Yavuz Bahadiroglu – Caka Bey

Güneş ilk ışıklarını çadırların üstüne serpiyordu. Sabah meltemi, ince hıçkırıklarla sarsıla sarsıla çadırların arasında geziniyordu. Kâh meydanın ortasına dikili Selçuklu sancağını okşuyor, kâh ulu çınarın yapraklarını hışırdaƨyordu. Nihayet bir çığlıktan ürktü, çığlıkla birlikte bey çadırına daldı. “Düşman göründüüü! Düşman göründüüü!” Çavuldur Bey, daha ilk çığlıkta doğruldu. Başucuna asılı kılıca el aƴ. Yine Bizans’la hesaplaşacakƨ. Bunun kaçıncı hesaplaşma olacağını bilmiyordu. Kaç yerde, kaç kere savaşƨğını, kaç yara aldığını unutmuştu. “Hele gelsinler,” diye söylendi. Malazgirt mağlûbiyeƟnin hıncını unutamamışlardı. Doğrusu unutulacak gibi de değildi. Sultan Alpaslan’dan müthiş bir tokat yemişlerdi. O muhteşem savaşta Çavuldur Bey iki yara almışƨ. Bir kılıç dizini yarmış, bir ok sol gözünü çıkarmışƨ.


Böyle iken nasıl at sırƨnda durabildiğine şaşıyordu. Haƨrlayınca elini sol gözüne götürdü. Sol gözünün yerinde sadece kara bir bant vardı. Arkası çirkin bir çukurdu. Ama umursamıyordu. Güzelliği yüzde değil, yürekte arayan arkadaşları sağ olsundu. Yalnız büyük bir korkusu vardı. Bir gün, bir başka ok sağ gözünü de çıkarırsa hâli ne olacakƨ? Savaş meydanlarından ayrılmak ölümden beterdi. “Allah o günleri göstermesin.” Çadırın kapısına asılı kıl keçe yırƨlır gibi çekildi. Bir delikanlı yalın kılıç içeri daldı. Nefes nefese boşaldı: “Geliyorlar Bey Babam!” Oğlu Çaka idi. Annesi vefat edince yanına almış, nereye giƫyse beraberinde götürmüştü. Çaka ve kardeşi Yalvaç. Anneleri öldüğünde Çaka on üç, Yalvaç ise yedi yaşında bulunuyordu.

Şimdi ikisi de büyümüş, delikanlılık çağma gelmişlerdi. Çaka yirmisini sürüyordu. Yirmisini sürüyordu ya, rahat rahat yirmi beşinde gösteriyordu. Geçen sene evlendirmiş, bir kaç haŌa önce de bir kızı dünyaya gelmişƟ. “Hay oğul Çaka!” Şu duruşu, kılıç tutuşu, yüzündeki yiğit ifade, şu savaşa susamışlığı, kendisi ölünce yerini rahat rahat dolduracağının alâmeƟydi. Tek gözü arkada ölmeyecekti. Doğrulurken gülümsedi: “Hele gelsinler oğul, telaş etme; gelsinler, görelim bir yol.” Çadırın kapısı önünde Yalvaç’ı gördü. Gözleri çakır çakırdı. Onun da elinde yalın bir kılıç vardı. “Sen de mi?” diye sordu hayretle, “ama…” Çocuk olduğunu, alargada durup savaş seyretmesini söyleyecekƟ, fakat yutkunarak sustu. Son savaşta verdiği sözü haƨrladı. Yalvarmalarına dayanamamış, “pekâlâ”yı basƨrmışƨ. “Pekâlâ, bundan sonra yapacağımız her savaşa sen de ağabeyin gibi katılacaksın.” Elini omzuna koydu.

Kızıla çalan sakalının üstüne gülüşünü oturttu: “Üzülme evlât,” dedi. “Sen de savaşacaksın. Kılıç oyununa sıvanacak kadar büyüdün.” Yalvaç’ın yüzü aydınlandı. Parıldayan gözleriyle önce babasına teşekkür eƫ, sonra ağabeyine sarıldı: “Cenk yiğidi olmuşum, ne güzel.” “Güzel elbet,” dedi Çaka, “Cenk yiğidi olmuşsun.” Çavuldur Bey, tekrar çadıra dönüp zırhını sırtına geçirdi. Düşman henüz görünmediğine göre, çığlığı basan, heyecanlı yiğitlerden biri olmalıydı. Düşman kim bilir nerelerde iken haberi koşturmuştu. Birazdan bayram yerine gider gibi savaşa gideceklerdi. Sonrasını Allah bilirdi. Kılıcını kuşandıktan sonra, duasını yaptı. Dışarı çıktı. Çaka ile Yalvaç şakacıktan kılıç tokuşturuyorlardı. Bir zaman baktı.

“Allah sizi korusun,” diye mırıldandı. Adamları öbek öbek toplanmaya başlamışƨ. Çobanlar, sürüyü dağlara sürüyorlardı. Atlar meydana çekilmişti. Bazıları ellerine geçirdikleri taşlarla kılıçlarını parlatıyorlardı. “Heeey!” diye bağırdı Çavuldur Bey, “haniyi düşman, haniyi Bizanslı? Görünürlerde bizden başka kimse yok.” Yiğitlerden bir yiğit önüne yürüdü. Dizini yere koyup yumruğunu göğsüne çaktı: “Ben gördüm Beyim, bu tarafa yaklaşıyorlar. Başlarında zırhı pırıl pırıl parlayan bir Bizanslı komutan bulunuyor.” “Kaç kişi tahmin edebildin?” “Bana kalsa sayı bilmem, kalabalık der geçerim, ama yanımda Abaka vardı, hesabı iyicedir Abaka kardasın, beş, altı bindir dedi. Vardır o kadar herhalde.” Çavuldur Bey buruldu. Rakam çok yüksekƟ. Bin beş yüz adamına karşı beş, alƨ bin düşman. Üstelik çoğu da tepeden ƨrnağa zırhlı.

Zırhlı olmalıydılar, çünkü canları pek kıymetliydi. Her zaman zırh giyerlerdi. Hem de ağır mı ağır madeni zırhlar giyerlerdi. Fakat inanç kılıcı sağlam zırhların arasından geçecek bir yol bulurdu kendine. “Yine buluruz Allah’ın izniyle.” Adama döndü: “Atlara binilsin, hazır olunsun, Bey emridir de, Bey buyruğudur de, çabuk ol!” Adam uzaklaşırken çocuklarına döndü. Hâlâ kılıç kılıca oynaşıyorlardı. İhƟmal gerçek savaşı da böyle bir oyun gibi görüyorlardı. Bu yüzden Yalvaç o kadar ısrar etmiş, savaşa kaƨlmak için yalvarıp yakarmışƨ. Koca kılıçlar ellerinde iken olduklarından daha küçük gösteriyorlardı. Bir an dağlara çıkıp çobanlara kaƨlmalarını emretmeye hazırlandı. Başlarına bir şey gelsin istemiyordu. Yine de düşündüğünü söyleyemedi. Sözü vardı, sözünde durmazsa, çocuklarının saygısını kaybederdi. “Heey Çaka Bey, hazır mısın oğlum, sen de hazır mısın Yalvaç Bey?” Kılıç tokuşturmayı kesip babalarına doğru döndüler.

İlk defa onlara “Bey” diyordu. Yüzleri pençe pençe kızarmıştı. Alınlarında ter taneleri parıldıyordu. Bir ağızdan cevap verdiler. “Hazırız baba!” Aynı anda yiğitlerden bir yiğit de önüne diz koydu: “Cümlemiz hazırız Beyim, buyruk bekleriz.” Yiğitler atlanmışlardı bile. Meydana yürüdü. “Eh, ben de hazırım,” dedi. Atma bindi. Çocuklarının da binmesini bekledi. Eline tutuşturulan tuğla kargıyı ilerilere uzaƴ: “Haydi arkadaşlar, ilerde zafer vardır, Bismillah!” Meydanı at kişnemeleri, nal sesleri ve çığlıklar kapladı. Atların ardından tostoparlak bir toz bulutu yükselerek dağıldı. Güneş kargıların madeni ucunda yandı, söndü. Bin beş yüz atlı dolu dizgin düşman üstüne gitti. Bizans ordusuyla karşılaştıklarında gemlere asıldılar.

Çavuldur Bey, karşı taraķ bir zaman süzdü. Saf bağladıklarına göre, onları bekliyorlardı. Demek hazırlıklıydılar. Acaba ormana doğru çekilip gece baskını vermek üzere hazırlansa daha mı iyi olurdu? Bunu keşke daha önce düşünseydi. Arƨk iş işten geçmişƟ. Çekilme emrini verse belki de adamları dinlemez, bu yüzden kargaşa çıkardı. O takdirde Bizans ordusunun işi büsbütün kolaylaşırdı. Allah’a sığınıp saldırmak en iyisiydi. Birden mahzunlaştı, içini bir sıkıntıdır bastı: “Ne oluyor bana, ihƟyarladım galiba. Daha önce de kat kat üstün kuvvetlere karşı savaşƨm, Allah’ın yardımıyla zafer üstüne zafer kazandım, peki şimdi niye kötü hislerin esiriyim?” Bedbinliği silkip atmaya çalıştı. “İşte ezeli düşmanımız, karşımızda!” diye gürledi. “Malazgirt zaferinin ışığı sönmeden yeni zaferlerin ışığını yakalım. Allah yardımcımız olsun.” Bir ağızdan tekrarladılar: “Allah yardımcımız olsun!” Çavuldur Bey, çocuklarına bakƨ. Gözünde büsbütün küçülmüşler, âdeta iki bebek olmuşlardı.

Savaşa sokmakla galiba hata etmişƟ. Hele de Yalvaç mutlaka çobanlarla olmalıydı. Başlarına bir şey gelirse kendini affetmeyecekti. Sanki ne diye söz vermişti? Çığlıklar, nal sesleri kopunca dalgınlığını üstünden aƴ. Bizanslı kumandan albay Aleksander Kabalika, ordusunu hücuma geçirmişƟ. Zırhlı Bizans süvarileri dolu dizgin geliyorlardı. Vakit kaybetmeye gelmezdi. Kargısını kaldırdı; “Bismillah hücuuuum!” “Allah! Allah!” sesleri coşkun bir sel gibi çağladı, naralar yel gibi esƟ, inanç oku yayından ķrlayıp düşman içlerine girdi. Düşman saflarında gedikler açıldı, feryatlar yükseldi. Albay Kabalika gördüklerine inanamaz gibiydi. Aƨnı oradan oraya koşturuyor, ok menzilinin dışından olanları gördükçe, deliriyordu. Dayanamadı, ihƟyata ayırdığı iki bin kişilik kuvveƟn yarısını savaşa sürdü. Bununla Bizans ordusunun bin beş yüz kişiyle dövüşen insan sayısı dört bine yükselmiş oluyordu. Çavuldur kuvvetlerinin dayanması zorlaşmışƨ. Yine de karşılarındaki üstün kuvvetleri bunalƨyor, kendilerine has dövüş usulüyle düşmanı şaşırtıp en umulmadık zamanda yükleniyorlardı.

Albay Aleksander Kabalika, geleceğini bu zafere bağlamışƨ. Bizans’ın korkulu rüyası haline gelen Çavuldur Beyi canlı olarak ele geçirmek arzusundaydı. İmparatora götürüp, ayaklarının ucuna atacak, gerine gerine, “İşte Haşmetlim, Bizans ordularına kan kusturan, baskınlarıyla hudut boylarını haraca bağlayan müthiş Oğuz, ayaklarınızın alƨnda bulunuyor,” diyecekƟ. İmparatorun ne düşüneceği yahut ne diyeceği umurunda bile değildi. Onun asıl istediği meşhur olmakƨ. İsmi ordu içinde ve halk arasında efsaneleşirse, plânını yürürlüğe koyabilir, ismi etrafında toplanacak olanları ayaklandırıp Bizans tahtına oturabilirdi. Aleksander Kabalika bu düşüncelerinde yalnız değildi. İsmini biraz duyurmuş herkes, özellikle de yüksek rütbeli subaylar, aynı hayali içlerinde yaşaƨr, devletlerinin değil, hayallerinin yolunu açmaya çalışırlardı. Generaller, gırtlaklarına kadar siyasete gömülmüş, askerlik dördüncü, beşinci plâna düşmüştü. Müslüman bunu biliyor, ordusu askerlikten çok siyaset düşünen bir devletin sürükleneceği tek akıbeti hazırlama gayretiyle coşkunca vuruşuyorlardı. Yazık ki sayıları çok azdı. Çavuldur Beyin asker sevk etmede ustalığı bile fazla işe yaramıyordu. Üstün kuvvetler karşısında eziliyorlardı. Albay Aleksander Kabalika, zaferin sonundaki hayali avuçlamış gibi sevinçliydi. Aƨnı mahmuzladı.

Son ihtiyatı ardına takarak savaş meydanına daldı. “Çavuldur Beyi canlı istiyorum!” Çavuldur Bey, sesin geldiği tarafa döndü. Alƨn armalı zırhı içinde Albay Aleksander Kabalika’yı fark etti. Komutan olduğunu anlayarak son çareyi denemeye karar verdi. Onu öldürebilirse ordusu şaşırır, hezimet zafere dönebilirdi. Can havliyle yüklendi. Kabalika üzerine bir âfeƟn yaklaşƨğını sezince geri çekildi. Binlerce askerin ortasında bile korkmuştu. Uzaktan kılıcını kaldırarak Çavuldur Beyi işaretledi: “Onu yakalayınız!” Yüz kişilik bir kuvvet Çavuldur Beye saldırdı. Etraķnı çepe çevre sardılar. Bakındı. Kurtuluş yoktu. Hiç değilse adamlarının geri kalanı kurtulmalıydı. Oğulları kurtulmalıydı. Var gücüyle bağırdı: “Ormana çekilin! Çaka, Yahşi, gidin buradan!” Birkaç sadık adamı kendisiyle ölmeye koştu, birkaçı Yahşi Beyi kapıp ormana daldı, Çaka dimdik duruyor, babasının emrini dinlemekle dinlememek arasında bocalıyordu.

Sonunda kararını verdi: “Yettim Bey babam, dayan!” Çavuldur Bey deli gibi kılıç sallıyordu. Oğlunun sesini duymamışƨ. Arƨk kimseyi duyacak halde değildi. Tek düşüncesi şehit olmaktı. “Açılın bre, açılın bre!” diye bağırıyor, zaman zaman “Allah” diye çağlaya çağlaya kılıç sallıyordu. Zırhı param parça olmuş, üç yerinden yaralanmışƨ. Bu da yetmez gibi kılıcı kırıldı. Aƨnın sağrısından eksik etmediği topuzu kapƨ. Ağır demir topuz, güçlü Çavuldur Beyin elinde hafif bir kılıçtan farksız işliyor, vurduğunu deviriyordu. Albay Kabalika hayretler içindeydi. Bir insan nasıl bunca yaraya, bunca yorgunluğa dayanabilirdi. Galiba canlı yakalamaktan vaz geçmesi lâzımdı. Zaten canlı götürmekle, ölü götürmek arasında bir fark yoktu. Asker tereddüde düşmüştü. Yaklaşamıyorlardı.

Kararını verdi: “Oklayın!” Yarım daire hâlinde açıldılar. Üzerine yüzlerce ok gönderdiler. Aƨyla aynı anda vuruldu. Birlikte yuvarlandılar. Atının altında kaldı. Bir daha da kalkamadı. “Kalleşler!” dedi sadece. Son duyduğu sesi oğlu Çaka’nın sesine benzetti: “Babacığım!” Herhalde CenneƟn sesiydi. Çaka’ya gitmesi için emir vermişƟ. Şimdiye kadar her söylediğini yapan Çaka, bu emre uymamış mıydı yoksa? Kalkmaya davrandı. Fakat kımıldayamadı bile. “Allah,” dedi bitti. Bizans askerleri saygı ve korkuyla iki yana açılmıştı. Çaka yüreğini kavuran ateşin yakıcılığında şuurunu kaybeƫ. Nerede bulunduğunu unutarak atını babasının yanma sürdü.

Yere atladı. Başını dizlerine koydu: “Babacığım, benim şanlı babacığım, bak, bir bak ki neler oldu? Askerin dağıldı, toprağın çiğnendi. Lâkin ne gam, şehâdeƟn bile başlı başına bir zaferdi. İnƟkamını bir gün mutlaka alacağım.” İkindi güneşi muhteşem başını bulutların arasına çekmiş, saklanmışƨ. Sanki bu hazin manzarayı görmekten kaçıyordu. Kabalika ise hayallerinin doruğunda zevkten dört köşe gülüyordu. “Oğludur,” diye bağırdı, “yakalayın!” Çavuldur Çaka bu sesle kendine geldi. Babasının başını ağır ağır toprağa bırakƨ. Kılıç elde kalktı. Kanlı gözlerini etrafta dolaştırdı. “Haayt, savulun Çavulduroğlu Çaka Bey geliyoor!” diye gürledi. Albay Aleksander Kabalika yüzünü ekşitti, yere tükürdü: “Bir de oğlunu sarmayalım başımıza, kement atın!” Çaka birkaç kementten kurtuldu, saflara ulaşmayı başardı, birkaç Bizanslıyı yere serdi. Çok yorgundu. Üstelik çok gençƟ.

Yine de zor yakaladılar. Kıskıvrak bağlayıp albay Kabalika’ya götürdüler. Hayretle bakakaldı: “Meydanda çok korkunç görünüyordu, meğer bir çocukmuş,” diye söylendi. Bizans İmparatoruna ganimetini göstermek için sabırsızlanıyordu. Bizans İmparatoru Nikefor Botaniates alabildiğine, muhteşem tahƨnda, alabildiğine mağrurdu. Tombul kırmızı yüzü pırıl pırıl ƨraşlıydı. Senatoya gitmek için süslenmişƟ. Neşeli olacakƨ ya, bu sabah Albay Aleksander Kabalika’yı kabul etmek zorundaydı. Bu yüzden neşesi gölgelenmişƟ. Onu hiç sevmezdi. Onun da kendisini sevmediğinden emindi. Çavuldur Beyi öldürüp oğlunu esir etmesi de pek hoşuna gitmemişƟ. Böyle adamların sivrilmesi işine gelmiyordu. Halk kahraman kıtlığında, ucuz kahramanlara dört elle sarılıyor, gözleri kapalı peşine takılıyorlardı. Bu da imparatorun işine gelmiyordu.

Albay Kabalika şimdiden efsaneleşmeye başlamışƨ bile. İƟbarını kırmak için hayli uğraşması gerekecekƟ. Zaferinin delili olan esiri ne yapıp yapıp elinden almaya karar verdi. Bu kararla gülümsedi: “Çağırın Kabalika’yı, gelsin,” diye emretti. Albay Aleksander Kabalika içeri alındı. Yanındaki genç Çavuldur Beyin oğlu Çaka olacakƨ. Ne de çelimsiz görünüşlüydü. Ne zayıftı. Kabalika bununla mı övünecekti karşısında? “Hoş geldin albay, seni tekrar gördüğüme sevindim.” Albay Aleksander Kabalika, İmparatorun karşısında diz çöktü, başını kaldırınca Çaka’nın dim dik durduğunu görünce: “Diz çök!” diye bağırdı. Çaka duymamış gibiydi. Fütursuzca etraķna bakıyor, gördüklerini küçümser gibi dudak kıvırıyordu. “Diz çök dedim.” İki asker Çaka Beyi arkasından iƫler, fakat Çaka Bey sadece bir adım aƴ, yine iƫler, bir adım daha attı; kollarından tutup başını bastırdılar, fakat direndi, diz çökmedi. “Bırakın,” dedi İmparator, “bırakın kalsın.

” Direnmesi nedense hoşuna gitmişƟ. Kızması gerekiyordu, belki de cellada vermesi, fakat yapamadı işte, Kabalika’ya döndü: “Esirin fazla dik başlı albay, hiç eğitmemişsin.” Albay özür dileyen bir ses tonuyla: “Bunlar barbardır efendimiz, saray usulünü, erkânını bilmezler.” “Bana kalırsa usul, erkân bilmediği için değil, seninle beni adam yerine koymadığı için eğilmiyor, ne dersin?” Albay telâşlandı: “Haddine mi düştü efendimiz, ben şimdi onu dize getiririm.” Kalktı, Çaka Beyi yakaladı. “Diz çök sersem!” Çaka Beyin mavi gözleri yıldırımlar saçıyordu. Gür kaşları alabildiğine çaƨkƨ. Davent endamının her parçası tel tel ıstırapla titriyordu. “Diz çök dedim sersem!” Çaka daha fazla dayanamadı. Şimşek hızıyla yumruğunu kaldırıp albay Kabalika’nın suraƨna gömdü. Albay bunu beklemiyordu. Sarsılmış, sendelemişƟ. Geri geri yalpalıyordu. Tam vakƟnde bir mermer sütuna yaslanmasaydı düşecekti. “Gebertin!” diye bağırdı.

İmparator gözlerini devire devire Kabalika’ya baktı: “Benim huzurumda emir vermeye nasıl cüret ediyorsun Kabalika? Sen kendini imparator mu sanıyorsun yoksa?” Albay kekelemeye başladı: “Şey… Efendimiz… Ben yalnızca… Sizin…” Hışımla sözünü kesti: “Sus albay, beni yapmak istemediğim bir şeye zorlama, hemen git ve Türkçe bilen bir tercüman gönder. Seni bugün bir daha görmek istemiyorum.” Albay bir şeyler söylemek için hazırlandı ise de İmparator başını çevirmişƟ. Bu durumda ısrarın manası yoktu. Öfke bulutu gibi tortop dışarı çıktı. Az sonra sivri külahlı bir Yahudi girip İmparatoru selamladı: “Efendimiz Türkçe tercüman emretmişler.” “Evet soyu kuruyasıca, sor bakalım şu delikanlıya, akıncılığa hevesleneceği yerde, anasının dizi dibinde oturup akın hikâyeleri dinleseydi daha iyi olmaz mıydı?” Tercüman, İmparatorun sözlerini Türkçeye çevirince Çaka’nın alevli bakışları İmparatora çevrildi: “Anam yok,” dedi. Acele acele konuşmaya başladı. “Ucuz zaferlerle kendinizi avutmayın İmparator. Talih eseri olarak Çavulduroğlu Çaka’yı yakaladınız diye başınız bulutlara değmesin. Büyük zaferler kazanamamanızın sebebi, küçük zaferlerle yetinmenizdir. Bir gün nasılsa buradan kurtulacağım ve babamın intikamını alacağım.” Bu sözler kendi idam fermanını imzalaması demekƟ. Bereket versin Yahudi tercüman, kendi başından korktuğu için bazılarını atladı, bazı ifadeleri yumuşattı, bir kısmını da tersine çevirdi. “Korkuyor mu sor bakalım,” dedi İmparator.

Çaka Bey başını dikti: “Oğuz beyinin oğlu korkmaz, biz ahrete bütün kalbimizle inanırız, ölürsek şehit olur, Cennete gideriz. Ama kalırsak bize yapılanları yapanların yanına komayız.” Tercüman dayanamadı: “Bir imparatorla böyle konuşamazsın.” “Sana ne,” dedi Çaka, “Sen tercümeye bak, karışma. İstediğim gibi konuşurum. Beni dinlemek istemeseydi huzuruna almazdı.” “Unutma ki sadece bir esirsin.” “Ruhum ve beynim hürdür, onları hiç kimse esir alamaz.” “Kellenle oynuyorsun.” “Kelle benim, dilediğim gibi oynarım.” İmparator kuşkulanmışƨ. Bir Çaka’ya, bir tercümana bakıyordu. Sonunda kızdı, alƨn topuzunu tak tak yere vurdu: “Kendinize gelin, ne cüretle aranızda konuşuyorsunuz?” Tercümanın rengi attı: “Efendimiz, daha terbiyeli olmasını ihtar ettim.” “Sana mı kaldı? Sözlerini olduğu gibi çevirmezsen başını koparır kaplanlarıma sabah kahvaltısı yaparım.” Büzüldü: “Emredersiniz Vasileas (imparator).

“Şimdi sor bakalım, beni nasıl buluyor?” Bu suali genç Çaka içinden geldiği gibi cevaplandırdı ve tercüman da harfi harfine çevirdi. “Bizans İmparatorunu benden beter bir esir olarak görüyorum.” “Bu da ne demek oluyor.” “Burası benim nazarımda geniş bir hücre. HürriyeƟn tadını çıkarmak için insanın kendini hür hissetmesi lâzımdır. Dilediği gibi gezmeli, istediğini yapabilmelidir. İmparator her istediğini yapabiliyor mu? Yapamaz, çünkü saray âdetleri, usulleri yolunu keser. İstediği yere gidemez, çünkü imparatorlar ancak belli yerlerde görünebilirler, imparator gibi konuşmak zorunda olduğundan, düşündüklerini de söyleyemez. Bu durumda elleri, ayakları bağlı, ağzı da ƨkaçlı bir esirden tek farkı demir parmaklıklı, küçücük pencereli, rutubetli bir hücre yerine, şu geniş, ihƟşamlı, lüks sarayda yaşaması. Üstelik her an ölüm korkusu içinde yaşıyor. Şu saray denen muamma karargâhında, ne zaman, hangi delikten bir hainin ķrlayıp kendisini hançerleyeceğini bekleye bekleye yaşamak, küçücük bir hücrede yaşamaktan rahat olmasa gerektir.” İmparator bocaladı. Sanki kafasından geçenleri bir bir okuyordu. Gerçekten de yüreği korku doluydu. Her sütunun arkasında bir kaƟl, her yiyecek içecekte zehir arıyordu.

Korkusunu yenmek için nöbetçilerin sayısını arƴrmış, gizli geçitler yapƨrmışƨ, ama fayda etmiyordu. Ama bunu itiraf edemezdi. Gülmeye davrandı: “Sözünü sakınmıyorsun Çavulduroğlu, bu sözlerin seni ölüme sürükleyeceğini bile düşünmüyorsun. Bazı fikirlerin enteresan geldi, bazıları ise çok tuhaf. Esir olduğumu da nereden çıkardın?” “Delillerimi bir bir söyledim ya.” “Ben kabul etmedim ki. Burada emrime amade binlerce insan var. Ordularım, komutanlarım, meclislerim… İki dudağımın arasından çıkacak bir emirle tahtlar devirebilecek güçteyim.” “Böyle olmadığını pekâlâ siz de biliyorsunuz, İmparator.” Nikefor Botaniates bir yerlerine iğne batmış gibi sıçradı: “Ne… Ne demek oluyor bu?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir