Yavuz Bahadiroglu – Sirpence

Parlak ilkbahar güneşi Dersaadet’i (İstanbul) bütün gün sıcak kollarının arasında tutmuştu. Şimdi yavaş yavaş batmakta idi. Günün sıcağı hayli azalmış, Topkapı Sarayının önünden geçmekte olan bir kalyonun yelkenlerini okşayan tatlı bir rüzgâr çıkmıştı. Martılar güneşin son ışıklarıyla yaldızlanan boğazın kıvrak sularına kanatlarını değdirerek köpürtüyor, çığlık çığlığa bağrışarak batmak üzere olan güneşi selâmlıyorlardı. Topkapı Sarayının Hasbahçesinde iki gölge geziniyordu. Mermer döşeli patika yolu izleyerek Boğaza nazır parmaklıklara ulaştılar. Burası ağaçlıklı kısımdan çok daha aydınlıktı ve güneşin solan son ışıkları, öndeki gölgenin yüzünü iyice aydınlatıyordu. Bu yüz sakindi. Çileli çizgilerin sadece izleri vardı. Derinliklerini, acılıklarını kaybetmişlerdi. Sarığından haşin bir atılımla fışkıran bir tutam saç geniş alnına düşmüştü. Pala bıyıkları kulağına kadar gidiyordu. İlk bakışta itinayla taranmış oldukları belli oluyordu. Yine de hırçın birkaç kıl sırayı bozarak alt dudağına sarkmıştı. En dikkat çeken yanı gözleriydi. Bu gözlerde fırtına sonrası denizlerin duruluğu vardı. Kaba dalgalar sinmiş, korkunç çağlamalar yerini ahenkli kıpırtılara terk etmişti. Israrla Boğaza bakıyordu. Martıların çığlıklarından bir haber çıkarmak istiyor gibiydi. ŞİRPENÇE ? 9 Kılığı gösterişten fersah fersah uzaktı. Sarayda bir kapı ağasının bile üstünde görülebilecek alelade kumaştan yeşil bir cübbe giymişti. Tek ziyneti, cübbenin kemerine takılmış gümüş bir düğme idi. Orta boylu, hafif tıknazdı. Palabıyıkları ile vücut yapısı cihan pehlivanlarını akla getiriyordu. Fakat yüzünün âmir ifadesi ile duruşundaki asalet saraylılara hastı. Elinin sert bir hareketiyle, sırayı bozup alt dudağına inen birkaç kılı, bıyığının diğer kıllarıyla birlikte sıraya soktuktan sonra, başını arkasında saygıyla dikilen adama döndürdü: “Şu kılığımıza baksana lala,” dedi. “Maskaraya dönmüşüz.” Veziriazam Mustafa Paşa, kendisine hitap edildiğini duyunca, bir akağasmdaki kadar bakımlı ellerini göbeğinin üstüne bağlayarak bir adım yaklaştı: “Aksine Şevketlüm, kıyafetinizin pek sade olduğunu söylemek cüretinde bulunacağım.” “Ya! Demek öyle?” “Evet Sultanım. Giyim hakkında fakire danışma lütfunda bulunmuş olsaydınız, Osmanlı padişahına yaraşır haşmette giyin- menizi öğütlerdim.” . Son ışıklarıyla boğazı bir kere daha yaldızladıktan sonra güneş, can çekişmekte olan bir silâhşorun intizamsız kıpırtılarıyla tepelerin ardında büsbütün kayboldu. Alacakaranlıkta Mustafa Paşa, Sultan Selim’in gözlerinden birden alevlenen meşaleye şaştı. Sıcağa rağmen sırtından eksik etmediği ve kendisine bir haşmet verdiği inancı ile ağırlığını çektiği kürklü kaftanına ürküntüyle sarıldı; sultanın gözlerindeki ateş, ısıtıcı değil, yakıcı idi. Veziriazamın alnını ter basmıştı. Bir aydır Sultan Selim’e veziriazamlık ediyordu; ama bu sultanı tanımaya yetmemişti. Neye kızacağını, neden memnun olacağını kestiremiyordu. Belli ki, sözleri dokunmuştu. İşin kötüsü, hatasını nasıl tamir edebi10 ? ŞİRPENÇE leceğini de bilmiyordu. Bu alevli, bu yakıcı bakışlar zaten bildiklerini de unutturmuştu. Lâkin mutlaka bir şeyler söylemek durumunda idi. Titrek bir sesle: “Yanlış anlaşılmasın şevketlüm,” dedi. “Kul kısmı padişahını haşmetli görmek ister. Bunu demek isterim.” Padişahın gözlerindeki alev önce zayıfladı, sonra söndü. Bakışlarına eski, sakin hâli geldi, oturdu. Yine de Mustafa Paşa, padişahın yüzünde istihza yüklü bir bulut sezdi. Dudaklarmdaki gerginliği hayra yoramadı. “Hey lala! Haşmet, irade, cesaret, cübbenin gösterişlisinde oluyorsa, haşmette, cesarette, irade gücünde dünyada bir eşin daha yok demektir. Ha, öyle değil mi lala?” Sultan Selim bir adım atmış, veziriazam ne yaptığının pek de farkında olmadan bir adırn gerilemişti. “Halbuki,” diye devam etti, “pederimin sarayda kalması hususunda gösterdiğiniz iradenin binde birini Şah İsmail’e karşı çıkması gerektiği yolunda göstermediniz. Hiçbiriniz…” Aniden sırtını döndü, tekrar denize bakmaya başladı, ama konuşmasına da devam etti: “Süslü libaslar saraylara hastır. Benim ise sarayda oturmaya hiç niyetim yok. Altımda bir at, belimde bir kılıç ve sırtımda bir zırh. Allah’tan kendim için başka ne isteyebilirim? Bunlar yeter de artar bile.” Sesi bir nefes kadar hafifledi: “Ancak milletim için, devletim için yüce arzularım var. Acemistan’ı, Mısır’ı istiyorum. Milletimin, dünyanın en büyük, en ileri milleti olmasını istiyorum. ‘Şahsî arzular ihtirastan, millî arzular imandan gelir’ diyen Zenbilli Ali Efendi haklıysa eğer, isteklerim ihtirasımın değil, imanımın belgeleridir.” Hızla döndü, kulağmdaki küpe yanağına çarptı. ŞİRPENÇE ? 11 “Anladın mı, lala?” diye gürledi. Bu ses, ağaçların arasında dolandı. Sarayın kaim duvarlarına çarparak aksiseda hâlinde veziriazamın kulaklarında ikinci defa patladı: “Anladın mı, lala?” Tevazuun sınırlarını zorlayan bu sözleri genç padişahtan duyan Mustafa Paşa, sevineceği yerde korktu. Zırh, kılıç ve attan gayri şey istemeyen bir padişaha kolay kolay söz geçiremeyeceğini anlayarak âdeta yıkıldı. Buna rağmen tasdik etmekten de geri durmadı: “Haklı söylersiniz, hünkârım.” Yüz yüze idiler. Yavuz’un araştırıcı bakışları veziriazamın göz bebeklerine dikilmişti. Şimdilik Mustafa Paşa’nm kalbinde endişe vardı. Padişah bunu anlayınca acıdı. Biraz ileri gitmiş, gereken sertliği fazlasıyla göstermişti. Niyetini, idealini veziriazama kaba çizgilerle anlatmıştı. Şimdi yumuşamalı, gönlünü almalıydı. “Bak lala,” diye başladı tekrar. “Sen babamızdan kalmasın. Devlet idaresindeki maharetin dillere destandır. Şehzadeliğimizde bazı kırgınlıklar aramıza girmişse de biz onları çoktan içimizden çıkardık, artık. İntikama, kine uzanan bütün köprüleri yıktık. Saltanata kırk iki yılın verdiği tecrübenin dışında kalan bütün geçmişi unutarak geliyoruz. Etrafımızdakileri işe yeni başlamış kabul ediyoruz. Sen de bunlara dahilsin lala. Geleceğin, bundan sonraki davranışlarına bağlı kalacak. Görelim, nice fedakârane hizmet edeceksin? Devlet-i Al-i Osman’ın tecrübeli kafalara, güçlü ellere ihtiyacı vardır. Şahıs davası güdecek ahmaklardan olmadığımızı bilesin, indimizde herkesin kıymeti hizmetiyle ölçülecektir. Şimdiden bil ki, davranışların buna göre olsun.” “Sultan Cem’in zehirlenmesi hususunda gayret gösterdiği yo12 M ŞİRPENÇE kındaki söylentilerin hesabı, Sultan Selim tarafından sorulur” endişesiyle bir aydır rahat uyuyamayan veziriazamın içi bu sözlerden sonra oldukça ferahlamıştı. “Benim asaletlü hünkârım,” diye mırıldandı. “Bu yücelik gözlerimi kamaştırıyor.” Yavuz Sultan Selim, parmağını az önce güneşin battığı yöne dikip gülümsedi: “Güneşe fazla bakmış olmalısın lala. Ondan gözlerin kamaşmıştır.” Ağaçların arasında bir ayak sesi duyunca ikisi de o tarafa döndü. Yavuz Sultan Selim, alışkın bir hareketle, elini kılıcına attı. Az sonra gelenin Ferhad Bey olduğunu görünce, bakışlarına bir anda sinen yırtıcılık kayboldu; alnındaki bulut dağıldı, gülümsedi. “Ne o Ferhad, padişah ile sadrazamı kuytulardan gizlice dinlemek gibi kötü bir huy mu peydahladın?” Ferhad Bey, elini göğsünün üstüne koyarak eğildikten sonra: “Haşa Şevketlüm,” diye konuştu. “Fesadın ardında olmadığımı Allah biliyor. Destursuz bağa girer gibi huzur-u şahaneye girmem bağışlanır umarım. Pederiniz efendimiz tarafından nezdinize elçi gönderilmiş bulunuyorum.” Babasından söz edilince, Sultan Selim dikkat kesildi: “Allah korusun, bir rahatsızlığı mı var?” “Berdevam olan nikris illeti gerçi bir parça daha ağırlaştı Sultanım; ama beni bunun için göndermediler. Kendileri, eski sarayda sıkıldıklarını, doğdukları yer olan Dimetoka’ya gitmeyi murad ettiklerini, bu hususta izn-i şahane beklediklerini söylemekliğimi emreylediler.” Sultan Selim, Mustafa Paşaya döndü; dikkatle dinlediğini fark etti: ŞİRPENÇE ? 13 “Lala, şu Ferhad’m önümüze sürdüğü lâf çorbasından dişe dokunur bir şey bulup çıkarabildin mi?” Veziriazam, kendisinden akıl danışıldığı zehabına kapılarak hemen atıldı: “Sultanımız Bayezid Han, Dimetoka’ya gitmeyi murad ederler şevketlüm.” Yavuz’un kaşları birden çatıldı. Gözlerine yine o ateşin parıltı geldi, yerleşti: “Lala, lala!” diye gürledi. “Pederimize de sultan dersin, bize de… Önce hangimizin sultan olduğuna bir karar versen nasıl olur?” Sadrazam şaşırdı, bir an sustu: “Alışkanlık,” diye mırıldandı nihayet. “Affmızı dilerim!” “Sözlerine dikkat et lala! Bugün ikidir, af talep ediyorsun. Bunun üçe çıkması ne bizi memnun eder, ne seni. Yorgun olmalısın. Var konağında istirahat eyle.” Mustafa Paşa, alnı çayıra değinceye kadar eğildi. “Ferman Sultanım,” dedi. Geri geri giderek ağaçların arasında gözden kayboldu. Sultan Selim nedense rahatladığını hissetti. Genç adama gülümsedi: “Hadi Ferhad, şu saraylı ağzını bırak da, ne demek istiyorsan halk lisanıyla söyle.” Ferhad Bey bir adım daha yaklaştı: “Emredersiniz Sultanım! Pederiniz Dimetoka’ya gitmek istiyorlar.” “Ne yapacakmış?” “Ahir ömrünü doğduğu yerde geçirmek ve orada ölmek diler. Kendini tasavvufa verecekmiş. İbadetle, kalan ömrünü tamamlayacakmış.” 14 ? ŞİRPENÇE Sultan Selim, kalın gövdesini parmaklıklara dayadı. Bir zaman öylece kalıp düşündü. Aklından geçenleri yüzünden okumanın imkânı yoktu. Zaten karanlık iyiden iyiye bastırmıştı. Yüzü zor seçiliyordu. Konuşmaya başladığı zaman sesinde üzüntü vardı: “Pederimizi rahatlatamadık galiba! Eski saray ona sıkıcı gelmiş olabilir… Belki de kendini mahkûm sanıyordur; kim bilir? Padişah babası olmak, padişah olmaktan az şerefli değil ki… Kaç Osmanlı padişahı sağlığında oğlunun tahta çıktığını görebilmiştir, yahut görebilecektir? Neyse… Madem gitmek istiyor, elbet gider. Pederimizdir, tecrübelerinden istifade etmek için yakınımızda bulunsun, diye düşünmüştük. Gönlü Dimetoka’da. Eh, öyleyse, hareket gününü bize bildirsin de hazırlıklarımızı ona göre yapalım. Kendilerini uğurlamak vazifemizdir. Bu sözlerimi aynen pederime ilet.” “Emredersiniz padişahım.” “Bizim Orhan’ı görmüşlüğün var mı? Nedense huzura çıkmaz, kırılmış olmasın?..” Ferhad Bey’in yüzünde gülümsemenin aydınlığı yayıldı. “Trabzon’dan henüz dönmedi şevketlüm.” “Trabzon’a gitmiş demek; taaccüp… Bize haber vermeden hem de!” “Haber verdi sultanım. Tahta çıkışınızın üçüncü günü eski arkadaşlarınızla söyleşirken bu mevzuyu açmıştı. İzin vermiştiniz.” Yavuz Selim, elini alnında dolaştırdı: “Hay Allah,” dedi. “Şu padişahlık meğer ne zormuş Ferhad. Ben ki hafızama güvenirim, bu unutkanlığıma ne demeli?..” “Olabilir sultanım… Büyük meseleler küçük meseleleri unutturur. Aslında unutturması da lâzım… İsabet buyurmuşsunuz!” ŞİRPENÇE ? 15 “Trabzon’da bulunan nişanlısıvla evlenecekti, değil mi?” “Evet, sultanım.” Yavuz Selim, eski günleri hatırladı. Zavallı Orhan Bey’in nişanı bozulmuşken kendisi bizzat arabuluculuk yaparak işi düzeltmişti. “Güzel günlerimiz de olmuş,” diye mırıldandı. Sesini yükseltti: “Sen gidebilirsin Ferhad; pederimize hürmetlerimizi söyle, dualarını bekliyorum. Hadi Allah’a emanet ol!” “Allah’a emanet olunuz hünkârım.” Ferhad Bey’in gölgesi gözden silindikten sonra Sultan Selim daha uzun süre parmaklıklara dayanarak düşündü. Hedefin birincisini vurmuş, padişah olmuştu işte. Fakat zor günler bundan sonra başlayacaktı. Yeni hedeflerin üstüne ok gezleyecekti. Önce, Anadolu’yu bir fesat ve habaset yuvası hâline getiren Safevî Hükümdarı Şah İsmail. Ya sonra? Sonrası da belli idi: Mısır. Peygamberler beldesi, Arap ceziresi… Bu beldenin sakladığı mukaddes emanetler, kuvvetli eller tarafından korunmalıydı. Oysa Abbasi halifeleri bu kuvveti gösteremiyorlar, hilâfetin şanını, manasını küçültüyorlardı. “Allah isterse olacak,” diye söylendi. Sert adımlarla sarayın yolunu tuttu. Bahçenin dört bir yanma dağılmış muhafızlar rahat bir nefes aldılar. Bir padişahın gece vakti böyle kuytularda gezinmesine akıl erdiremiyorlar, ama cesaret edip bir şey de söyleyemiyorlardı. Sessizce peşine takıldılar. Dersaadet siyah çarşafına iyice bürünmüş, karanlık adamakıllı bastırmıştı. Rebiyülevvelin yedisi pazar günüydü (23 Mayıs 1512). Dersaadet halkı çoluğu çocuğuyla sokağa dökülmüştü. Uzak16 ? ŞİRPENÇE tan birbirlerini bağırarak selâmlayan tanıdıklar, kalabalıktan istifade etmeyi düşünüp kese doldurmayı uman gözü açık satıcılar, sebilciler, kalabalığı yararak ön safa geçmeye çalışan meraklılar, öyle bir gürültü koparıyorlardı ki şehre henüz giren bir yabancı, rahatlıkla, az sonra bir ihtilâl kopacağına hükmedebilir, bu yüzden de yeni padişaha olanca merhametiyle acıyabilirdi. Aslında halkı sokağa döken iki şey vardı: Eski padişah Bayezid’i Dimetoka’ya uğurlamak ve yeni padişah Yavuz Selim’in dillere destan heybetini yakından görmek. Halkın eline böyle fırsatlar seyrek geçerdi. Hele bir ay öncesinin padişahı ile bugünün padişahını birarada, yan yana görmek, Dersaadet halkı için kolay erişilebilir nimetten değildi. Yaşlılar Bayezid’in arkasından gözyaşı dökmek, orta yaşlılar da torunlarına ballandıra ballandıra bugünü anlatmak, gençler ise kendi akranları sayarak iftihar ettikleri Yavuz Selim’i selâmlamak için, sabahın erken saatlerinden itibaren sokağa dökülmüşlerdi. Edirnekapı’ya uzanan taş döşeli yolun iki yanı dolmuştu. Mahşerî kalabalık dakikalar geçtikçe artıyor, gürültü de o nisbetle çoğalıyordu. Subaşılar, zülüflü baltacılar oradan oraya seğirtiyor, yeniçeri çorbacıları sahtiyandan çizmelerini kırbaçlarıyla döverek geziniyor, sipahi başçavuşları yatırmalarını savura savura inzibatı temine çalışıyorlardı. Biraz sonra güneş yükseldi ve gittikçe artan bir tempoyla şehri ısıtmaya başladı. Bazıları yeleklerini çıkararak gelişigüzel omuzlarına attılar. Bazıları da sarıklarını ellerine alıp terlerini silmeye koyuldular. Dakikalar ilerledikçe sabırsızlık artıyordu. Bu arada, bir söylenti de çıkarılmıştı: “Sultan Selim babasını eski sarayda zehirletti. Zavallıcık, bu sabah dar-ı bekaya irtihal eyledi. Boşuna bekleşiyoruz, gelmeyecek.” Bu fısıltı kulaktan kulağa öylesine bir süratle yayıldı ve öyleŞİRPENÇE ? 17 sine değişik şekiller aldı ki, yalanı ilk söyleyen adam bile bir saat sonra duyduğu zaman hayretten gözlerini faltaşı gibi açtı. Neredeyse kendi de inanıyordu. Bu adamın adı, Mahmut’tu. Sırtında yamalı cübbesi, başında kat kat sarığı ve elinde eğri değneğiyle bir dervişi andırıyordu. Yalınayak olması bu kanaati kuvvetlendiriyordu. Lâkin gözlerdeki ifadeyi okumayı bilenler, tereddüde yer kalmayacak şekilde bu adamın bir hakikat yolcusu olmadığını ilk bakışta anlar- lardı. Çünkü her biri kendi çukuru içinde fıldır fıldır dönüyor, etrafa kuşkuyla bakmıyordu. Sırtında vaktiyle ne renk olduğu belli olmayan, kirden kararmış bir heybe taşıyordu. İyi niyetli, saf yürekli kişiler bu heybeye bakıp bakıp iç çekiyor, çoğu “Hakikat yolcusu bütün dünya malını şu iki göz kirli heybeye sığdırmış” diyorlardı; ama heybeye bakabilselerdi orada menfur düşüncesinin belgesi olan ucu zehirli bir hançer bulacaklar ve ihtimal, hemen oracıkta, dervişvarî görünüşüne aldırmadan linç edeceklerdi. Mahmut, Konya’dan gelmişti. Orada padişahlığını ilân eden, fakat bir padişah gibi değil, bir haydut gibi davranmaya, etrafı kasıp kavurmaya, yakıp yıkmaya başlayan Sultan Selim’in ağabeyi Şehzade Ahmet hesabına çalışıyordu. Bir yolunu bulup Sultan Selim’e yaklaşacak, süratle heybesindeki zehirli hançeri çıkaracak ve olanca gücüyle padişaha saplayacaktı. Niyet bu idi. Fakat görelim kısmet ne cihette tecelli edecekti? Kuşluk vakti eski saraydan hareket edildiği haberi gelince, “Bayezid’i oğlu zehirletti” iftirası yüzünden üzülen yüreklere ferahlık geldi. Kalabalık daha bir canlılıkla dalgalanmaya, çığlıklar daha yüksek perdeden çıkmaya başladı. Sonra birden bıçak gibi kesildi. Sanki görünmez eller ağızları tutmuşlardı. Çıt çıkmıyor, sadece gittikçe yaklaşmakta olan bir arabanın tekerleğinden çıkan iniltiye benzer gıcırtılar duyuluyordu. 18 ? ŞİRPENÇE Dört seçkin atın çektiği o güzel araba nihayet göründü. Yaşlıların gözü hüzünlü bir ifadeyle arabaya çevrilirken, gençler namı bütün Osmanlı topraklarına yayılmış meşhur Karabulut’un üstünde Yavuz Selim’i boş yere aradılar. Cins hayvan, bir sipahi ağasının yedeğinde geliyordu ve sırtında hiç kimse yoktu. Bir hayret rüzgârı esti. Sultan Selim nasıl olurdu da babasını uğurlamaya çıkmazdı? Üstelik atını gönderip hem halka, hem eski padişaha saygısızlık ederdi? Babasını şu ayrılık anında görmek istemeyen bir evlâttan hayırlı padişah olur muydu? “İşte padişahımız, efendimiz!” Bu çığlık hangi ağızdan çıktıysa tam vaktinde çıktı. Zira gençler homurdanmaya başlamışlardı bile. Nerdeyse nahoş bir hadise çıkacaktı. “Hani nerede?”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir