Yalcin Tosun – Dokunma Dersleri

…Sonra işte, sen geldin. Yıldızların altında uyuduk. Annem merakına yenilip gelmeden, yıldızlar tepemize inmeden evvel uyuduk. Bir düşü yeniden kurar gibi, hiç uyanmayacakmışız gibi uyuduk. Ben önce uyuyormuş gibi yaparak uyumanı bekledim, sonra uyurken izledim seni, uzun uzun. Başka zaman bakamıyordum doya doya, doyana kadar baktım ben de. Bir erkek değildin artık, bir kadın değildin. Çocuk desem, diyemem. Uyuyan biriydin işte, tüm uyuyanlar gibi bir mahlûktun. İzledim durdum yüzünü, sonra omuz başlarını, memenin sivrilmiş nokta ucunu. Dersimdin çalıştım, parmak uçlarına kadar ezberledim seni. Belki elin elime değer sen uyurken, kalçan bacaklarıma sürter biraz. Sevinçten delirecek gibi olurum. Saçlarını, enseni, kollarını kokladım. Nasıl uçucu, nasıl güzel kokuyordu.


Mandalina kokularına karışıyordu senin kokun. Eziyordu onları ama, utandırıyordu. Annemler dışarıdaydı işte, biz uyuduk. Kapıdan çıkarken pek manidar baktıydı da annem, görmezden geldiydim. “Oğlum dolapta ayran aşı var” dediydi dili, gözlerindeyse hep aynı ağrılı bakış. “N’apıcam yarabbi ben bu oğlanla.” Ebenine evde pinekliyordu, biz usulca dama çıkarken. Yıldızlar vardı, hiç olmadıkları kadar. Tepemizde sallanıyorlardı. O soğuk kış günü okulun kantininde ısınırken laf lafı açmış, “Evin damına yatak sereriz biz yazları” deyince nasıl heyecanlanmıştın. Gözlerin parlamıştı. “Gelsene bi/.e bu vaz” dedim. “Gelirim yahu” deyiverdin. ‘Yahu malm’ dive konuşunca sen, anlardım ki sevinmişsin.

Ben seni bekliyordum, evde sardunyalar telaşta. Babamın pırtlak terlikleri bile güzel görünüyordu gözüme. Düşün. Boş bulunup ebeni-nenin bakışlarına bile yakalandım, artık ne kadar yitirdiysem aklımı. O da fırsat bilip yanına oturttu, hemen anlatmaya başladı gençliğini. Bir Yanyalı çavuş varmış da, ölü dedemle ikisi meydanda kapışmışlar onun için, bilmem ne. Dinlemedim ki ben, aklım hep sende. Genç olmuş ebenine bir zamanlar, utanmadan bir de söylüyor. Aklımda kalan bir bu. Sen bunu duysan “Ne iş yahu” der, gülerdin. Sen, ben ne desem gülersin zaten. Ondan cesaretlendim de “Gel” dedim. Bir ümit. Düşecektim olduğum yere “Gelirim yahu” deyiverince. Sonra… Sardunyalar demiş miydim? Demiştim.

Peki tahtaboştaki yıprak kilim? Hah, işte o da birdenbire, yeniden renkleniverdi haspam. Al, pembe, kızıl, morlandı bu bekleyişte. Annemlere “Arkadaşım gelecek” dedim laf arasında. Kahvaltıdaydık. Babam ağzı menemen dolu, “İyi gelsin” dedi. Dudağının kenarında bir domates parçası. Hapur hupur. Babam. Annemdeyse gene o bakış. Kimdir, nedir, neden gelecek? Hiçbir şey sormadı, biliyor ya cevap alamayacak. Sormaz. Anca baksın öyle, az sonra ölecek gibi. Benimse aklım damdaki yatakta. Meltemin o gece nasıl eseceğinde. Belki dolunay da gelir, omuzlarını parlatır iyice.

Sonra bir telefon, “Geliyorum” dedin. Ebenineye sarılıvermişim sevinçten. O gene yüz bulup anlatmaya başladı. Yanyalı manyalı. Kaçtım hemen, dama çıktım. Seni yatıracağım tarafını okşadım. Yatağın. Pek konuşmadık geldiğinde. Suskumuzu koyulttuk, kıvamını buldu. İçimde tanımadığım sular akıp durdular. Suratımda gizleyemediğim bir sırıtma. Ah nasıl uyuyorsun şimdi sen, yol yorgunu göz kapakların kıpır kıpır. Ben seni kokluyorum. Mandalinalar hala utançta. Yanaşıyorum sana iyice.

Dokunmadan ama. Biraz kımıldasan uykunda, dokunacaksın bana. Kaçarın yok. Uyumak istemiyorum o an gelene kadar. Neden geldiğin önemli değil, belki sadece biraz hava değişimi istedin, belki sadece yıldızlar altında uyumak. Belki de… Umurumda bile değil. Sonra birden kolunu atıyorsun üstüme. Hiç düşünmeden ben de kolumu sana doluyorum. Düşünsem yapabilir miyim hiç. Uykunda gülümsüyorsun gibi geliyor, dudaklarının kenarı karanlıkta, kendisinin bile farkında olmadığı bir vaatle parıldıyor. Ne meltem esiyor, ne dolunay var; bir tek yıldızlar. Ama her şey olması gerektiği gibi. Yavaş yavaş silinmeye başlayan gülümseyişine bakarak dalıyorum uykuma. Yaz gecesine yamalanmış uykulu iki kediyiz, yıldızlı damda. Biraz sonra annemler dönecek.

Annem dayanamayıp çıkacak dama. Sarmaş dolaş görünce öyle bizi. Yanaşıp da yanımıza. Hiçbir şey demeyecek. Dinelip duracak baş ucumuzda. Ölür gibi bakışları üstümüzde. “Ah… ben bu oğlanla…” Rahatsız edici varlığını hissedip irkilerek uyanacağım. Daha sıkı sarılacağım sana uyuyormuş gibi yaparak. İnadına. Sen de kımıldanıp açacaksın sonra gözünü. Annemi tepemizde dikili görünce öyle. Sarmaş dolaşken biz. Yıldızlar sönecek utanarak. Mandalinalar içlerine çekilecek. Bir senin kokun artık.

Sen de usulca çekeceksin kendini. Kokun da arkasından. Ben kıpırdamayacağım. Yatakta doğrulacaksın. Uykulu gözlerini indireceksin yere. Gözlerim yarı açık, bekleyeceğim. Annem bir şey demeden gecikmiş bir hışımla eve girecek. Bakışlarını da götürecek yanında. Bir süre yüzün yerde kıpırtısız kalacaksın. Bende hâlâ çıt yok. Zamanı unutmak için başka şeyler düşünmeye çalışacağım ama nafile. Sonra kendine gelip elini ensene koyacak, bu sefer ‘Amma da iş yahu” diyeceksin. Dünya üzerimden kalkacak bir anda. Derin bir nefes alacağım. Sardunyaların sevinç sarhoşu çığlıklarına, ebeninenin, açık penceresinden uçarak bize kadar ulaşan horultuları karışacak.

Elin hâlâ ensende kumral saçlarını yavaşça kaşırken, uykulu bakışlarını bana çevirecek, birden göz kırparak gülümseyeceksin. Yıldızlar tekrar yanana kadar gülümseyeceksin. O düşü yeniden kurana kadar biz. Gülümseyeceksin… İl Yaralı Bir Kaplan Arkadaşım Atıf, beyaz, bembeyaz. Albinoymuş, geçen gün kendi söyledi. Durup dururken. Bizim sokaktaki viran bahçeli boş evin yıkıntı duvarında oturup vakit öldürürken, “Ömer sana bir şey söyleyeceğim,” dedi ve ekledi: “Ben albinoyum.” Sonra bir an durdu, yüzüme sanki konuşan benmişim gibi dikkatle baktı. Derin bir nefes alarak: “Ondan böyle beyaz, saçım, kaşım, her yerim.” Albino sözcüğünü hiç duymamıştım daha önce. Ne desem bilemedim. Ama ne diyeceksem dikkatli olmalıydım, çünkü Atıf dışında neredeyse hiç arkadaşım yoktu. Çocukluğumdan beri ne erkekler ne de kızlar tarafından tam olarak kabul edilmiştim. İki taraf da güvenmiyordu bana, nedenini tam olarak anlayamadığım bir şekilde. Atıf da olmasa, az olan aklımı sıyırıp çoktan aynalarla konuşmaya başlamış olurdum.

Eh, bu durumda dikkatsiz davranarak elimde olanı da kaybetmek istemiyordum. Atıf da benim gibi neredeyse yapayalnızdı. Üstüne bir de albinoluk. “İyi” dedim, gözümün önüne düşen saçlarımla oynayarak. “Bir bokluk olduğunu anlamıştım zaten sende. Bir adının olduğunu öğrenmiş oldum böylece.” Bunu söylerken başımı arkaya atarak kıkırdamıştım. (Suzan Avcı’dan görmüştüm bu numarayı da, siyah beyaz bir film izlerken). O da koluma sıkı bir yumruk attı. Gülümseyerek tabii. “Ayısın Atıf, valla ayısın” dedim yüzümü yalandan buruşturarak. Atıfla aynı okuldaydık ama o benden bir sınıf üstteydi, ikimiz de henüz liseye başlamamıştık ve beden eğitimi derslerinden -farklı nedenlerden de dolayı olsa- nefret ediyorduk. Bu derse girmemek için yedekte hep birkaç sebebimiz oluyordu. Aslında ikimizi de sınıflarımızdaki oğlanlar rahat bırakmıyordu, esas neden buydu. Onun hakkında ilk kez bir şeyler söyleme gereği duyduğu ‘albino’luğu, benim ‘Kız Ömer’liğimle yarışıyordu dikkat çekmede ne de olsa.

Birkaç gün önce gene bir bahane uydurduktan sonra -bağırsaklarımı bozdum demiş bu kez- tribünde oturmuş, basketbol oynayanları izleyip bir yandan da kitabını okuyormuş. Tam o anda Sarı Yusuf namlı, benim ne zamandır kesik olduğum, okulun önde gelen bıçkınlarından bir oğlan yanına yanaşmış. Her zamankinden farklı olarak ne dalga geçmiş bizimkiyle, ne de pis pis sırıtmış. Karnı ağrıyormuşçasına ıkınıp sıkınıyormuş. Kolunu önce boynuna atmış bizimkinin, sonra kulağına eğilerek “Bir şey soracağım sana ama kimseye söylemeyeceksin” demiş. Atıf ânında tedirgin olmuş, bakalım ne gelecek arkasından diye teyakkuza geçmiş. Gözünü kırpıp “Nedir?” anlamında kafasını sallayınca, etrafı kolaçan ederek, “Oranın kılları da beyaz mı senin?” demiş Sarı Yusuf. “Çok merak ediyorum, göstersene bana soyunma odasında” diyerek pis pis sırıtmış sonrasında. Sarı Yusuf’a kesikliğimden Atıf’ın haberi yok. Kendime bile itiraf etmem çok uzun zaman almıştı. Onun bizim Atıf’a gidip böyle bir şey sorması kanıma dokunuyor. Bana bir kez bile kafasını çevirip bakmamıştı oysa. Bense onu ne çok resmin içine yerleştirmiştim, günaha duran yorganların altında. Sonra sen gel, hiçbir tarakta bezi olmayan Atıf’a böyle… İçimde bir ateş başıma doğru vuruyor. Belli etmemeye çalışıyorum.

“Aaa, çok heyecanlı, habere gel! Sarı Yusuf’a bak sen. Ben birine böyle bir şey sorsam sıraya girerler önümde, göstermek için. O kadarıyla atlatırsam da iyidir ya. Denyolar. E, sen ne yaptın?” “Ne yapayım. Dondum kaldım. Zaten ne cevap vereceğimi beklemeden uzaklaştı hemen. Afro Halil yanımızda bitmişti çünkü. Her zamanki gibi basket topunu üstümde sektirmeye başladı. Sarı Yusuf da uzadı hemen.” Sonra ellerini göğsünde kavuşturdu, çenesini göğsüne dayayarak gülmeye başladı. Bir yandan da anlattığı şeyin gerçekliğine inanamıyormuşçasına başını sağa sola sallayıp duruyordu. Ben de arkasından koyverdim makaraları, biraz da sinirimin etkisiyle… Sokağın ortasında yüksek sesle gülecek tipler değildik aslında. Genelde fısıltıyla konuşurduk birbirimizle. Ama şimdi bu gülme hâli ondan bana bulaşmıştı ve artık ikimiz de duramıyorduk.

Sanırım birbirimizin ya-nındayken ötekilerin bizi gördükleri kişiler olmaktan biraz olsun çıkabiliyorduk. Gülerken ne kadar güzel göründüğünü fark ettim birden. Tüm beyazlığı içinde, güzel olduğunun farkında olmadığı için, kimsenin onu güzel bulmayacağını düşündüğü için bu kadar güzeldi belki de. Bunu fark etmek, Sarı Yusuf’un da benden çok daha önce fark etmiş olabileceğini düşünmek biraz daha yaktı canımı. Bir süre sonra parmaklarının ucuyla göz kenarlarında biriken yaşları sildiğini ve gözlerini yolda bir noktaya kilitlediğini gördüm. Bembeyaz kaşları ve kirpikleri gözlerinin siyahlığını vurguluyor, aslında sahip olmadığı tuhaf bir gizem katıyordu varlığına. Sanırım bir süredir gülmüyordu. Sonunda ben de gülmeme bir son verebildim. Sinirim hâlâ geçmemişti. Sessizliğimizde, aramızdaki boşluk tuhaf bir gerilim taşıyordu. Konuşsam bir şeyleri kıracaktım sanki. Hissediyordum ki o an konuşmak onun en son istediği şeydi ve bunu bozmak, daldığı düşüncelerden tutup çıkarmak istemiyordum. Ama bir yandan da bir söz söylemek, eğer elimden gelirse canını yakmak, ne pahasına olursa olsun ona bir bedel ödetmek istiyordum. Sonunda dayanamayıp “Eee, öyle mi bari?” dedim. Önce beni duymadığını sandım.

Ne de olsa insanların beni duymaması yeni bir şey değildi. Daldığı derin sulardan yavaşça çıkarak “Efendim?” dedi bir süre sonra. “Efendini sevsinler” deyip kıkırdadım gene. “Oran diyorum, bembeyaz mı gerçekten?” Söylediğime bir anlam verememiş gibi bir süre hiç kımıldamadan durdu, sonra bana o zamana kadar hiç görmediğim bir bakışla baktı. Acemi okum yerini bulmuş olmalıydı ve şimdi sırada neyin olduğunu kestiremiyordum. Belki bir daha konuşmak istemezdi benimle. Ya da gerçek bir yumruk geçirirdi – bu kez yüzüme. Sinirim nedense geçmişti. Sarı Yusuf falan umurumda değildi artık. Atıf gitmesindi, yeterdi. Korkumu anlamışçasına, aniden kalkıp gidecekmiş gibi oynattı bedenini. Ama hemen sonra, gerisin geri az önceki yerine yerleşti. Yine gözlerimin tam içine baktı, ama anlamı değişmişti bakışının. Yaralı bir kaplan gibi bakıyordu şimdi. Gözünü kırpsa, hazırda bekleyen damlalar boşanıverip gidecekti kendi yollarına.

Ama kendini tutuyordu, bunu görebiliyordum. Sonra hızla ayağa kalktı, artık dayanamayarak nemli gözlerini kırptı. Kırpar kırpmaz yanaklarının üstünde belirive-ren gözyaşlarını elinin tersiyle sertçe sildi ve tam önümde durarak ani bir hareketle pantolonunun fermuarını indirdi. Bir Kocanın Gizli Defterinden l Beni aldatmasını istiyorum. Karımın. Aslında istemek de değil tam; anlatması zor. Şöyle diyeyim: Karımın beni aldatmasından o kadar çok korkuyorum ki, hemen başıma gelsin ve bir an önce bitsin istiyorum. Kurtulayım. Bunun bana vereceği sancıyı düşünerek zevk duyuyorum. Kasıklarım ağrıyor. Her şeyin bir anda yerle bir olacağı o an, ona nasıl bakacağımı, ne söyleyeceğimi kuruyorum kafamda. Beni kimlerle aldatabilir diye listeler çıkarıyorum. Çoğunu beğenmiyorum bu zorlama listedekilerin. Bazılarını karıma yakıştıramıyorum, bazılarınınsa gerçekleşmesi çok zor görünüyor. İhtimallerin gerçekçi olmasını istiyorum – daha doğrusu listedekilerin en azından ihtimal dâhilinde olmasını.

Sonra hiç ummadığım anda, işten eve erken döndüğüm bir gün mesela, böyle BUM diye! Kapıyı açınca klişe karikatürlerdeki gibi olmayacak hiçbir şey. Yani başımda zevksiz, kül rengi bir fötr şapka, üstümde de-vetüyü bir pardösü, bir elimde kapıda bırakmayı unuttuğum, ucundan şıpır şıpır sular damlayan şemsiyem, öbüründe o çok sevdiğim, teklemesi pek muhtemel revolverlerden biri olmayacak. Ansızın açacağım kapıyı, öyle ter içinde, alt alta üst üste haldeyken onlar. Kan büyük bir hızla tepeme hücum edecek. Nefes almakta zorlanacağım. Ama olacak ya sonunda! ‘Hem böyle ansızın karşılaşınca daha çok acıtacak canımı,’ diyorum. İyice yaksın canımı istiyorum çünkü, kemiklerime kadar batsın, boğazımdan yükselen çığlığımı, ısırdığını dudaklarımda susturayım. Ah, ne kadar zavallıyım. II Belki kimilerine inanması zor gelebilir ama ona tokat atmayı düşünüyorum o halvet ânında. Sevgili karıcığıma kocasından okkalı bir tokat. Adam ne yapacak bu arada, durup karımı tokatlamamı mı seyredecek, takım taklavat ortada? Olmadı, ona da aşk ederim en okkalısından. Şiddet yanlısı da değilimdir aslında; ben genelde ağzımın içinde tutup ender yakaladığım fırsatlarda zevkle dışarıya saldığım çatal dilimle, gözümden çıkan, sakat hayallerden imal oklarımın ağulu ucuyla acıtmayı severim insanların canını. Ne zaman şiddete başvurma isteği göğsümden başıma doğru yükselir gibi olsa, sanki bir ben daha çıkar bedenimden; karşıma geçip öteki beni izlemeye başlar. Güleceğim gelir, karşımdaki ‘ben’e baktıkça. Şiddet middet de kalmaz sonunda tabii.

Sönerim hemen. Ne yapsam olmaz, yumuşayıveririm. (Hiç de sevmem bu sözcüğü ama neyse. Birkaç -iddia ediyorum; kesinlikle daha fazla değildir- başarısızlık ânını çağrıştırır hep. Ne yapalım, erkeğiz diye hiç yorulmaya hakkımız yok mu canım! Bizim günümüz kötü geçemez mi, başımız ağrıyamaz mı? Şöyle kıçımızı dönüp uyuyamaz mıyız; isteği kim bilir hangi meçhul ve sakıncalı sebepten kabarmış karımıza doğru? Aslında sakıncalı olduğu doğru, ama pek meçhul gelmiyor bu uyanışlar bana son zamanlarda. O sarı yeleli, iri kıyım oğlanı televizyonda ne zaman izlesek, yatar yatmaz ensemde dolaşmaya başlıyor o meşum tırnaklar.) Evet, o büyük an geldiğinde -nasıl da eminim geleceğinden, ‘gelirse’ demedim dikkat edilirse- kendimi zorlamalıyım kesinlikle. O tokat yerini bulmalı. Beni aldatacağına dair en ufak bir izlenim uyandırmamış olan güzel karıma bu incelikli başarısının bedelini ödetmeli ve sevgili, acınası kendimden, tam da acım doruğa ulaşmışken bir patlama ânını esirgememeliyim. En azından bunu doğru dürüst yapmalıyım. Bu yüzden kendi kendime alıştırma yapıyorum zaman zaman. Banyodaki aynanın karşısına geçip gözlerimi belerte belerte kendimi tokatlıyorum. Gücümü de sınamış oluyorum böylelikle. Sonrasında artık bana pek benzemeyen yüzümün aldığı anlamları gözlemliyorum; ne kadar hiddetli görünebileceğimi. Ne kadar çıkabileceğimi insanlıktan.

Ve sonra “Hiç fena değil” diye kabarıyorum aynanın karşısında, kızarmış yanağıma bakarken. “Hiç fena değil.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir