Akıncıların Osmanlı İmparatorluğu içinde mümtaz bir yeri vardır. Âdeta imparatorluğun temel taşlandır. Yaz, kış demeden sürekli şekilde düşman topraklarına akınlar yapan bu ateş gibi yakıcı, civa gibi akıcı süvariler, aynı zamanda günümüzün askerî istihbaratına da çekirdek teşkil etmişlerdir. Turgut Alp, binlerin içinden sadece biri. Ama gerçek biri, Turguteli” diye anılan kasabanın isim babası. Aslında bu isim bir kasabayı değil, bir imparatorluğu hatırlatmalıdır. Çünkü Osmanlılar adı o ve onun gibilerin sırtında yükselmiş, beylikten imparatorluğa ulaşılmıştır. Bugün Turgut Alp, Osmanlı Devletinin çekirdeğinin atılmış olduğu Söğüt’te, Osman Beyin ilk gömüldüğü yerin yanıbaşmda ebedî hayatını sürdürmektedir. Daha kimler yok o mezarlıkta? Aykut Alp, Kara Mürsel, Samsa Çavuş, Akçakoca ve kitapta sık sık adlan geçen diğer temel taşlan. “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!” Bu mübarek topraklan okşayası geliyor insanın. Okşamak ve yine Akif in diliyle: TURGUT ALP “Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, Sana ağuşunu açmış, duruyor Peygamber!” demeli. Şimdi onlar Peygamberin yüce katında altı yüz küsur yıl İslama bayraktarlık eden bir devletin kurucuları olarak mesrur ve mesut. Tarihî romancılık, tarih içinde bir dal. Tarihi tarih yapan insanlardır. Yazan tarihçiler, gergef gibi işleyen de romancılardır. Tarih yapıcısı görevini bitirir, her fani gibi dünyadan göçer. Tarih yazıcısı araştırır, bulur, yazar. Tarih romancısı bozmadan, çapraştırmadan gergefini işler. Bu gergefte, yabani ipliklerin yeri yoktur. Uydurma, aslından ap ayn renklerin yeri yoktur. Hele tarihi yapanların hayatlarının aksine, âdeta onlara hakaret sayılabilecek temaların hiç mi hiç yeri yoktur. Ama yazılmaktadır işte! Tarih de, tarih romancılığı da me’suliyetsiz kalemlerin elinde bozulmaktadır. Osmanlı akıncısına, Bizans saraylarında seks âlemleri yaptırılmakta, işret sofralarında sabahlattırılmaktadır. Oysa akıncı demek, gecesi gündüzü, din ve millet yoluna adanmış serdengeçti demektir. Onun hayatında beşerî arzular ön plâna geçmek bir yana, sonuncu sıralara bile girememiştir. İman, boğum boğum tütmektedir; gönül alev alev yanmaktadır. Tepeden tırnağa vatan aşkı, köşeden bucağa millet sevgisi doludur. Ve bu kitap o büyük aşkın, o yüce sevginin kâğıda dö- külmüş solgun bir tezahürüdür. Romanımız aynı zamanda şu gerçeği de anlatmaktadır: Tarih zamanın kalıplan içinde donmamıştır. Aynı vasat zuhur edince, aynı tarih yeniden yaşanmaya başlar. Bu hakikati kısaca, ‘Tarih tekerrürdür” diye özetlerler. Romanda karşılaşacağınız Bizans entrikaları günümüzde bir İngiliz oyunu, bir Yunan düzenbazlığı, bir Rus kandırmacası şeklinde zaman zaman karşımıza çıkmıyor mu? Kitabı okuduktan sonra mukayese de, karar da size aittir. İnanıyoruz, bu kitabı okuduktan sonra bir akıncı ruhu özlemi ile dolacak, kalem savaşına siz de katılacaksınız. O zaman şairin,”Kükredi birdenbire kanları uyuşanlar” mısraı asıl mânasını bulacaktır. Bu” hizmet hedefine ulaşabilirse, birlik şuurunun çekirdeği atılmış olacaktır. Yeni bir enerji, taze bir kuvvet, ulvî duygular bu çekirdeği filizlendirmeye yetecek unsurlardır. Akıncı uhuvvetini, vahdetini gösterebildiğimiz gün, bütün Bizans oyunları erimeye, yok olmaya mahkûmdur. Nesil Basım Yayın bu gayretin sembolüdür ve her dalda okuyucusuna sunduğu ilmî, edebî, fikri, tarihî eserleriyle bunun mücadelesini vermektedir. Bu vesileyle, kitapta adı geçen iman kalelerini, İslâm fedailerini rahmetle anıyor, sizi onlarla baş başa bırakmak için aradan çekiliyoruz. Nesil Basım Yayın Birinci Bölüm Üç atlı, atlarının üstüne büzülmüş, yol alıyorlardı. So- ğuk kemiklerini dondurmuştu âdeta. Bir sığmak bulmak için acele ediyor, mümkün olduğu kadar atlarını hızlı sürmeye çalışıyorlardı. Vakit gece yansını geçmişti. Her taraf yoğun bir sis ta- bakasıyla kaplı idi. “Hey, Kalamos,” diye bağırdı adamlardan biri. “İlerde ışığa benzer bir şey görüyor musun sen de?” Diğeri dişlerinin birbirine vurmasını önlemeye çalışarak cevap verdi: “Hayal görmeyi bırak Tomas, sür atını!” Tomas itiraz etti: “Gördüğüme eminim ben, hayal değil, gerçek. Sen ne dersin Nikola?” Nikola diye hitap edilen üçüncü süvari kuytularda yankılanan bir kahkaha attı. “Bu siste ışık görebildiğine göre, gerçekten çok keskin gözlerin var derim Tomas, gerçekten!” Kalamos da bir kahkaha attı can sıkıntısından. “Tevekkeli değil,” diye bağırdı sesini arkadaşlarına du- yurmak için. “Lefke kızları Tomas’m gözlerine bayılırlar.” Tomas alaya alındığı için kızgın, anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Hava gittikçe soğuyordu. Üç Yarhisar şövalyesi yakınlarda bir han bulamazlarsa sabaha sağ çıkabileceklerine ihtimal vermemeye başlamışlardı. Kalamos ellerinin donduğunu zannediyordu, dizginleri doğru dürüst tutamaz olmuştu: “Sıcak bir odada rahatça yatmak varken bu havada yollara düşmek akıl kân değildi ya, mecbur ettiler,” diye söylendi. “Şu işi yüz akıyla bitirebilirsek, çektiğimiz eziyetlere değecek, ama işin içinde bu ıssız yerlerde donmak da var.” “İflahım kesildi artık, dayanamayacağım.” Kalamos, Tomas’in sesiyle düşüncelerine ara vermek mecburiyetinde kaldı. Başını genç arkadaşlarına doğru çevirdi: ‘Toy çocuk, sen de. Kim dedi bizimle maceralara atıl diye? Otursaydm ananın dizi dibinde, daha isabetli hareket etmiş olurdun.” Tomas mıknatıslanmış gibi eyerin üstünden sıçradı: “Kes artık! Anamın ismini anmamanı söylemiştim kaç kere.” Kalamos kızdı birden: “Ne olmuş andıksa be? Anan bir Türkle kaçmışsa kabahat bizim mi yani? Sahip olsaydın.” “Susacak mısın, Kalamos?” Kalamos’un eli kılıcına gitti. Atını yavaşlattı: “Susmazsam ne yapacağını merak ediyorum dostum!” Tomas’rn eli de kılıcına kaydı. “O zaman ben susturmak zorunda kalacağım Kala- mos!” “Ya!” “Evet.” “Bir dene bakalım.” İşin ciddiye doğru gittiğini gören Nikola araya girdi: “Hey, durun bakalım! Bu soğukta kılıç tokuşturmak da nereden geldi aklınıza? İlle de ısınmak istiyorsanız inin atlarınızdan da güreş tutun bari.” Tomas öfkeli bir sesle bağırdı: “İkide bir anamla uğraşmaktan vazgeçsin.” “Vazgeçti işte, tamam, hararetinizi Türklere saklayın da karşılaşacağımız yerde leşini serin. Yarhisar şövalyeleri birbirlerini kırıyorlar diye bir adımız çıkarsa, kepaze olduk gitti demektir.” Tekrar atlarını süratlendirdiler. Tomas dişlerinin arasından: “Ah şunlarla karşılaşmayı o kadar istiyorum ki” diye söylendi. Nikola sordu: “Kimlerle?” “Kimlerle olacak? Elbette Türklerle.” “Sahi çok mu istiyorsun?” Tomas kılıcını okşadı: “Hem de nasıl!” “Şimdiye kadar hiç karşılaşmadığın için olacak herhalde, yoksa iştahın kursağında kalırdı.” “Ne demek istiyorsun?” “Şunu demek istiyorum ki, Türkler tekin insanlar değildir. Karşılaştığın yerde heyecanını muhafaza etmeye çalış.” “Ne çıkar, ateş olsalar cürümleri kadar yer yakarlar.” Nikola bilgiç bilgiç başını salladı: “Öyle deme Tomas, bazı ateşler vardır ki, civarını da yakar, kavurur. Türkler o cins ateştir işte!” “Büyütüyorsun.” “Hayır, gerçeği söylüyorum.” “Anlaşılan iyice gözünü yıldırmışlar senin.” Nikola bir süre cevap vermedi. Etraf aydınlık olsaydı, yüzünün aldığı korkunç şekli görmek mümkün olacaktı. Neden sonra: “Karacahisar düştüğü zaman oradaydım,” diye söylendi kendi kendine konuşuyormuş gibi. Tomas gençliğin verdiği heyecanla alay etti. “Senin bulunduğun birkaleyi Türkler fethetmiş ha, doğrusu hayret!” Fakat muhatabı kızmadı. Aksine gayet sakin: “Hayret ki hayret,” dedi. “Benim bulunduğumu bir yana bırak, daha nice meşhur Rum şövalyeleri de oradaydılar.” “Şöhretlerini bes bedava elde etmiş palavracı şövalyeler olsa gerektir.” “Belki, ama Türkleri tanımadığın belli, görseydin böyle konuşamayacaktın.” Sesini yükseltti: “Sen ne dersin Kalamos?” Kalamos iki at boyu ilerden gidiyordu. Başını çevirmeden cevap verdi: Türkleri çok methettin derim.” “Gerçek bu.” “Yılmışsın, besbelli.” “Ya sen?” “Ben mi? Hayır! Ben her zaman ne isem gene oyum, Türklerden korkmam.” Nikola keskin bir kahkaha patlattı. “Galiba onun için sarıklılar daha kale civarında görün- meden Karacahisar’ı terketmiştin?” Bu iğneli söz Kalamos’u çıldırtmaya yetti. Sür’atle başı- nı çevirdi: “Bana bak!” diye bağırdı. “Bu söylediklerini kanınla ödeyeceksin.” “Ne duruyorsun?” Bu sefer genç Tomas müdahale etti: “Donmak üzereyim neredeyse; sürün atları, münakaşanın sırası değil. Şu haberi yerine bir ulaştıralım da, kozlarımızı sonra paylaşırız.” İkisine de bu teklif makul göründü. “Öyle olsun.” Dediler ve atlarını tekrar mahmuzladılar. Bir tepeciğin başına varmışlardı ki, Nikola heyecanla bağırdı: “Hey, şuraya bakın! Kanımı kurtlar içsin ki şu gördüğüm bir ışıktır.” Kalamos bakmaya bile lüzum görmeden cevap verdi: “Ne o, bu sefer sen mi hayal görmeye başladın?” “Bak hele.” Kalamos sonunda baktı: “Gerçek,” diye sevindi. Aynı anda Tomas da bakmış, belli belirsiz farkedilen ışığı görmüştü. Neşeli bir sesle: “Nasıl, şimdi inandınız mı? Ben onu çok önce haber vermiştim ya, aldırmamıştınız.” İkisi de tasdik etti bu sözleri: “Haklısın Tomas.” Nikola ilâve etti: “Ne de olsa bizden çok gençsin.” Tomas henüz yirmi yaşında, körpe bir delikanlı idi. Lefke’de doğup büyümüş, namlı silâhşörlerden ders almış, kılıç kullanmasını, ata binmesini, ok gezlemesini kendince noksansız öğrenmişti. Şimdiye kadar girdiği bütün kavgalardan galip çıkması iyiden iyiye şımarmasına sebep olmuştu. Daha on dört yaşında iken bir baskında annesini kaçırmışlardı. Daha doğrusu annesi kendi rızasıyla kaçmıştı. Ama Tomas’a annesini kaçıranın bir Türk akıncısı olduğunu söylemişler, bir Bizans şövalyesinin peşinden gittiğini hep saklamışlardı. Bunun için Türklere karşı aşırı bir düşmanlık besliyordu. Biraz da bu yüzden iyi silâhşor yetişmeye dikkat etmişti. Annesini kaçırdığı Türklerden intikam almaya kendini hazırlamıştı. O zamana kadar hiçbir Türkle mücadeleye girmiş değildi. Yalnız methiyelerini çok duyardı. Hele Lefke kadınları bire bin katarak Türklerin kahramanlıklarını destanlaştırır, âdeta düşmanları değil de dostları imişçesine büyütürlerdi. Tomas bu methiyelere o kadar kızardı ki, bu yüzden genç bir kadını tekme tokat dövmüş, iki dişini kırmıştı. Yeminli idi. Önüne bir Türk çıktığı anda leşini mutlaka yere serecek, annesinin intikamını alacaktı. Işık gittikçe daha belirli bir hal alıyordu. Buralarda köy filân olmadığım bildiklerinden, ışığın muhakkak bir han- dan aksettiğinden emindiler. Ne var ki bulundukları yer- ler Türk topraklan idi. Ve bir Türk hancı onları kolaylıkla kabul etmeyebilirdi. O takdirde zor kullanacaklardı. Kılıç- larım bellerinde süs olsun diye taşımıyorlardı ya! Gerekti- ğinde kendilerine yatacak yer de temin edemedikten son- ra, neden ağırlığını çeksinlerdi? Ayrıca handa bazı Türk akıncıları da olabilirdi. “Beni dinleyin,” diye konuştu Kalamos. “Eğer hana ka- bul edilmemek gibi bir durum hasıl olursa, katiyen zor- balığa baş vurmak yok, anladınız mı?” “Niçin?” diye hiddetle itiraz etti Tomas. “Çünkü ellerimiz kılıç tutamayacak kadar uyuşmuş du- rumda. Sonra içerde Türk akıncıları da bulunabilir.” “İyi ya işte, zaten benim aradığım da o!” Nikola öfkeyle araya girdi: “Kessene sesini genç horoz, kılıca el atmak yok dediler sana, kulak ver. İlk işin olduğu için hayli heyecanlısın bakıyorum. Heyecanın yüzünden başıma iş açmak istemem.” Tomas istihza ile dudaklarını büzdü: “Korkuyorsun anlaşılan Nikola! Korkuyorsan gerçekten karışma sen. Ama ilk önüme çıkacak Türk’ü zımbalamaya yemin etmişim. Beni durduramazsınız.” “Zırvalama,” diye bağırdı Kalamos. “Başımızı sokacak bir yer bulalım önce. Taşkınlık istemem. Yoksa leşini yere ben sererim haberin olsun.” Tomas diklendi: “Beni korkutamazsın.” Kalamos ateş saçan gözlerle arkadaşına baktı: “Dua et ki, kötü bir anda bulunuyoruz, yoksa seni gebertmek boynumun borcu olmuş çoktan.” Münakaşa uzayıp gidecekti, ama hanın kapısına varmış bulunuyorlardı. Sustular. Atlarından inerek bir süre ellerini ovdular. Sonra Kalamos kapıyı yumruklamaya başladı: “Hey, kapıyı açın!” İçerden hiçbir ses gelmeyince daha yüksek sesle bağırdı: “Açın kapıyı be, donuyoruz neredeyse.” Yine cevap gelmeyince, bir kaç tekme indirdi kapıya. “Açın şunu yahu!” Bu sefer bazı tıkırtılar duyuldu. Kulaklarına homurtuya benzer sesler geldi içerden: “Kimdir gecenin bu saatinde?” Kalamos cevap verdi: “Üç Bizans şövalyesi.” Yarhisar şövalyesi olduklarını mahsus gizliyordu. Biliyordu ki, Osman Gazi ile Yarhisar Tekfuru Nikefor’un arasından kara kedi geçmişti çoktan. Bizans şövalyeleri ise civarın en muteber misafirleri sayılıyordu hâlâ. İçerdeki ses aksiliğini bir parça kaybetti: “Gecenin bu saatinde ne işiniz var!” Nikola dayanamadı, kapıya bir yumruk daha indirdi: “Sual soracağına aç şunu, donuyoruz.” Cevap yerine kapı gıcırtıyla aralandı. Üç şövalye içeri süzüldüler. Kalamos alıcı gözüyle kendilerini süzen genç hancıya sırıttı: “Bakacağına atlarımızla meşgul ol. Bol yem ver ki, iyi para alasın.” Hancı sesini çıkarmadan dışarı çıktı. Atların yularına yapıştığı gibi ahıra çekti. Geri geldiği zaman üç şövalyeyi ocak başına çömelmiş buldu. Nikola eğilmiş, ateşi canlandırmaya çalışıyordu. Hancının içeri girdiğini görünce doğruldu: “Yak şu ateşi de kurulanalım dostum, yoksa donup ka- lacağız da boyunca günaha gireceksin.” Hancı yine tek kelâm etmedi. Dipteki kapıdan odunluğa girdi. Getirdiği bir kucak odunu itina ile ocağa yerleştirdi. Avurtlarını şişire şişire birkaç kere üfürdü. Önce közler parlamaya, sonra da alevler fışkırmaya başladı. Donmak üzere bulunan insanın ateşi gördüğü anda duyacağı heyecanı üç Yarhisar şövalyesi derin bir hazla duydular. İçlerine sindire sindire ateşin etrafını aldılar. Yalnız Tomas’m yüzü asıktı. Durumundan pek memnun olmadığı görülüyordu. Ettiği yemini düşünüyor, yeminin kefareti olarak papazlara kaç alün vermesi gerektiğini hesaplıyordu. Çünkü, o, ilk karşısına çıkacak Türk’ü öldürüp annesinin intikamını almaya and içmişti bir kere. Şimdi hancı da olsa, karşısına bir Türk çıkmıştı. Evet, başında kavuğu, sırtında cübbesi, kemer burnu, pırıl pırıl elâ gözleriyle hancı tam bir Türk’tü. Gençti de üstelik. O zamana kadar gördüğü şişko, yaşlı hancıların hiç birine benzemiyordu. Hele bakışları o kadar tuhaftı ki insanın içine ürpertiyordu. Kaç kere gözleri karşılaşmışsa, Tomas bakışlarını kaçırma mecburiyeti duymuştu. Adamın göz18 ? TURGUT ALP leri insanın içini okumak ister gibi derinden bakıyordu. Acaip parıltılar oynaşıyordu göz bebeklerinde. Dişlerini gıcırdattı. Hırsını bastırmak için uluorta bağır- dı: “Bize sıcak bir çorba getir çabuk!” Hancı, derinden bakan gözlerini delikanlıya çevirdi. Sanki söyleneni duymamış gibi odanın ortasında kımıldamadan durmasına devam etti: “Duymadın mı dediğimi, çorba getir!” Hancının dudakları istihza ile kıvrıldı. Sanki konuşmaya yeni başlamış bir çocuk gibi kelimelerin üstüne basa basa: “Çorba yalnız sabahlan bulunur,” dedi. Bu kadarlık bir cevap Tomas’m zaten aleste duran cinlerini başına üşüştürmeye yetmişti. Hiddetle ayağa fırladı. Elini sür’atle beline attı. Arkadaşının kötü niyetini sezen Kalamos, ondan atik davranarak kolunu kavradı: “Otur oturduğun yerde Tomas, arzuladığın şeyi dişlerini gıcırdatmadan istemeyi öğren evvelâ.” Tomas şimşekler çakan bakışlarını Kalamos’a dikti: “Sana da sıra gelecek Kalamos!” Kalamos cevap yerine elini şimşek gibi kaldırdı. Sert bir tokat patlattı Tomas’ın yüzüne: “Çok oldun sersem! Benimle nasıl konuşulacağını öğretir bu sana!” Delikanlı tokadın şiddetinden sendeledi. Birkaç adım geri gitti. Kanayan dudağını elinin tersiyle sildi: “Pis herif!” diye bağırdı. Kılıcını çekmeye davrandı. Ama TURGUT ALP ? 19 geç kalmıştı. Nikola çoktan kılıcını sıyırmış, Tomas’ın iki küreği arasına dayamıştı. Pis pis sırıtıyordu: “Koy o kılıcı yerine Tomas. Hırlaşmak için yanlış yer seçmişsin dostum. Her şeyi dönünce halletmeye karar vermiştik, unuttun mu?” Tomas donup kaldı. Böyle bir şeyi beklemiyordu. Hafif- çe başını çevirip Nikola’ya baktı. “Demek böyle ha Nikola!” Nikola sırıtmaya devam ediyordu. “Böyle ya,” dedi. “Aynen böyle işte!” Tomas elini kılıcından çekti. “öyle olsun bakalım. Sonra hesaplaşacağız.” “Pekâlâ, ama önce kılıcını çek ve usulca yere bırak bakalım. Kalleşliğine kurban gitmek istemeyiz, heyecanına hâkim olamıyorsun.” Tomas çar naçar söylenenleri yaptı. Hesaplaşmayı sonraya bırakarak kılıcını döşemeye bıraktı. “Dediğin gibi olsun,” dedi. Genç hancı bulunduğu yerden kımıldamadan üç arka- daşın münakaşasını seyrediyordu. Dudaklarındaki müstehzi tebessüm hep yerli yerinde idi. Hattâ biraz daha belirginleşti. Kalamos: “Böyle işte hancıbaşı,” diye gülmeye başladı. “Boş kalınca kendi aramızda kılıç talimi yaparız.” Hancının cevap vermediğini görünce de sordu: “Hakikaten içecek bir çorban yok mu? Ölesiye açız da.” Hancı yine cevap vermedi. Yürüdü ve dipteki kapıdan çıktı. 20 ? TURGUT ALP “Amma da tuhaf adam be,” dedi Nikola. “Hancının böylesini de ilk defa görüyorum.” Kalamos: “Türklerin ne yapacağı pek belli olmaz, tetikte durmamız lâzım.” Nikola’nın kafasını mütemadiyen hancı meşgul ediyordu. “Pek de genç.” “Kim?” Çenesiyle hancının çıktığı kapıyı işaret etti. “Şu hancı canım!” “Ben de hayret ettim,” dedi Kalamos. ‘Türkler bu yaşta kılıç elde dolaşırlar, ama nedense hancılığı seçmiş. Galiba ödleğin biridir.” Nikola bu fikirde değildi: “Sanmam. Herifteki gözleri dikkat ettin mi? İnsanın içine nüfuz ediyor âdeta. Bu bakışları iyi tanırım ben. Akıncılarda bulunur ancak.” O zamana kadar küskün duyan Tomas: “Yani bu adam akıncımı sence?” diye sordu. Nikola arkadaşının ilk defa farkına vanyormuş gibi, bir parça da hayretle baktı: “Tahmin ederim,” dedi sadece. Hancının elinde kocaman bir tasla girdiğini görünce sustular ve sadece bakışıp tebessüm etmekle yetindiler. Kalamos keyiflenmişti: “Haşşöyle be hancıbaşı! Dışımızı ısındırdın ya, içimizi de ısındır ki rahatlayalım.” Hancı yine sesini çıkarmayınca, Nikola’nın sabrı taştı: TURGUT ALP ? 21 “Dilsiz misin be adam! Azıcık konuşsana!” diye çıkıştı. Genç hancı delici bakışlarını Nikola’ya çevirdi: “Ne konuşayım?” Nikola bu bakışlardan sıkılmıştı. İçinin ürperdiğini his- setti. Kekeledi:
Yavuz Bahadiroglu – Turgut Alp
PDF Kitap İndir |