herkese bir kitap armağan ettikten sonra kalanları da her olasılığa karşı kendim için satın aldım. Çünkü piyasada mevcudu tükenmek üzereydi. Elinizde tuttuğunuz kitap ikinci şaheserimdir. (Bu Kitabın Yazarı) NUH PEYGAMBERİN SEYİR DEFTERİ Nuh’un gemisinin Ağrı Dağı’nda bulunuşu bir raslantı olmasa gerek… Büyük bir olasılıkla Hazreti Nuh ülkemizde (Türkiye’de) yaşıyordu ve bu yüzden büyük tufan sırasında denizlere açıldığı halde, fazla uzağa gidemedi. Türkiye sınırları içinde kalmasının nedeni, bir kitap (kutsal kitap) yazdığı için, «aydın» sayılması yüzünden Emniyet Müdürlüğü’nden pasaport alamaması da olabilir. Başka bir olasılık iki beygirlik (biri erkek, biri dişi) gemisiyle ancak Ağrı’ya kadar gidebildiğidir. Son günlerde gazetelerde yer alan haberlere bakılırsa Nuh Peygamber, İstanbul’un çukur semtlerinden birinde yaşıyor ve her yağmurda oturduğu daire sular altında kalıyordu. Bu yüzden Hazreti Nuh, bu kentte kuru kalmanın tek yolunun denizlere açılmak olduğunu düşünmüş ve bir gece ansızın Yenikapı sahillerinden demir almış olabilir. Nuh Peygamber’in, bugün bile sadece Amerikalı astronotların ulaşabildiği Ağrı Dağı’na sağ salim nasıl varabildiğine gelince, bunun da sebebi, o günlerde günümüzdeki kadar gelişmiş hava ve karayolu olanaklarının bulunmaması dolayısıyla can güvenliğinin bulunmasıydı. Aşağıda okuyacağınız «insanlık tarihi» bu varsayımdan kaynaklandı. Yani tüm insanların (ve de hayvanların) bizim ülkemizden çıktığı varsayımından. Savımızın tarihsel ve bilimsel gerçeklere uyup uymadığına, yeniden kaleme aldığımız insanlık tarihini okuduktan sonra siz karar vereceksiniz.

İNSANLIK TARİHİ Antropologlara göre ilk insanlar çamurlu su birikintilerinde oluşmuşlardır. Çamurlu su birikintilerinin insanların doğup yaşamasına elverişli bir ortam oluşturduğu daha sonra ülkemizin bazı kentlerindeki durumdan da anlaşılmış ve yeniden kanıtlanmıştır. Yine antropologlara göre ilk insanlar vahşi maymunlar ve goriller görünümünde olup henüz konuşmaya başlamamışlardır. Birbirleriyle el işaretleri ile anlaşmaya çalışmakta, el işaretlerinin yeterli olmadığı zamanlarda da başka araçlar (taş, sopa vs.) kullanarak anlaşmaya çalışmışlardır. İlk bulunan ve insanlığın hizmetine giren araçların taş ve sopa olduğu, daha sonra insanlık geliştikçe bu aletlerin balta, gürz, ok, kılıç, tüfek, tabanca ve bomba şeklinde evrime uğradığı görülmüştür. Bu arada insanın kendisi de evrime uğramış ve gorilden orangotana, orangotandan maymuna, maymundan şempanzeye ve şempanzeden de «homo sapiens» adı verilen bugünkü insana ulaşmıştır. Bilim dışı bazı bilgilere göre ise insanlar maymun soyları arasında dolaşırken, zaman zaman ayı, inek, eşek gibi hayvanlara da benzeyen dönemler yaşamışlardır. Bu bilgiler yukarıda belirttiğimiz gibi bilim dışı olmakla birlikte, pek yabana atılacak şeyler değildir. Örneğin bugün bile cadde ve sokaklarımızda bu bilgileri doğrulayacak konuşmalar geçmektedir. Bu sözlerden anlaşıldığına göre aramızda hâlâ «homo sapiens» olamamış türler yaşamaktadır. Şu sözler bunu kanıtlamaktadır: – Ulan ayı «bu yola girilmez» yazıyor görmüyor musun? – Haydi lan inek, tarlada mı yürüyorsun? – Bana bak eşşoğlu eşşek, in arabadan da sana göstereyim… İnsanlık bu şekilde gelişirken en önemli buluşlar birbirini izlemeye başlamıştır. Yine sosyologlara ve antropologlara göre insanlık tarihinin en önemli buluşu ateştir. Bir söylentiye göre gökyüzünden ormana yıldırım düşmesi sonucu ortaya çıkan ateş, insanlar tarafından bir türlü söndürülemeyince, «söndüremiyoruz bari kullanalım» düşüncesiyle keşfedilmiştir. Demek ki yangınların bir türlü söndürülememesi alışkanlığı, henüz itfaiye teşkilatımız kurulmamış olmasına karşın o zamandan beri sürmektedir.

Ormanda kendi kendine yanan ateşin «canınız istediği zaman yanan kibritler» haline gelmesi için ise daha yüzyıllarca beklemek gerekecektir. Bu tür kibritlerin bulunmasından biraz sonra da Tekel idaremiz «canınız istediği zaman yanmayan» veya «canı istediği zaman yanan» kibritleri icat edecektir. ATEŞ, KONUŞMA, YAZI BULUNUYOR Ateşin bulunmasından sonra insanlar uzun süre bu yeni buluşu insanlığın hizmetine nasıl sokabileceklerini düşünmüş, sonunda da bulmuşlardır: O güne kadar taş, sopa, balta, ok, gürz gibi ilkel aletlerle birbirlerini öldüren insanlar, ateş sayesinde ateşli silahları icat ederek, artık birbirlerini daha modern ve insani yollarla öldürmeye başlamışlardır. Silâhın evrimi giderek gelişmiş, atomdan hidrojene derken nötron bombasına ulaşılmıştır. Bu bomba atıldığı yeri tahrip etmeden insanları öldüren bir bomba olup, sanat zevki yüksek batılılar tarafından, savaşlar sırasinda tarihi eserlerin korunması için bulunmuştur. Biz Türkler de bu arada boş durmamış, yemek pişirirken bile patlayan tüpgazları bulmuşuzdur. İnsanlığın ilk yıllarında henüz konuşma bulunmamıştır. Bu durum erkekleri fazla rahatsız etmemekle birlikte evli kadınların dayanamayacakları bir ortam oluşturmuştur. Bu yüzden konuşmayı bir kadının icat etmiş olabileceği, en büyük olasılıktır. İnsanlık tarihinin ilk sözlerinin de «gözü çıkasıca herif» anlamında bir cümle olduğu sanılıyor. Yazının icat edilmesi o güne kadar konuşulan konuların kâğıt üzerine dökülmesine ve kalıcı belgeler haline dönüşmesine yol açmıştır. Yazının da bir sağır dilsiz tarafından icat edildiği ve ilk yazılan sözlerin «Ne konuşuyorsunuz yahu?» şeklinde olduğu sanılıyor. Daha sonra Edison diye bir adam çıkarak dünyada yapılabilecek ne kadar icat varsa, hepsini yapmış, telefon başmüdürlüğümüzün tüm çabalarına karşın insanların uzaktan konuşmalarını bile sağlamıştır. En sonunda da Einstein doğmuştur. Akşam olunca öğlen ne yediğini unutacak kadar dalgın bir adam olan Einstein, 60 yıl boyunca her gün başında şapkası, elinde şemsiyesi ve ayağında küloduyla işe gidip gelerek izafiyet teorisini bulmuştur.

Einstein’in dalgınlığına bakanlar, ünlü bilginin bu formülü, ayağında olan ayakkabılarını tuvalette ararken bulduğunu ileri sürmektedirler. ADEM İLE HAVVA, ELMA İLE AYVA İnsanlık tarihinin en önemli bölümünü kadın-erkek ilişkilerinin tarihi oluşturur. O yüzden işe en başından, yani Adem ile Havva’dan başlamak gerekir. Bilindiği gibi kadın-erkek öyküleri Havva ile başlar. Ondan öncesi bugünün kadınlı dünyasına alışmış biz erkekler için artık düşte bile görülmesi olası olmayan bir mutlu zamanlar dünyasıdır. Fakat altıncı gün bitmiş ve Tanrı’nın hafta sonu tatili gelmiştir. Bilinen öyküye göre Tanrı yedinci günde kadını yaratacaktır, ancak altı günlük çalışma sonucunda epey yorgun düşmüştür. Birinci gün ışığı, ikinci gün dağları ve denizleri, üçüncü gün çiçekleri ve ağaçları, dördüncü gün güneş, ay ve yıldızları, beşinci gün hayvanları, altıncı gün erkekleri yaratmıştır. Yedinci gün sıra kadınlara geldiğinde artık iyice yorulmuştur. Tanrı’nın yedinci günde çok yorgun olduğu, salt gülmece yazılarının savı değildir. Bu yorgunluğun en belirgin kanıtı o gün ortaya koyduğu yapıttır zaten. Böylece Havva dünyaya gelir. Adem’le Havva’nın öyküsü de herkes tarafından bilinmekte… Kısaca anımsatmak gerekirse, Adem, Cennet’te dolaşırken Havva’nın verdiği elmayı ısırmış ve sonuçta ikisi birden Cennet’ten koyulmuşlardır. BAŞKA OLASILIKLAR Bu öykünün bana mantıki gelmeyen yanları var. Bunlardan birincisi Adem’le Havva’nın «Cennet’te yaşadıkları» savıdır ki, içinde kadın olan bir yerin kolay kolay «cennet» sayılamayacağı ortadadır.

İkincisi Tanrı’nın salt «bir elma ısırdı» diye öfkelenerek iki insanı yanından kovmasıdır. Bu kadar küçük bir nedenle koca Tanrı’nın öfkeleneceği kabul edilemez. Bana kalırsa ya bu «elma yeme» öyküsü doğru değildir ve bu bahçede «başka haltlar yenmiştir» veya Adem, Havva’dan kurtulmak için bir dolap çevirmiştir. Çünkü Adem’in Havva’dan kurtulmak için bir suç işleyerek Cehennem’e bile gitmeye razı olması akla yakın bir görüştür. Ama Adem’in düşlediği Cehennem ile Tanrı’nın Cehennem’i arasında fark olabilir. Örneğin Tanrı «nasılolsa ikisi de aynı kapıya çıkar» diye Adem’i Cehennem’e göndermek yerine Havva ile baş başa bırakmayı düşünmüş olabilir. İkinci olasılık, «Cennet’te başka haltların yendiğidir» demiştik. Gelelim bunun açıklamasına… Elma mı, Ayva mı? Ben şahsen Adem’in «bir elma yedi» diye Cennet’ten kovulduğuna inanmıyorum. Benim bu olay hakkındaki tahminim şudur: Adem, Cennet’te tek başına dolaşırken etrafta bol bol bulunan meyvelerden yiyerek karnını doyurmaktadır. Bunlar, hepimizin bildiği elma, armut, şeftali gibi meyvelerdir. Bu sırada Havva dünyaya gelmiştir. O güne kadar kadın denen yaratığı hiç tanımadığı için -çevrede dolaşan vahşi hayvanlara rağmen- tehlikeden habersiz olan Adem, Havva’nın vücudundaki yuvarlakları tanıdığı meyvelere benzetmiş ve bunlardan birisini elma zannederek ısırmaya kalkmış olabilir. İşte bu olayın mitoloji kitaplarında «elmayı ısırdı» diye adlandırılması buradan kaynaklanmış olabilir. Bana kalırsa Adem, Havva’nın elmaya benzeyen bir bölgesini ısırırken, aslında kadın denen mahlukla da ilk ilişkiye girmiş, böylece elma yerine «ayvayı yemiştir.» «Ekmek elden, su gölden» yaşamaya alışmış iki insanın kendilerini Cennet’in kapısı önünde bulmaları sonucu, doğal olarak akılları başlarından gitmiştir.

Biraz sonra Adem’in aklı geri dönmüş, fakat Havva’nınki gittiği yerden hoşnut kaldığı için orada kalmayı yeğlemiştir. Bu eksiklik nesiller boyu çoğalan çocuk ve torunlarda da sürmüş, sonunda günümüze gelinmiştir. Geçenlerde bir erkek karısına şu soruyu sormuştur: «Bu kadar aptalca şeyi bir güne nasıl sığdırıyorsun?» Karısı şu yanıtı vermiştir: «Erken kalkıyorum.» Erkeklerin büyük ölçüde akılları başlarına geri dönmüş olmasına karşın, kadınlarla karşılaştıkça yine akılları başlarından gitmekte, sonra yeniden geriye dönmektedir. İşte bu gidişler sırasında erkekler nişanlanmakta, akılları başlarına gelince nişanı bozmakta, yeniden gittiğinde bu kez evlenmekte, geriye döndüğünde de boşanmaya çalışmaktadırlar. Durum ne olursa olsun tüm insanların Adem’le Havva soyundan geldikleri bilindiğine göre biz Türklerin de bu ilk insanlarla akrabalığımız olması doğaldır. Bu yüzden Adem ile Havva öyküleri biraz modernleşmiş olarak günümüzde de sürmektedir. İşte size «Cennet» vatanımızda yaşanan modern Adem ile Havva öykülerinden biri: Bakalım günümüzün Adem ile Havvaları nasıl tanışıyor, nasıl evleniyor ve bu beraberliği nasıl sürdürüyorlar? Günümüzün Adem ve Havvaları cennet vatanımızın bir köşesinde karşılaşırlar. Birbirlerini hiç tanımadıkları için önce iki-üç saat kadar bakışırlar. Adem bu sırada Tekel idaresinden aldığı bir paket Samsun sigarasını içmek isterken tıknefes olur. Arada sırada beğendiğini belli etmek için kaşının birini yukarıya kaldırarak Havva’ya yiyecek gibi bakar. Havva uzun süre bu yaratığın bir insan mı, yoksa kendisini yemeye hazırlanan vahşi bir hayvan mı olduğunu anlayamaz. Fakat içgüdüleri nedeniyle o da Adem’den hoşlanmıştır. Bu yüzden adamın bakışlarına sert bakışlarla karşılık verir veya hiç aldırmaz görünerek başka taraflara bakıyormuş gibi yapar. «Ben Sizin Bildiğiniz Kızlardan Değilim» Bu sırada Adem yerinden kalkarak Havva’nın masasına gelir ve ortalığı yağmur sularından seller götürmekte bile olsa «Affedersiniz bayan, bugün hava ne güzel değil mi?» türünden ipe sapa gelmez bir söz sarf eder.

Fakat Havva’nın bu sözlerdeki isabet payını düşünecek hali yoktur. Büyük bir olasılıkla şu yanıtı verir: «Beyefendi rica ederim, peşimi bırakın. Ben sizin bildiğiniz kızlardan değilim.» Adem bu sözlerden büyük bir şaşkınlığa düşer. Kendisi «bayram haftası» demiş, kız «mangal tahtası» zannetmiştir. Havaların güzelliği ile bu lafların ne alakası vardır. İşte bu yüzden şaşırıp kalır. Zaten şaşırıp kalmasa ya çekip gidecek veya daha iyisi, başınagelecekleri anlayarak kendini sel sularına bırakarak daha zevkli bir intihar yolu seçecektir. Fakat Adem -aklının o sırada başka bir ülkeye tatile gitmiş olması nedeniyle- mantıklı davranmaz ve direnir: «Aman hanımefendi beni yanlış anladınız. Bildiğim başka bir kız yok. Sadece hava ne kadar güzel değil mi diye sormuştum» der. Evlenme Teklifi O zaman Havva biraz yumuşar. Adem’in sözlerini kafasında iyice ölçüp biçtikten sonra şu karşılığı verir. «Madem ki benimle evlenmek istiyorsunuz. O zaman gelir annemden istersiniz.

» Hoppalaaa… Adem iyice şaşırmıştır. «Ne istemesi?», «ne evlenmesi?» diye gevelerken «evlenme» sözcüğünü duyan Havva bu sözü ikiletmez. «Peki beyefendi. Madem ki bu kadar ısrar ediyorsunuz evlenme teklifinizi kabul ediyorum» diye karşılık verir. Görüldüğü gibi Adem evlenmenin sözünü bile etmemiştir. Fakat bunlar Havva için önemli değildir. Çünkü Havva kendisine ne söylenirse söylensin «evlenme teklif edildiğini» zannettiği için teklifi kabul etmiştir bile. Adem düştüğü şaşkınlıktan kurtulmadan kendini kızla birlikte Kapalıçarşı’da yüzük ararken bulur. Hele altın fiyatlarını öğrenince aklı iyice başından gider ve çıldırma noktasına varır. Fakat henüz evlenmediğinden çıldırması için ortada yeterli neden yoktur. Zaten Adem’in bu konuda acelesi de yoktur. Nasıl olsa evlendikten sonra çıldırmak için bol miktarda olanağı ve zamanı olacaktır. Böylece bir çift oluşturan Adem’le Havva kendilerinden sonra aynı konuşmaları yapacak olan diğer Türkleri üretmeye girişirler. Bu üretim faaliyeti sonucu ortaya çıkan ürünlerden ikisini (yani bir çiftini) de sevgili eşimle ben oluşturuyoruz. Kırk yılı aşkın yaşamım boyunca 4-5 yaşına kadar komşu kızları ile oynadığımız evcilik ve doktorculuk oyunlarını saymazsak, en az 35 yıldan beri bu konuya -yani kadınlaraduyduğum yakın ilgi sonucu, kadın-erkek ilişkileri üzerine söyleyecek epey sözüm var.

Bu düşünceler 35 yıldan bu yana patlama noktasına gelmiş, ancak son on beş yılında sevgili eşim yüzünden bir türlü patlama olanağı bulamamıştı. Kısmet bu yazıya imiş… Şimdi bu gözlemlerimin sonuçlarını yazıya dökmeye kalkınca aklımda kalanları şöyle bir gözden geçirdim… Ve gözlerimin önüne ikiyüz bin kadar kadın bacağı ve bir o kadar yuvarlak organdan başkası gelmedi. Erkeklerin ilgisi bu noktalarda yoğunlaşıyordu. Peki ya kadınların ilgisi?. Acaba kadınlar en çok hangi konuya ilgi duyuyorlardı. Bunu anlamak için kadın dergilerini büyük bir dikkatle gözden geçirdim. Aldığım notlara göre her dergide ortalama 998.616 kez «orgazm» sözcüğü geçiyordu. Buradan çıkardığım mantıki sonuç kadınların en çok orgazm olmaya uğraştıklarıydı. Bulduğum sonuçla yetinmeyip bunu eşime de sordum. «Galiba, dedim siz kadınlar bütün zamanlarınızı orgazm konusuyla uğraşarak geçiriyorsunuz» Sevgili eşim bu düşünceme şiddetle karşı çıktı: «Yoo… dedi, arada yemek yiyor ve uyuyoruz.» Ulaştığım mantıki sonuca, tanıdığım kadınların tümü karşı çıkınca yanılgının nereden kaynaklandığını düşündüm ve buldum. Aslında sonuç son derece mantıki idi. Kadınların ise mantıki sonuçlara salt bu nedenle (mantıki olması nedeniyle) karşı çıkmalarından daha «mantıki» bir şey olamazdı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir