Yavuz Bahadiroglu – Buhara Yaniyor

Karakum çölünün eteklerine kadar uzanan orman derin bir sessizliğe gömülmüştü. Bazen bir baykuş sesi, bazen bir çakal çığlığı sükûneti bozuyor, bazen de bir kurt uluması duyuluyordu. Kış erken bastırmıştı. Zemin ince bir kar tabakasıyla kaplı idi. Üstüne ay ışığı vurdukça yer yer parlıyor, gümüşî kıvrımlar meydana geliyordu. Süvari yorgun görünüyordu. Atının yularını bırakmış, buz tutan ellerini gocuğunun içine sokmuştu. Ne yapsa yine de ısınamıyordu. Steplerden esen soğuk rüzgâr yanaklarını kamçılıyor, sırtım ürpertiyordu. — Amma da soğuk, diye mırıldandı. Dişleri birbirine vurdu. — Bir sığınak bulmam gerek, yoksa bu hava sabaha kadar iliklerimi dondurur. Celaleddin’in sözünü dinlememekle hiç iyi etmedim. Karda kıyamette avlanmak vakti değil diye nice ısrar etmişti. Bu iş ciğerime işlemiş bir kere.


Vazgeçmek elimde değil. Bunca savaşlarda bulundum, vücudumda mızrak değmemiş, kılıç kesmemiş bir parmak yer kalmadı. Ama yine de avcılık… Gökyüzüne baktı. Ayın bir yanı bulutla örtülnuiştü. Etrafında yıldızlar, sanki raksediyordu. — Herşeye rağmen güzel bir gece, şu dondurucu soğuk da olmasa! Bilmem ki ısınmak için ne yapmalıyım? Atının yanıbaşında yürüyen av köpeğine baktı. – 9 _ — Sen de üşüyor musun yoksa Baydar? Hakkın var, hava çok soğuk; bereket, tüylerin var. Dua et ki, Allah seni tüylü yaratmış. Ya bizim gibi bir sürü paçavra sarınarak ısınmak zo- runda kalsan, halin ne olurdu?… Bu tazıyı iki yıl kadar evvel Kitayh bir çetenin hücumun- dan kurtardığı ihtiyar Türkmen hediye etmişti. Her avda yanında bulundururdu. Doğrusu çok işine yarı- yordu. Av sürmesine diyecek yoktu. En kıt zamanlarda bile bulur buluşturur; ya bir tavşan veya bir geyik, yahut da başka bir av hayvanını sahibinin önüne sürerdi. İyi şeyler alıştırmıştı ona. Bir insan kadar anlayışlı ve zeki idi.

Git dediği yere gider, yap dediği şeyi yapardı. Öyle terbiye etmişti. — Yoruldun mu Baydar?… Tazı memnun olmadığını belirtmek için acı acı uludu : — Yorulmuşsundur. Haklısın ama, o kadar uzun zaman oldu ki bu dağlara çıkalı. Üstelik arkadaşlarımızı da kaybettik. Kabahat onlarda; buluşma yerine gelmediler. Amma da sis çıkmıştı değil mi? İnsan bir adım ilerisini seçemiyordu. Belki buluşma yerimizi şaşırmışlardır, kimbilir? Köpek yine uludu. Bu uluma öncekine nazaran daha bir tuhaftı. Atlı, hayvanının huyunu çok iyi bilirdi. Bir tehlike sezmiş olacaktı. Ama bu soğuk gecede, bu orman içinde kim olabilirdi kendisinden başka? Kim cesaret edebilirdi? Atlı biraz hayale kapılıyordu. Bilmesi lâzımdı ki, koca Harzem Ülkesinde kendisi gibi cesaret sahibi binlerce kişi var- -dı. Bunların bazıları cesaretlerini milletleri, devletleri yoluna harcarken, bazıları da kendi menfaatleri için kullanırdı. Cesaretlerini kendi menfaatleri için kullananlardan üçü, atlıyı ne zamandır gözlüyordu.

Ormanlık bölgeden çıplak sahaya çıkmasını bekliyorlardı. Saldıracaklardı. Atına ve çizmelerine ihtiyaçları vardı. İkisi atsızdı çünkü. Bir at üç kişiye az geliyordu. Nöbetleşerek biniyorlardı. En az _ 10 — iki ata daha ihtiyaçları vardı. Böylece daha rahat menfaat temin edebileceklerdi. — Hey!… dur bakalım delikanlı. Atlı irkildi. Kendisine böyle hitap eden adamın, önce kefenini hazırlaması gerekirdi. Hem nasıl olurdu da bu soğukta, bu ıssız orman içinde insan bulunabilirdi?… Sol eliyle atmm yularını kavrarken, sağ elini de eğri kılıcına attı: — Kimsiniz?… Diye bağırdı. Karşılık çabuk geldi: — Bu ormanların sahibi… Atlı, soğukkanlılığını hiç kaybetmeden tekrar sordu ; — Adını söyle?… — Sarı Lagod… — Ha!… şu eşkiya, ne istiyorsun?… — Önce atını ve çizmelerini, direnirsen canını!… Süvari bir kahkaha attı: — Canımı sen mi verdin ki sen alasın orman çakalı? Yıkıl! — Ölüm emrini kendin verdin. Biri atlı ikisi yaya üç eşkiya ağaçların arasından fırladılar. Avcı yana sıçradı.

Gözlerini kıstı, burnunu çekti. Nihayet bir parça ısınabilecekti. Eşkiyalardan ikisinin yaya olduğunu görünce hayli rahatlamıştı. — Uğrular, yaklaşın bakalım, diye gürledi. Kılıcını uzattı: önce atlı eşkiya önüne dikildi. — İsmimi duymamış olacaksın delikanlı, yoksa korkudan •ölüp gitmen gerekirdi. — Yok, ismini çok duydum ama, davulun sesi uzaktan kaba gelir. Nice yiğit olduğunu, şuracıkta anlayacağız. — Kolla öyleyse!… — Gel!… İki çelik şiddetle çarpıştı. Kıvılcımlar uçtu. Aynı anda iki hasım da birbirlerinin küçümsenecek silâhşor olmadıklarını anladılar. San Lagod : – 11 _ — Fenaya benzemiyorsun, dedi. — Sen de iyisin, böylesi daha işime geliyor. Söyle adamla- rına açık dursunlar, kalleşlikten nefret ederim. — Yanılıyorsun.

Bizde bir anane vardır. Biri dövüşürken öbürü seyreder. Teke tek… — Bir eşkiya için hayli namuslu bir yol. — Ne sandın? Haydi yallah!… — Boşuna ümitleniyorsun, benim de kendime göre usullerim vardır, her zaman rakibimin hamlesini beklerim. — Kolla!… Kılıçlar yine tokuştu, ama bu sefer ayrılmadılar. Usta hareketlerle vuruşmaya başladılar. İki eşkiya kenardan seyrediyorlardı. Biri: — Bu sefer bizimki ağzına lâyık bir lokma buldu, ne zamandır ağız tadıyla dövüşmediğinden yakınırdı. — O kadar asil bir görünüşü var ki, adeta bir bey. Çin’de olsa başkumandan filan yaparlardı garanti. Ama Harzem ülkesinde insanın kıymetini bilmiyorlar… — Bak, bak!… Ay ışığı kılıçların sivri uçlarında oynaşıyor, parlatıyordu. Sarı Lagod’un hasmı hayli zor bir duruma düşmüştü. İki seyirci eşkiya da oldukça meraklanmışlardı. — Bizimki kazanacak galiba… — Hiç belli olmaz bu işler, ama kazanamazsa hayret ede- rim. Temür Melik bile bizimki kadar usta kılıç kullanamaz.

— Ya… — Bak hele, hele bak sen!… — Dürtmesene, görüyorum işte. Kavga giderek şiddetlenmişti. Bü sefer de Sarı Lagod sıkışık durumda idi. Öbürü alay etti: — Tükendin mi eşkiya bozması?,. Alından yıkılırken de böyle söyleyebilirsen bravo… _ 12 — — Söylerim hiç kaygılanma, çünkü attan yuvarlanacak olan ben değilim. — Sen öyle zannet. — Katiyen biliyorum. Yoruldunsa arkadaşlarından biri değişsin, ha, ne dersin?.’. — Seni yıkmadan yorulmam… Oysa solumağa başlamıştı. Baydar yeri eşiyor, sahibinin emrini bekliyordu. Ama sahibi atılması için «Tut» emrini bir türlü vermiyordu. Baydar akıl erdirememişti buna. Yalnız dişlerini göstererek iki seyirci eşkiyaya bakıyor, arada bir kulaklarım dikiyordu. — Görüyor musun şu zağarı, bizi nasıl da gözlüyor? — Zağar mı, hiç de benzemiyor doğrusu? — Zağar değilse ne? — Bilmem; daha çok bir kurda benziyor da… — Kurtköpeği herhalde… — Olabilir.

—Dikkat Lagod! Fakat ikaz gecikmişti. Lagod’un kılıcı elinden uçmuş, beş adım öteye düşmüştü. — Vay! Diye bağırmaya ancak fırsat bulabildi. Atılmak için hazırlanan adamlarına döndü : — Durun! dedi. Bu oyunu bilen tek bir silahşor işittim, Temür Melik… Başını şimşek gibi rakibine çevirdi: — Sen Temür Melik misin?… — Ta kendisi… — Niçin daha evvel söylemedin?… — Fırsat mı kaldı? Hem değişen ne olacaktı? Sarı Lagod boynunu büktü : — İstersen beni öldürebilirsin. — Yenildiğin için üzgün görünmüyorsun. – 13 – Omuzlarını silkti • — Niçin üzüleyim? Beni yenen alelade bir silâhşor olsa kahrımdan mutlaka ölürdüm. Ama Temür Melik ise… — Evet… — İftihar ederim. Temür Melik kılıcını kınına soktu : — Dilersen birlikte yol alalım, nasılsa ısındık. Arkadaşların da isterlerse kendi kendilerine oynaşarak ısınsınlar, isterlerse koş- sunlar. — Nereye gideceğiz? — Bir sığınak aramaya… — Gelin benim mağaraya gidelim, emin bir yerdir, sabaha kadar rahat bir uyku çekebilirsin. Temür Melik hiç tereddüt etmedi. Başını indirerek, kabul ettiğini bildirdi. Geri döndüler. Sarı Lagod’un mağarasına ka- dar ancak birkaç kelime konuştular.

İçerisi sıcaktı. Ateşi can- landırınca daha da ısındı. Etrafına çöktüler. — Oysa iyi bir delikanlıya benziyorsun, neden bu sarp yo- lu seçtin?… Sarı Lagod başmı salladı, derin bir nefes aldı. — Uzun hikâye, dedi; anlatmaya değmez, çünkü çok eski… — Yine de dinlemek isterim. — Peki öyleyse, anlatacağım. — Dinliyorum. — Ben henüz on yaşında idim. Annem ve babamla birlikte steplerin eteğinde küçük bir kulübecikte yaşıyorduk. Rahattık. Hayvanlarımız vardı. Boş zamanlarında babam ava çıkardı. Bir gün baktık stepler sürü ile atlılarla dolmuş. Bağıra çağıra üstümüze geldiler. Çadırımızı söktüler.

Babamı öldürdüler. Benden beş yaş küçük kardeşim Barak ile annemi kaçırdılar. Yapayalnız kaldım. — Kimin askerleriydi?. – 14 — Bir türlü öğrenemedim. Şimdi bile öğrenebilsem hayatımın yarısını seve seve feda edebilirim, öğrenemedim. Yalnız küçük atlara binmişlerdi. Çoğunun çenesinde birkaç kıldan ibaret sakallar vardı. Korkunç görünüşlü idiler. Onları bir daha hiç görmedim. Nereden gelmişlerdi, kimlerdi? Öğrenemedim… Gözlerini çatırdayarak yanan kütüklere dikti. — Uzun yıllar hizmetkârlık yaptım, Karahitaylı tüccarların, Kıpçak Hanlarının şamar oğlanı oldum. Sonunda dayanamadım, kaçtım. Çabucak yakaladılar. Ormanda bir ağaca bağlayıp ölümün kucağına attılar.

Üç gün aç, susuz bağlı kaldıktan sonra, Harzem askerleri tesadüfen ormana girip beni kurtardılar. Aralarına aldılar. Kılıç kullanmasını, mızrak savurmasını öğrettiler. Bir gün annemin intikamını almaya yemin etmiştim. Bu dert içimi kemiriyor gece uykularımı kaçırıyordu. Tahammülüm bitince bir gece Urgan’dan yola düştüm. Dağlara, ormanlara açıldım. Öksürdü : — Çekilir hayat değil benimki, ama mecburum. Kendime bir dünya kurdum kendimce. Yaşayıp gidiyorum. Doğru yol değildir belki ama, çaresizim. Bu dağlarda, bu ormanlarda başka türlü yaşayamam. Allah şahidimdir ki, mazlumun ahım bilerek almış değilim. Benim işim zenginlerle. Ticarete çıkan kervanları basarım, yağma ederim.

Sonra da ganimetin çoğunu fakir halka dağıtırım. Halk beni sever, ben halkı severim. İçli dışlıyız onlarla. Hiç biri ele vermeyi düşünmez… — Peki bana niçin saldırdın? . — Kalabalıktık. Yirmi kişi kadar. Ama biri ihanet etti, adamlarımı kandırdı, atları da alıp kaçtılar. Elimi/de şu gördüğün attan başka bir şey kalmadı. Tam yarım saat peşinden geldik. Atının koşumları ve üstündeki elbiseler fakir olmadığını gösteriyordu. Bundan iyice emin olduktan sonra da saldırdık. _ 15 – Başını kaldırdı: — Şehzade Celaleddin nasıl? Temür Melik : — İyidir, dedi. Babasıyla arası bir parça açık yalnız. Babasının hareketlerini tasvib etmiyor. — Ne gibi? Haddimi aşarak soruyorum kusura bakma, istersen cevap vermezsin.

Temür Melik duymamış gibi konuştu : — Celaleddin’in babası, Harzem Şahı Alaüddin Muhammed, etrafına hep Kıpçakları topladı. Celaleddin ise bir Türk- men kadınından doğmuş. Kıpçaklar Türkmenleri çekemiyor. Hırlaşmalarına az kaldı. — Sen hangi yanı tutuyorsun? — Celaleddin’i severim, babasına da hürmetim sonsuzdur. Ne de olsa bunca yıl bizi zaferden zafere koşturdu. Ancak son yıllarda tutumu iyiden iyiye değişti. Çabuk sinirlenir oldu. Saltanatı kendisinden sonra Celaleddin’e bırakacağı yerde annesi Türkân Hatun’un da tesiriyle küçük oğlu Ozlak Şah’a bırakmaya kalkıyor. Bu yoldaki fermanı daha yazdırmadı ama, yazdıracağından korkulur. — O takdirde… Hiç düşünmeden cevap verdi: — Elbette yerim Şehzade Celaleddin’in yanı olacaktır. Ozlak Şah’ta Harzem Ülkesini idare edecek kabiliyet yok, bundan eminim, böyle olunca da peşinden gidemem. — Haklısın. — Sen ne diyorsun? — Ben bir eşkiyayım. Harzem Sultanının eline de geçsem, başka bir hakanın eline de geçsem, cezam değişecek değildir.

Boynum vurulacak. Oysa annemin intikamını almadan ölmek istemiyorum. — Mesele yalnız bu mu? — Daha ne olsun? — 16 — — Yıllar önce geçen bir hadiseyi niçin kendine dert edinirsin? Sarı Lagod şaşırdı, bunu hiç düşünmemişti. O, yalnız annesinin intikamını almayı kurardı. — Bilmem, dedi. — Evet, yıllar önce geçmiş bir hadise. Olan olmuş, intikam kurup asi olmaya ne hacet. Gel, orduya yazıl. Kader yardım ederse anneni kaçıranları da bulursun belki. Gayen hiçbir zaman intikam olmamalıdır. Kötü bir duygudur inan ki… İnsanın akıllı hareket etmesini engeller, belâya düşürür, gözünü karartır. — Hep dediğin gibi… — Yatalım istersen. — Evet yatalım. Yattılar. Başlarının altına birer kütük koydular.

Temür Melik atının terkisinden battaniyesini almadı. Öbürleri gibi açık yattı. Yorgundu. Derin bir uykuya daldı. Sarı Lagod ise hemen hiç uyumadı. Dönüp durdu. Zaman zaman kalkarak ateşin üstüne kütükler yığdı. Annesini düşün- dü. Gözlerinin önüne getirmeye çalıştı. Ama bu hayal o kadar •silikti ki, bir türlü gerçek yüzünü hatırlaya’mıyordu. — 17 _ F: 2 TÜRKÂN HATUN Ulu çınarların, sık yapraklı palmiyelerin arasından geçen mermer döşeli yolda Valide Sultan belirince muhafızların her biri ayrı yerlere saklandı. Türkân Hatun sarayın muazzam bahçesinde dolaşırken, asker yüzü görmekten nefret ederdi. İlerlemiş yaşma rağmen hayli dinç kalmıştı. Yüzü bir genç kızınki kadar düzgün, ellerinin derisi gergindi. Her haliyle rahat geçmiş bir ömrün sefasını sürdüğü belli idi.

Başını, gümüş simlerle işlenmiş kar gibi beyaz bir eşarp çevreliyordu. Bir ucuqii zarafetini simgelemek istercesine sağ omuzundan beline doğru sarkıtmıştı. Başının tepesinde ise, küçük fakat çok kıymetli taşlarla bezeli altın bir taç bulunuyordu. Sırtındaki kırmızı pelerinin uzun kuyruğu üç adım gerisinden yürüyen iki nedime tarafından taşınmakta idi. Bir adım ardından oda hizmetçisi Gülnihal geliyordu. Göğsünün üstünden ayırmadığı altın tasın içinde Türkân Hatun’un sık sık kullandığı gülsuyu vardı. Türkân Hatun iki elini birden uzatınca Gülnihal seğirtti. Altın tası ellerine yaklaştırdı. Tatlı bir koku ağaçların arasına yayıldı. Bahar güneşi palmiye yapraklarının arasından süzülerek havuzdaki kuğuların altunî tüylerini parlatıyordu. Türkân Ha- _ 18 _ tun avucuna döktüğü gülsuyu ile alnını uğdu. Başım gökyüzüne doğru alabildiğine dikti. Muhteris titreşimler taşıyan bir sesle : — Benden kudretli bir kadın daha yeryüzünde mevcut mu acaba Gülnihal? diye sordu. Oda hizmetçisi her zamanki gibi boynunu bükerek sokuldu. Hürmetle eğildi: — Yok Sultanım, sizden daha kudretli hanım sultan dünyada mevcut değil! — Elbette yok, olamaz da… Ben Harzem Sultanının annesiyim.

Birden mahmuz şakırtıları duyuldu. Türkân Hatun başını indirdi. — Oğlumuz olsa gerek, diye mırıldandı. Gerçekten az sonra Harzem Şahı Alaüddin Muhammed maiyetiyle birlikte bahçeye girdi. İki yanıbaşında iki atlı vardı. Biri Kıpçak beylerinden Tonguç Han; öbürü Temür Melik… Türkân Hatun, Melik’i görünce yüzünü ekşitti. — Yine o şeytan, diye söylendi. Sultan Alaüddin Muhammed kır bir ata binmişti. Atının göğsünde kıymetli taşlar bulunuyordu. Koşumları da altın ve gümüş sırmalarla işlenmişti. Başında bir sorguç bulunuyordu. Bunun en ucunda koca bir inci parlamakta idi. Sultanın sırtındaki ipekli kaftan her hareketinde dalgalanıyordu. Altın saplı kılıcı güneş ışığında pırıl pırıldı. Arkasından uzun mızraklı muhafızları sökün etti.

Türkân Hatun, herşeye rağmen korkuyla ürperdi. Yapmak istediklerini oğlu bir anlamış olsa, hemen oracıkta mızraklatır, leşini köpeklere attırırdı. Ama şimdi korkmasına bir sebep yoktu. Dalaverelerle de uğraşsa yine Sultanın annesiydi ve Alaüddin Muhammed annesini çok severdi. _ 19 – — Selâm sana muhterem annem, selâm sana fazıl kadın, selâm sana dünya kadınlarının sultanı. Türkân Hatun bu samimiyet ve sevgi gösterisinden gerçekten duygulanmıştı. Sağ dizini hafiften bükerek oğlunun selâ- mına selâmla mukabele etti. — Selâm cihan padişahı; bana ne mutlu ki sen gibi bir cihangirin annesi olma şerefini tattım. Cenab-ı Hakk’a bin şü- .kür. Ağaçların arasmdaki mermer yolda yanyana yürüyerek birlikte saraya girdiler. Muhafızlar hemen kapının iki yanında vaziyet aldı. Temür Melik bir ağacın altına oturdu. Kıpçak Hanı Tonguç ise muhafızların arasında kaldı. Sultan Alaüddin Muhammed, annesiyle birlikte mükellef döşeli bir salona girdi.

Önce annesi. Oğlunu yanına çekti. — Gel şöyle şahlar şahı, şerefinle şereflenelim, bilginle ay- dınlanalım. Sultan annesinin yanına ilişti: — Muhterem annemi dinliyorum. — Dinle dünyalarımın güneşi, zavallı dul anneni iyi din- le. Biz çok kötü günler görmüşüz babanla. O ne muhterem insandı ki at sırtında doğdu, at sırtında öldü. Ama size koca bir devlet bıraktı. Allah razı olsun, sen bu devleti daha da yücelttin. Düşmanlarına diz çöktürdün. Bükülmez sanılan bilekleri büktün, eğilmez sanılan başlan eğdin. Alaüddin Muhammed annesinin sözü nereye getirmek istediğini kestirmeye çalışıyor, ama bir türlü bulamıyordu. — Şimdi koca Harzem Ülkesinin biricik sultanısın. Yeryüzünde senden daha büyük bir Sultan mevcut değildir. Ama gün gelir, bu devleti elinden almak isteyenler çıkabilir.

Onlara karşı şimdiden direnmen gerek. Şah Muhammed gazapla yerinden fırladı: _ 20 – — Benim tahtıma göz dikmeye kim cüret edebilir? Bil şey biliyorsan hemen söyle… Valide Sultan da kalktı. Oğlunun karşısında durdu : — Henüz böyle bir şey yok tasa etme, diye konuştu. Ben ilerde olabileceklerden bahsederim. — Kim olabilir?… — Sen herşeyi herkesten daha iyi görür ve sezersin. Sana ayandır. Devletin uluları, âlimleri emrindedir. Onlar sana çok şey haber veriyor. Ben ise zavallı bir dul kadınım. Etrafım cahillerle dolu, arada bir hatırlayıp gelmesen sıkıntıdan patlayabilirim. Harzem Şahı Muhammed annesinin bu sözlerini duymadı bile. Sualini tekrarladı: — Yoksa tahtıma göz dikenler mi var anne?… — Şimdilik yok Sultan oğlum, ama olabilir. Çevrene dikkat et. — Kim?… — Sana en yakın olanlar. — Bana en yakın olan oğlum Celaleddin’dir.

Türkân Hatun müphem bir tarzda gülümsedi. Boynunu büktü: — Bilemem, dedi. Şah Muhammed, kendi sağlığında oğlunun böyle bir şeye teşebbüs etmeyecek kadar asîl ve ihtirassız olduğuna gerçi ina- nıyordu ama, içine bir kurt düşmüştü. Türkân Hatun bunu hemen sezdi. Konuşmasını sürdürdü : — Şevketlü Sultanım. Harzemşahlar sülâlesini devanı ettirmek zorundasın, bunun yükü dün babanın sırtında idi. İmtiha- nını başarıyla vererek dünyadan göçtü. Şimdi Şahlar devrini kapamak gibi kötü bir leke ile tarih önünde lekelenmek iste- mezsin herhalde. O halde dinle beni, senin iyiliğinden başka bir şey istemeyen ihtiyar anneni dinle. Annen Kıpçak soyundandır. Sen de Kıpçaklar dansın. Kıpçaklar dün csirimizdi belki, _ 21 _ < ama bugün tamamiyle dostumuz. Onları korumak zorundayız, tabiî onlar da senin tahtını, tacını canları pahasına koruyacaklar. Sultan Muhammed annesinin düşüncelerini bir türlü öğrenemiyordu. Zannediyordu ki her söylediği sözün altında başka mânalar vardır.

Bunları çözemiyor, kelimelerin derinliğine ulaşamıyordu. — Ne demek istiyorsun anne?… Açık konuşmanı rica ederim. — Gayet açık konuşuyorum devletlü oğlum. Kıpçaklan Türkmenlere karşı koru ki onlar da seni korusun. Harzem Şahlar sülâlesi ilelebed bu topraklar, hatta bu topraklardan daha geniş topraklar üstünde payidar olsun istiyorlar. Onlar sana sadıktır, sen de onları lâyık oldukları mevkilere getir. Böylece kendini korumuş olursun. Duyarım ki yeni bir sefere çıkmak üzeresin. Arslanım yeniden şahlanmak ister, bunun önüne kim geçebilir? Elbet gaza hakkındır, askerini büyük zaferlere ulaştıracaksın, sen zamanın Büyük İskenderisin, hattâ ondan daha da büyük.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir