Yavuz Bahadiroglu – Sel

Cami avlusu ağzına kadar insanla dolmuştu. Kimi yere çömelmiş, romatizmasını dinlendiriyor, kimi kollarını önünde birleştirmiş, ayakta dikiliyordu. Bağıran, çağıran yoktu, kulaktan kulağa fısıltılar dolaşıyordu sadece. “Bildin mi, Davut Ağa bizi niçin toplamış?” “Bilemedim gurban, nereden bileyim? Gökten zenbille haber salmazlar ki bana.” “Mutasarrıf efendiden, kapı gibi karar çıkartmış, derler.” “Etme!” “Bundan böyle, köy meydanındaki çeşme bile akmayacakmış.” “Ağzından yel alsın! Ben bildim bileli o çeşme gürül gürül akar. Gürül de gürül.” “Davut Ağanın arazisi içinde imiş ya suyun menbaı, keşi kesirverecekmiş, topraklarını sulamak için.” “Allah’tan korkmaz mı hiç?” Son soru, köyün en yaşlısı Hüseyin Ustanın dudakları arasından gayri ihtiyarî çıkmıştı. Sakalı uzun mu uzundu, ak mı aktı Hüseyin Ustanm, sıkı sıkıya avuçlamıştı. “Korkmaz mı ki,” diye tekrarladı. “Bir köyün içme suyunu keser.” Alayımsı bir cevap verdiler Hüseyin Ustaya: “Kendisine sor istersen emmi, bak, geliyor işte. Bir de süslü ata binmiş ki, bir de kurumlu ki… Sanki Padişah efendimizin başyaveri.


” Davut Ağa kalabalığa sürdü atını. İnsan çemberi iki yana açılarak yol verdi. Tam ortaya gelince yaşından ve göbeğinden beklenmeyen bir çeviklikle yere atladı. “Selâmün aleyküm ağalar.” Dudaklar isteksizce kımıldadı: “Aleyküm selâm, Davut Ağa.” Sol elinin baş parmağıyla kalın kösteği elleye elleye, saat cebini buldu. Parmağını cebine soktu. Öbür eliyle fesini şöyle bir yokladı. Duruşundan memnun olmamış olacak ki, biraz daha yatırdı sağ kulağına doğru. Gür kaşlarının altında gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Suratı her zamankinden beter bir kırmızılıkta idi. Vücudunu da iyice kasmıştı. “İttihat ve Terakki’nin Düvel-i Osmaniye’ye yaptığı hizmet” diye başlayan meşhur nutuklarından birini daha atmaya hazırlanıyor sandılar. Su meselesini belki hiç açmazdı. Belki köylünün kulağına çalınanlar, sadece kötü bir dedikodudan ibaretti.

Davut Ağa, bu kadar kasılmayı yeterli bulmuş, bakınmayı da bitirmişti. Bir soruyla girdi söze: “Deyin bakalım Ağalar, köylü demek ne demek?” “Bilemedin mi gurban?” diye atıldı Hüseyin Usta. “Köylü demek, Padişahımız Efendimizin varlığından haberdar olmadığı garib tebea demek.” “O nasıl söz Hüseyin Usta?” diye bağırdı Davut Ağa. İyice ondan yana döndü, gerdan kırdı, kaş çattı: “Şu sözün Mutasarrıf Efendinin kulağına gitse, ak sakalına bakmaz, dama tıkar seni.” Hüseyin Usta pustu. “Dedim işte,” diye mırıldandı. “Sözgelişi dedim.” Kalabalığın arkasına çekildi. Rengi kül gibi olmuştu. Davut Ağa’nın yüzüne bakmaktan korkuyor, gözlerini hep yerde tutuyordu. Mengene gibi bir el yapıştı koluna. Döndü: “Sen misin Ahmet Gazi? Ağzımdan kaçı verdi birden.” Otuz, otuzbeş yaşlarında, karayağız, burma bıyıklı bir yiğitti Ahmet Gazi. Sol ayağı dizinden itibaren yoktu.

Koltuk değneğine dayanmıştı: “Korkma emmi, sana kimse ilişemez.” Yaşlı adamın gözlerine ışık geldi birden, çocuk gibi sevindi. Elini güm güm göğsüne vurdu: “İlişemez öyle ya, ben doksan üç harbinde kanımı döktüm. Hiç bir kimse ilişemez bana. İsterse mutasarrıf olsun. Boşuna korkmuşum, değil mi Ahmet Gazi oğlum? Hepten boşuna.” Ahmet Gazi cevap vermedi. Yaşlı adamın elini okşamakla yetindi. Sonra koltuk değneğini tıkırdata tıkırdata ileri çıktı. Davut Ağa, pos bıyıklarını hoplata hoplata konuşuyordu: “Köylü deek, Düvel-i Aliyye’nin ayakları demektir. İnsanın iki ayağı olmayınca yürüye mi bilir? Aynen böyle. Köylü olmasa devlet de yürüyemez işte.” Bu benzetme köylülerin hoşuna gitmişti. Birkaçı yüksek sesle SEL ? 9 güldü. Ama bazıları suskun, düşünceli, konuşmanın sonunu bekledi.

Bakalım bu yaldızlı sözlerin altında nasıl bir oyun yatıyordu? Ahmet Gazi, koltuk değneklerini tıklata tıklata Davut Ağanın ardına geçti. “Davut Ağa,” diye seslendi. Adam, yan döndü. Ahmet Gazinin granite oyulmuş gibi kavruk yüzüne baktı. Ürktü bir an için. Gözlerini yüzünden kaçırdı. “Bir şey mi diyeceksin, Ahmet Gazi?” Genç adamın gözleri çelikleşmiş pırıltılarla dolmuştu. “Bacak, bacak dersin de ağa…” “Bacak değil bir kere, ayak.” “Her neyse, ayak olsun. Diyeceğim o ki, biz bu ayağı harman yerinde saban demirine kestirmedik. Çanakkale sırtlarında pat- layan Buve zırhlısının güllesine paralattık. Din-i İslâm uğruna canımız feda! Sen okumuş-yazmış gün görmüş adamsın. Dersaadetten geldin derler, sarayla irtibatın var derler. Derler oğlu derler.” Başını iki yana salladı, elinin tersiyle alnında biriken terleri sildi.

“Lafı uzatmaya ne hacet ağam. Padişahımız efendimizin durumu parlak değilmiş. Yaz bir mektup Harbiye Nezaretine. De ki, İzmir’e bir saatlik mesafede bir Seyitköy var. Köyde Ahmet derler, topal bir köylü yaşar. Dün bir bacağını Çanakkale’de nasıl verip gazi olduysa, bugün canını verip şehit olmaktan havf etmez.” “Havf” kelimesini Ayıntaph çavuşundan öğrenmişti. İkide bir “Ölmekten zerre kadar havf etmem” derdi. Gözleri buğu tutmuştu genç gazinin. Köylüleri çift görüyordu. 10 ? SEL “Billah havf etmem,” diye perçinledi son sözünü. “Köylüyü meth etmedeki maksadın devlete asker temin etmekse can baş üstüne Davut Ağa. Yunanı da, İngilizi de teptiririz inşaallah.” Bir uğultudur koptu: “Evelallah!” Davut Ağa, haniyse heyecanlanıyordu. Niçin geldiğini, köylüyü cami avlusuna niçin topladığını az daha unutacaktı.

“Yok,” dedi heyecanını yenerek. “Sözüm savaştan kinaye değil. Dersaadette büyüklerimiz var. Padişahımız efendimiz var. Biz kendi işimize bakalım, devletlüler kendi işlerine. Karışmak yüzsüzlük olur. Diyeceğim şudur köylü kardeşler, bir sene önce geldim köyünüze. Sağ olun, hoşça karşıladınız. Bazı söylentiler kulağıma geldi gerçi. Dönmedir, Selanik’ten gelmedir, filan dendi. Eh, bu kadarına da ben aldırmadım. Neyse, bildiğiniz gibi, çiftlik satın aldım, size iş verdim burada, çalıştınız.” Hiçbir şey anlamadan bakıyorlardı. Ne dediğine aldırdıkları yoktu, köylü için ne diyeceği mühimdi daha çok. “Bir mesele var.

Su meselesi…” Gırtlaklar kurudu birden, susamışlardı sanki. Bir ağızdan, “Su meselesi ha!” “Yıllar yılı kullandınız. Bu su topraklarımın suyu, onunla araziyi verimleştireceğim. Daha fazla iş verebilmek için çalışıyorum size.” Fesini öne doğru eğerek ensesini kaşıdı. Köylünün tepkisini ölçmek için yüzlerine baktı. “Vay, e çukur bakışlar gurban,” diyerek yanmdakini dürttü Hüseyin Usta. “Bizi susuz koyacak.” “Koyamaz,” diye hırçınlaştı köylü. “Hükümet var İzmir’de.” izmir’deki hükümeti yeleğinin saat cebine sokmuş kadar rahat ve kıpırtısızdı Davut Ağa. Bir süre sözlerini hazmetmeleri için bekledikten sonra, SEL ? 11 “Şunun şurası komşuyuz, değil mi?” dedi. “Birbirimizi gözeteceğiz, yardımcı olacağız. Düşündüm ki, suyun tamamını alsam hepten çeşme kuruyacak. Sabiler hararretten çatır çatır çatlayacaklar.

Günaha girmek istemem. Hakkım gerçi, ama bunu yapamam, vicdanım el vermez. Haftada üç gün köy çeşmesine su vereceğim.” Ahmet Gazi tek ayağının üstünde sallanıyordu. Hüseyin Usta daha iyi duyabilmek için ellerini kulaklarının arkasına koymuştu. Köylü, karanlık bir kuyuya yuvarlanmanın şaşkınlığı içinde suskundu. Bu sessizlik içinde çığlık mı, feryat mı pek belli olmayan gür bir ses çınladı: “Mahvolduk efendiler!” Davut Ağanın aklı fikri köylünün suyunda kalmıştı. “Üç gün çeşmeniz akacak ya,” diye söylendi. Kalabalık açıldı, gözler sesin sahibine döndü. Köy imamıydı gelen. Elindeki gazeteyi çarşaf gibi sallıyordu. İstanbul’daki amcazadesi gönderirdi bu gazeteyi. Hayli geç gelirdi İzmir’e, ama ne çıkar? Payitahtta olanı biteni geç de olsa öğrenirdi ya. Hali perişandı Hafız Murat’ın. Az evvel vahşi hayvanlarla mücadele etmiş gibiydi.

Beyaz sarığı bozulmuş, ucu intizamsız kıvrımlarla beline doğru sarkmıştı. Her zaman itina ile taradığı siyah sakalı dağınıktı. Hüseyin Usta köy imamının kırk yaşında olduğunu bilmese kendisinden yaşlı olduğuna hükmedecekti. Gözlerinde yaş pırıltıları vardı. Belli ki ağlamıştı. Buruk buruk bakıyordu köylülere. Bir yardım, bir teselli arıyordu. “Şehirden şimdi geldim daha,” dedi nefes nefese. Gazeteyi salladı birkaç kere: “Felâket!” Sonra bir nefeste genzine top mermisi gibi tıkanan haberi kalabalığın ortasına attı: 12 ? SEL “istanbul’a çıktılar!” Bu söz Hafız Murat’ı bütün bütün bitirmişti. Mukavemetinin son noktasını da eritmişti. Başını ellerinin arasına aldı, oracığa, Hüseyin Ustanın ayakları dibine çömeldi, bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı. Her kafa ayrı bir balyoz yemişçesine sersemdi. Su meselesinden kalma sersemlik Hafız Murat’ın getirdiği haberle pekişince, doruğa çıkmıştı. Boşalan beyinlerde kara noktalar uçuşuyordu. Bir dakika böyle geçti.

Ahmet Gazi, koltuk değneğini tıkırdata tıkırdata imamın yanma gitti. Ağırlığını tek bacağına yükleyerek çöktü yanma. Fısıltılı bir sesle, “Çanakkale’yi geçtiler, öyle mi hocam?” diye sordu. “Neredeydi peki bizim koç yiğitler? Herbiri bacağından olmamıştı ya ben gibi. Okusana hocam, şu gazeteden birkaç haber okusana bize. Oku da iyice yansın yüreğim, bir iyice tutuşsun ki, tutuş- sun! Çanakkale’yi geçmişler ha, inanılacak gibi değil…” Hafız Murat gazeteyi kucağına aldı. Titreyen sesiyle önce büyük başlıkları okudu. “Altmış parçadan müteşekkil İtilâf Donanması İstanbul’da. Payitaht kapkara günler yaşıyor. Hükümet bunun bir işgal olmadığını iddia ediyor, ama garanti veremiyor.” “Baksana Hafız, işgal edilmiş,” diye araya girdi Davut Ağa. “Düvel-i Itilâfiye donanması payitahtımızı ziyarete gelmiş olmalı, hepsi bu kadar. Boş yere ümmet-i Muhammedi telâşa sardın.” Köylülere döndü: “Haberi verdim. Hükümet kendi işini halleder, biz işimize bakalım.

Suyunuz haftada üç gün akacak. Hepsi bu kadar. Hadi hoşça kaim.” SEL ? 13 Atma bindiği gibi sürdü. Hiç kimse yerinden kımıldamamış, çoğu ne dediğini duymamıştı bile. Şu an kafalarında da, gönüllerinde de İstanbul yatıyordu. Suyu, toprağı düşünecek halde değillerdi, iki kişi müstesna. Bu iki kişi Rum asıllıydı. Baba Dimitri ile oğlu Nikola. Hafız Murat, o meşum haberi verdiğinden beri kimseye belli etmemeye çalışarak bakışıyor, işaretleşiyorlardı. Yavaş yavaş kalabalıktan ayrıldılar. Tenhaya çıkınca Dimitri için için güldü. “İşler yolunda zo,” dedi. “Şu minareye kutsal haçı takmanın vakti yakın.” “Yakın baba, yakın.

Ama kuzum, niye dişlerini gıcırdatıyorsun öyle? Bu insanlardan iyilikten başka ne gördük, geldik geleli?” Yiyecekmiş gibi baktı oğluna. “Sus vre! Sus şaplak geliyor. İyilik ettilerse boşuna mı ettiler? Çalıştık ya it gibi. Çalıştık, ekmek yedik. Babalarının hayrına mı beslediler?” “Fakat köye geldiğimizde yatacak bir şiltemiz bile yoktu baba. Ev yaptılar, toprak verdiler. Daha üç ay önce hastalandığımda Hakkı Ağa geceyarısı beni at arabasına alıp doktora götürmedi mi?” “Olsun, kinimi azaltmaz bu. Bizans’ımızı yıkanlar bunlar ya, kin tutmam için yeter sebep. Sen bilemezsin. Daha yaşın yirmi bile değil. Babanı dinle. Bugünler bizim için bulunmaz günler. Ah, ne olurdu bir an önce İzmir’e de gelseler.” Delikanlı sustu. İstanbul işgal edilmiş diye bir an sevinmişti, ama düşündükçe sevinci kursağında kalıyordu.

İstanbul’daki Rumlar da babası gibi diş biliyorlarsa, Türklerin hali bitikti. Yıllarla biriken kinlerini, o dinmez, tükenmez kinlerini kimbilir ne 14 ? SEL insanlık dışı yollarla intikama dönüştüreceklerdi. Yüzünü ekşitti, yere tükürdü. “İyi niyetli kurbanlar,” diye söylendi. Arkasına baktı. Kalabalık tortop olmuştu. Belli ki hoca dipten başa okumaya başlamıştı gazeteyi. Gerçekten de okuyordu Hafız Murat. Bir yandan ağlıyor, bir yandan başladığı makaleyi bitirmeye çalışıyordu. “13 Kasım 1918 sabahı boğazı çepe çevre sarmış olan sis, Bebek Koyuna doğru çekiliyor, güneş sönük ve üzgün ufuktan başını uzatıyordu. Sabah meltemi kubbelerde günün ilk ilâhilerine tempo tutuyordu.” Hoca hıçkırdı: “Okuyamayacağım.” Gözleri birisini arıyordu. Göremeyince, “Kerami kardeşimiz yok mu?” diye sordu. Arka sıradan yirmibeş yaşlarında bir genç fırladı.

“Buradayım Hocam.” Gazeteyi ona uzattı Hafız Murat: “Al, sen bitir.” Delikanlı bir tereddüt geçirdi. Ellerini gayri ihtiyarî arkasına sakladı. Ölüm fermanına imza koyması isteniyor gibi geldi ona. “Alsana,” diye teşvik ettiler sabırsızlıkla, “Al, oku bize.” Uzandı, aldı. Hafız Murat’ın bıraktığı yerden devam etti: “İstanbullu, alışkanlıkla her zamanki gibi Boğaz’m eşsiz güzelliğini temaşa ediyordu. Önce öbek öbek dumanlar farkettiler. Sonra altın yaldızın üstünde birer kara lekeyi andıran zırhlılara muttali oldular. Ne kara bir gün Allahım! SEL ? 15 İstanbul’da yaşayan azınlıkların yaptığı çmgınlıklar ayyuka yükseldi. Sahillere doluştular. Başlarındaki fesi atarak şapka giydiler. İstanbul bir anda diyar-ı küfrün bir beldesine döndü, (hâşâ!). Azınlıkların bu nümayişleri Türkün ve İslâmm kalbinde ve tarihinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı.

Aradan asırlar geçse ve bugünkü hazin idbarımız şevk ve ikbale münkalib olsa dahi yine bu acıyı hissedecek ve hüzn-ü teessürü evlad ve ahfadımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras olarak terkedeceğiz.” Hıçkırık sesleri dua dua arşa yükseldi. Gözyaşları inim inim aktı. Yürekler kırık-dökük çarptı. Ne kara bir gündü… Makaleyi bitiren Kerami’nin elinden gazete kaymış, Ahmet Gazinin yanma düşmüştü. Baktı, baktı, baktı… “Çanakkale’yi geçememeydiler,” dedi. Koltuk değneğine dayanak doğruldu. Başka bir şey söylemeden dereye doğru yürüdü. Koltuk değneğinin tıkırtıları geldi bir süre. Tıktık… nktık… Neden sonra Tekgöz Hamdi’nin sesi duyuldu: “Hafız, hükümet asker toplamıyor mu peki?” Hafız Murat başını iki yana salladı. “Elindekileri bile terhis ediyor ya, anlaşma böyle.” Köylünün dili çözüldü birden. Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. “Kuzu gibi bıçağa boynumuzu uzatacağız ha!” “Bak şu kâfirin zoruna!” “Venizelos da itlerini İzmir’e salacakmış derler.” 16 ? SEL “Yani elimiz kolumuz bağlı duracağız, öyle mi?” “Durmak olmaz!” “Ne etsek köylü, vursak mı kazmayı kapıp İstanbul yoluna?” Hafız Murat doğruldu, Kerami’nin kolundan çekti.

“Gel yiğit, seninle konuşacaklarım var.” Hemen caminin bitişiğindeki evine soktu. Kapıyı da içerden sürgüledi. Köşedeki mindere buyur etti: “Otur şöyle. Okumuşluğun, yazmışlığm kendine yeter. Rüştiyeyi bitirdin şehirde. Bunca göz nuru döktün, kalem tükettin. Ne diyorsun bu işe?” Delikanlının gözleri ışık ışıktı. Her bakışta yüzlerce şimşek çakıyordu sanki. “Hocam, bu menfur işe okumuşluk, yazmışlık neylesin! Koca koca mektep bitirmiş olanlar yurdu harbin ateşine yaktıktan sonra uzaktan üfürüyorlar. Nerede Enverler, Talâtlar? Hani, nerede İttihat ve Terakki? Sabun köpüğü gibi kabardılar, söndüler. Hayalin peşinden bir koca devleti, esaret tatmamış milleti heder ettiler. Korkarım, hocam, iş bu kadarla bitmez. İstanbul’u ziyaretle kalmazlar, yakında işgal ederler. Yalnız İstanbul’u değil, bütün yurdu.

Sıra İzmir’e de gelecek. Bıçak deriyi deldi, kemiğe doğru gidiyor. Bıçağın ucu kalbimizi arıyor, ama inan bulamayacak. Bir kemiğe dayanıp duracak. Bu kadarı yetecek şahlanmamıza. Miskinlikten kurtulacağız.” “Bir tedbir gerekmez mi, Kerami? Aramızda teşkilâtlansak. Hazır bulunsak. Hiç değilse birkaç silah temin etsek.” Avuçlarını açtı delikanlı: “Para yok ki hocam. Para olmayınca silah nerede?” “Toplarız gizli gizli.” “Bu olur belki. Köylüyü gördüm. Herşey için hazır. Malını, mülkünü satar, verir.

Bundan eminim.” SEL ? 17 “Biz yine aralarından en güvenilir olanları seçelim. Durumu anlatalım. Mücadele için hazır olmalarını bildirelim. Kanaatma katılıyorum. Yarın, öbür gün İzmir’e de gelir bunlar. Venizolus’un en büyük gayesi. Gazetelerde okuduğuma göre, Avrupa devletlerini iknaya çalışıyormuş İzmir için. Şehrin nüfusunu sahte belgelerle Rumları ekseriyette gösterir hale sokmuş.” Evin içi ılıcıktı. Fakat yüreklerin buz kesmiş halini ısıtmıyordu. “Davut Ağa ne diyordu size?” Delikanlının yüzü acı bir gülüşle büzüldü. “Dünya yıkılsa umurunda değil adamın. Suyu kesecekmiş.” “Hangi suyu?” “Köy çeşmesinin suyunu.

İtiraz etmeseymişiz haftada üç gün akıtacakmış. Kalan günler arazilerini sulayacakmış.” Hoca fırladı yerinden. “Çıldırmış” dedi. Oturdu tekrar. Delikanlının kara gözlerine dikti gözlerini: “Dünya ihtirası bu kadar alçaltır mı bir insanı? Su herkesin ortak malı. Nerede görülmüş içme suyunu kesip arazi sulamak? Bunca insan, bunca hayvan… Ama beklenir bundan, herşey beklenir.” “Mutasarrıf Efendinin iznini almış, öyle dedi.” “Başına çalsın. Bu memlekette şerait mahkemeleri hüküm verir. Hele bir denesin bakalım.” Delikanlı kalkmak için davrandı. “Benim derdim su değil hocam, benim derdim başka. Susuz da olunmaz, hürriyetsiz de. Ama bana sorarsan susuz ölmeyi tercih ederim, hürriyetsiz yaşamaya.

” Hafız Murat, delikanlının omuzunu okşadı: 18 ? SEL “Ben de öyle,” dedi. “Yatsıdan sonra bekle. Güvenilir birkaç kişiyi ziyaret edelim. Para toplar, o parayla silah temin ederiz. Bir çete kurmalıyız içimizden. Gerektiğinde dağa çıkmaya hazır olmalıyız.” Delikanlı dışarı çıktı. Hava iyiden iyiye soğumuştu. Fesini kulaklarına doğru çekti. Evine yollandı düşüne düşüne. SEL ? 19 Mncİ bölüm Baharın kokusu dere boyunca uzanan yabanî çiçeklerden kopup insanın içine siniyordu. Buram buramdı çiçekler. Dere, tabii seyri içinde, tıpkı insan ömrü gibi küçücük taşları yuvarlayarak akıyordu. Şırıl şırıldı dere. Güneş, suları altın yaldızlarıyla yakıyordu.

Işıl ısıldı güneş. Ve rüzgâr ılım ılım esiyordu kuytularda. Soluk benizli, kara kap kara gözlü, on, oniki yaşlarında bir çocuk dere kıyısında düm düz bir taşın üstünde oturuyordu. Ayakları suyun içinde idi. Küçücük dalgacıkların tesiriyle çarpılan aksine dalmış gitmişti. Ilım ılım rüzgâr, kap kara gözlü çocuğun dağınık saçlarında, yolunu kaybetmiş avare bir yolcu gibi gayesiz geziniyordu. Altı delik çarıklarını, iplerinden bir güzel bağladıktan sonra elinin ulaşacağı kadar yakma bağlamıştı. Her biri sanki canlanabilir de kaçabilirmiş gibi düğüm üstüne düğüm atmıştı. Kimbilir kaç kere tembihlemiş olmalıydı annesi, “Aman yavrum, çarıklarına sahip ol” diye. 20 ? SEL Cık cık etti bir karakuş. Gitti, karşı kıyıda bir taşa oturdu. Yine cık cık etti, hürriyetini selâmlarcasına. Soluk benizli çocuğun ilk işi gözlerini kuşa çevirmek oldu. Yavaştan ayaklarını çekti dereden. Sulara yansımış resmi daha başka türlü dalgalandı, bin yerden kırıldı, yayıldı, zigzaglar çizdi.

Doğrulmuştu şimdi. Bakışlarını bir saniye bile karakuştan ayırmıyordu. Kuş ise kendi halinde. Bir çalıya tünemiş, akrabasına merhaba çekiyordu cık cık sesiyle. Çocuk elini cebine saldı. Taşlar şıngırdadı. Durdu birden. Karakuşa daha dikkatle baktı. Bereket taşların cebindeki hırçınlığını duymamıştı. Duysaydı bir saniye eğleşmezdi buralarda. Bilirdi karakuşları, kurnaz mahlûklardı. El yordamıyla taşların iyisini seçmeye çalıştı. İyileri de, kötüleri de olurdu bu meretlerin. Sapan kullanmayanlar bilmezdi. Fakat o usta idi.

Deniz kıyısından toplanan taşlar bir başka türlü olurdu. Yuvarlacık. İş yoktu dere taşlarında. Yamru yumru şeylerdi çoğu. Deli Hakkı’nın kafası gibi yamrı yumru. Öbür cebinden sapanını çıkardı. Taşı yerleştirdi ustaca. Ah, çakıltaşı olacaktı ki, şimdi. Yuvarlacık, yus yuvarlacık taşlar. Misket misket. İzmir dediğin nah şuracıkta. Hep hep bir saat ya çeker, ya çekmez. Geçen sene babasıyla gitmişlerdi. Sahile indirmişti babası onu. Bütün ceplerini taşlarla doldurmuştu.

Koynuna bile koymuştu. Bir daha ne zaman şehre inerlerdi acaba? Belki hiç. Çünkü duyduğu kadarıyla İzmir, gâvurların eline geçmişti. Köyde onlardan “Venizelos’un itleri” diye bahsediliyordu. Deli Hakkı bile ellerini ağzına boru gibi yaparak, şu yamaçtan İzmir’e doğru sesinin bütün gücüyle bağırırdı sık sık: “Venizelos’un itleri, defolun!” Düşüne düşüne nişanladı kuşu. “Deretaşı yamrı yumru olduğundan hedef tutmaz, ama hadi neyse,” dedi içinden. SEL ? 21 Taşı fırlattı. Kuşun hayli yakınma düştü taş, ama isabet etmedi. “Taş değil ki, kütük parçası.” Bir tane daha seçti el yordamıyla. Meşine koydu. “Ama bu sefer vururum artık.” Kuşkulanmış olmalıydı karakuş. Boynunu uzatmıştı. Bir sağa bakıyordu, bir sola, bir sağa, bir sola.

Çocuğu gördü en sonunda. Görmesiyle incecik bacaklarını germesi bir oldu. Kanatlarını havaya dikti, çırptı birden. “Uçtu işte, kaçırdık.” Esefle iki yana salladı başını. Sağdan sola, soldan sağa. Yine çömeldi düz taşm üstüne, deminki gibi ayaklarını sulara gömdü. Sapanı kucağında duruyordu öylece.” “Yusyuvarlacık bir çakıltısı olacaktı ki,” dedi. “Bu yanpiri taşla kuş mu vurulur?” Elinin içinde evirdi çevirdi, evirdi çevirdi. Baktıkça öfkesi arttı. Kaldırdığı gibi ırmağa fırlattı taşı. Küçük, minicik bir “tıp” sesi geldi kulağına. Taşm düştüğü yerde sular halkalandı, halkalandı. Sonra tekrar eski halinde akmaya başladı.

Bir köpek havlaması geliyordu köy tarafından. Bazı çağrışımlar yaptı bu. Soluk benizli çocuk, köyünü hatırladı. Başka şeyler de düştü aklına. “İyi ki vurmamışım,” dedi yüksek sesle. “Ağam duyacak olsa kızardı. Hep söyler ya, ‘Can yakanın canı yanar’ diye. Kuşun da canı var. Kuşça bir can, ama olsun. Can candır. İyi oldu vuramadığım.” Doğruldu. Çarıklarını ayağına geçirdi. İplerini sıkıca bağladı, koşarken açılmasınlar diye. 22 ? SEL Şalvarının uçkurunu çözdü, yeniden iki düğüm attı.

Cebindeki taşlar ağırlık yapıyor, şalvarı aşağı çekiyorlardı. Fakat onun şikâyeti yoktu bundan. Taşlarla arasında geçen bu sessiz mücadeleye alışmıştı. Taşlar aşağı asılıyor, o yukarı çekiyordu. Bir savaştır sürüp gidiyordu böylece. Ne kadar süreceği de belli değildi. Sanırsınız Osmanlı ile gâvur dünyası karşı karşıya harbe tutuşmuş.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir