On beşinci asrın sonlarına doğru İspanya… Fokur fokur kaynayan bir cadı kazanı… Birbiri ardına çöken İslâm Devletlerinin enkazı üstünde güçlükle ayakta durmaya çalışan Gırnata Devleti… İhtilafların, taht kavgalarının zelzelesinde titrek, ürkek, bitkin… Navar-Aragon Kralı Ferdinand ile Kastilya Kraliçesi İzabella’nın bitmez tükenmez kin deryasına batmış, çepe çevre düşmanlarla kuşatılmış… Kurtuba şehri yakınlarında bir köy. Köy yolunda dört kişilik bir müfreze. Müfrezenin başında, gece kadar siyah bir Arap atına binmiş, esmer, geniş omuzlu, mert tavırlı bir yiğit. Gözlerinde ümitle ümitsizliğin, savaşla barışın, hüzünle sevincin zıtlaşması… Yolboyu görmeye alıştığı yabani güllerin vahşi kokusundan eser yok. Aslında güllerden eser yok. Hoyrat ayaklar altında ezilmişler, birbirlerinin koynunda ölmeye yatmışlar. “Şüphe yok ki buradan bütün güzelliklere, iyiliklere kapalı atlılar geçmiş. Bu yoldan mutlaka İspanyol- ‘ lar geçmiş. Bunlar sadece insan eliyle vücuda gelmiş meENDÜLÜS’E VEDA ? 7 deniyeti tahriple kalmıyorlar. Sani-i Zülcelalin yarattığı bütün güzellikleri de mahvediyorlar.” Çalıların arasında ince bir feryat. Kara atın sırtında temkinli fakat hızlı bir dönüş, ardından fısıltılı bir emir: “Durun!” Atlılardan derinden bir endişe, kısacık bir hayret: “Bir şey mi oldu Emir Mâlik?” “Dinleyin.” Bir feryat daha. Öncekinden ince ve hazin. “Duydunuz mu?” “Ben duydum, ses bu çalıların ardından geçiyor. Emir buyurursan bakalım.” “Kendim bakarım.” Atından inip çalıların arasına yürüdü. Kılıcının kabza- sını yakalamış, herhangi bir oyuna ânında mukabele et- mek üzere hazırlanmıştı. Nicedir İspanyollardan her türlü kahpeliği bekliyordu. Navar kralı, onu ölü veya diri getire- ne kese kese altın verileceğini tellal etmişti. Adamın hakkı vardı. Emir Mâlik’in korkusundan uykuları kaçıyor, ha- yatı zehir oluyordu. Ona göre bütün Gırnata Devleti bir yana, Emir Mâlik bir yana. Yerine göre orduların yapa- madığını bir kaç fedaisiyle yapıyor, ortalığı birbirine katıyordu. İhtiyatla sesin geldiği tarafa yanaştı. Bir kıpırtı görünce durdu. “Kimsiniz?” İniltiden başka ses çıkmayınca dikkatle baktı. Çalıların gerisinde yaşlı bir adam yatıyordu. Ak sakalı kan lekeleriyle benek benekti. Kafasının orasından burasından sızıyordu. 8 ? ENDÜLÜS’E VEDA Tedbiri filan unutup atıldı. Yere diz çöktü, ihtiyarın başını kucağına koydu. “Sana ne oldu böyle ey ihtiyar? Tauna uğramıştan beter haldesin, kim seni bu hale koydu?” “Su,” diye inledi adam. “Allah rızası için su.” Arkadaşlarına doğru seslendi: “Su getirin.” Hemen koşturdular. İhtiyar, kana kana içti. Derin bir oh çekti, belli belirsiz gülümsedi. Henüz duyulur bir sesle: “Taun” diye konuştu kesik kesik, “İspanyollar… Ferdinand’ın yahut… Kraliçe İzabella’nın köpekleri.” Feri sönmüş gözleriyle Emir Mâlik’i sarmaladı. “Sana… kim derler!” “Mâlik.” “Emir… Mâlik olmayasm?” “Evet.” Beklenmedik bir hareketle bileğini yakaladı. Azarlar gibi: “Geç kaldın… Çok geç., kaldın!” Doğrulmaya çalıştı: “Beni köyüme götürün. Şu tepeciğin… hemen ardında. Orada ölmek istiyorum. Allah rızası… için, köyüme… götürün… beni.” Mâlik tereddütsüz kucakladı ihtiyarı, kaldırdı, göğsüne bastırdı.” “Yoo,” dedi ihtiyar, “kanımla elbiselerini… kirletme; sürüyerek de götürsen… yeter.” ENDÜLÜS’E VEDA ? 9 Emir Mâlik’in gözleri buğulanmıştı. İçinde isyanın bin türlüsü savaşıyor, ihtiyarı bu hale koyanlara karşı duy- duğu nefret, alnındaki kırışıklıkta geziniyordu. “Biz İspanyol değiliz!” diye haykırdı, “düşmana da, dosta da insanca muamele ederiz.” İhtiyarın kupkupu dudaklarında bir tebessüm oynaştı. “Ya, siz… İspanyol değilsiniz. Şükür ki, değilsiniz. Siz Müslümansınız. Müslümanoğlu Müslüman.” Emir Mâlik ihtiyarı sarsmamak için atına binmedi. Kollarında olduğu halde tepeciğe çıktı. “Tamam” dedi ihtiyar, “köye kadar… dayanamayaca- ğım. Yere indir… Doğup büyüdüğüm… suyunu içip ek- meğini… yediğim… toprağıyla bütünleştiğim köyümü uzaktan., seyr ede ede öleyim.” Emir Mâlik köyden yana baktı. Katıldı kaldı. Eski ha- linde bulacağını sanıyordu. İkindi güneşinin son ışıkları Ortacaminin kubbelerini altuni bir yaldıza boyayacak, oradan Endülüs Müslümanlarının yumuşaklığını, ılıklığı- nı yansıtan evlerin verandasında saçaklanacak, ulu çı- narların gölgesini selamlayıp yolboyu akıp gidecekti. Her zaman olduğu gibi ince minarenin altın kaplama alemi, parlaklıkta yine güneşin gözü ile yarışacaktı. Hükümdar Abdülmümin’in özene bezene yaptırdığı kurşun kubbeli kervansaray ve yanıbaşmda bütün yorgunlukları emen büyük taş hamam, yolcuları kucaklamaya hazırlanacaktı. Lâkin hiçbir şey yoktu. Herşey yoğun bir duman perdesinin gerisinde kayıptı. Zaman zaman yükselen alevler koyu sır perdesini aralıyor, ancak o aralıktan Ortacaminin bir hayaleti andıran iskeleti ile kervansarayın eriyen kubbeleri görülebiliyordu. Dört arkadaş dehşetle irileşmiş gözlerini koyu duman 10 ? ENDÜLÜS’E VEDA perdesinden bir türlü alamıyorlar, duydukları dehşeti, hissettikleri dallı budaklı nefreti ifade edecek bir kelime bulamıyorlardı. Neden sonra Said: “Lanet olsun!” dedi. Ziyad: “Allah kahretsin!” diye haykırdı. Emir Mâlik bir kâbustan uyanır gibi bakındı. Arkadaşlarının nefretle hüzün dolu bakışlarına bütün hayretini döktü: “İspanyollar!” Bu tek kelimeye bir dünya gömmüştü. Nefretle, kinle, intikam duygusuyla yoğrulmuş bir dünya. İnsanlıktan, güzellikten, medeniyetten nasipsiz bir dünya. “Ah köyüm…” İhtiyarın son sözüydü. Ağır ağır yol kıyısına uzattı. Gözlerindeki iki sıra yaşla tekrar köye baktı. Alevler bir İsponyol hıncıyla Endülüs Müslümanlarının meydana getirdiği nadide sanat eserlerini yakıyordu. Duman gökboyu yükselmiş, ak bulutları karaya banmıştı. “Devletim” diye inledi. İhtiyarı gömdükten sonra atlanıp dolu dizgin köye koptular. İkindi güneşi şahit olduğu manzaradan sıkılmış gibi başını tepelerin arkasına çekmiş saklanmıştı. Hava yanık insan eti kokuyordu. Bir süre, cesetlerin arasında dolaşıp olanı biteni bir tamam anlatacak bir canlı aradılar. Nihayet buldular. Gözleri deli deli bakan, on iki, on üç yaşlarında bir çocuktu. Gelenleri görünce kaçmaya başlamıştı. Bir hayli arkasından koştuktan sonra yakalayabildiler ve dost olduklarına inandırabildiler. Zavallı çılENDÜLÜS’E VEDA ? 11 dırma noktasına gelmişti. Uzun süre tepinip bağırdı, abuk sabuk konuştu, ama sonunda sakinleşti. “Anam” dedi inim inim, “babacığım” dedi, “ah köyüm!” Çocuk yaşadığı korkunun dehşetini yeniden yaşıyor gibiydi. Gözleri bütün bütün yuvalarından uğramıştı. Sağa sola birkaç hamle yaptı, ama bırakmadılar. “Topla kendini, hadi anlat! Önce adını söyle. Sonra nasıl olduğunu, neler olduğunu söyle. Hani bakırcı dükkânlarından akseden çekiç sesleri, hani Ortacaminin ince minaresinden dökülen ezan, hani köy pazarında bağıran satıcıların cırlak çığlığı, hani çocukların şen şakrak gürültüsü?” Genzine tıkanan hıçıkırığı güçlükle yuttu. İçindeki fırtınayı bastırmak için sustu. Bir teselli arıyor, çocuğun iki dudağı arasından çıkacak tek ümit kelimesini hasretle bekliyordu. “Adım Osman” diye başladı, “yakınlarım Osmancık derlerdi.” Bakındı. “Hepsi öldü. Hepsini öldürdüler. Kimini kılıçladılar, kimini camiye doldurup ateşe verdiler. Artık bakırcı dükkânları yok, çekiç sesleri de yok.” Hıçkırdı: “Buradan İspanyollar geçti işte, anlasanıza, İspanyollar geçti diyorum! İnsanları öldürdüler, hayvanları götürdüler. Karşı koymaya çalışanları atlarına bağlayıp köy dışına doğru sürüklediler.” “Peki sen nasıl kurtuldun?” İç çekti: “Bir kör kuyuya girmiştim, geldiklerini gördüğümde, 12 ? ENDÜLÜS’E VEDA farketmediler. Ah girmez olaydım; anamla, babamla, köyüm ve köylümle birlikte öleydim keşke; onlarsız yaşamaktansa…” Ürperdi. Yumruklarını sıktı. Sonra ufka doğru hiddetle başını salladı: “Artık kimsem yok.” Başı yana düştü. Bayılmıştı. “Hele dur” diye sarstı Emir Mâlik, “çocuk, dur hele, kimsem yok demek de ne demek oluyor bakalım? Biz kimsen değil miyiz? Mü’minler kardeş olduğuna göre senin kardeşin değil miyiz? Ah çocuk… akılsız çocuk.” Bağrına bastı, kıvrım kıvrım saçlarını okşadı, sonra dayanamayarak öptü. Taş kesilmiş arkadaşlarına: “Yüzüne su serpsenize” diye bağırdı, “ne donup kaldı- nız öyle? İspanyolların geçtiği bir köyü ilk defa mı görüyorsunuz?” Çocuğu arkadaşlarına bırakıp doğruldu. Ortacamiye doğru baktı, iskeleti de çökmüş, bir enkaz haline gelmişti. “Bütün Gırnata’yı sarmadan bu yangını söndürmeli” diye geçirdi içinden. “Ecdad koca bir devlet kurup bize emanet etti, biz bu mukaddes emaneti götürdük Gırnata’ya hapsettik, ama artık onu bile korumaktan aciziz. Hey yangın, sen yalnız bir köyü değil, bütün Endülüs’ü yakıyorsun! Ecdadımın kemikleriyle birlikte…” Atının yanma yürüdü, başını okşadı. “Ağlıyor musun, Esmer? Hayret, ağlıyorsun! Hayvan olmakla gördüklerin yüreğini burkmuş olmalı. Belki de hayvan olduğuna şükrediyorsun. İspanyollar gibi insan olmaktansa.” Çocuk ayılmıştı. Kucakladı, atma bindirdi. Sonra kendisi de bindi. Arkadaşlarına: ENDÜLÜS’E VEDA ? 13 “Gidelim” dedi, “bir zamanlar Tarık bin Ziyad’m izzet ve iftiharla geçtiği bu yollardan başımız önde biz dahi geçelim. Ecdadın muzaffer döndüğü yollardan mağlup, perişan dönelim. Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış, her köşesi Allah Allah sesleriyle yoğrulmuş topraklara utanmadan basa basa at sürelim.” Başını gökyüzüne kaldırdı, kara bulutlarla ak bulutla- rın kucaklaştığı boğumlarda Tarık bin Ziyad’m çehresini hayalledi. Ancak kendi duyabileceği kadar hafif: “Dedeciğim, himmet eyle.” dedi. Hava hâlâ yanık insan eti kokuyordu. Ağır ağır çöken karanlığa inat köy ışıl ışıl yanıyordu. Üç defa namaz için bir de yemek için mola verdiler ve bütün gece deli deli at sürdüler. Sabahın ilk ışıkları Akdeniz’de yıkanırken onlar Padul Tepesini tutmuştu. Uçsuz bucaksız maviliğin kıyısında bir demet çiçek gibi aç- mıştı Gırnata. İnsan eliyle yapılmamış da sanki ulu bir kudretin avucunda yere kondurulmuştu. Yahut tabiatın ihtişamını tamamlamak için yerden bitmişti. Uyumsuz tek yapı, tek kubbe yoktu. Surlarından minarelerine, Cennetü’1-Arif Köşkünden Elhamra Sarayına kadar herşey mükemmel bir bütünlük arzediyordu. Görenler sadece hayranlık duyar, bedii zevklerin, kaynaşarak aşan harika numuneleri karşısında biraz da şaşırırlardı. Şimdiye kadar hiçkimse “Şu bina surda olsa daha iyi olurdu” diyememişti. Aksine, “Ancak bu kadar olur” diyorlardı. “Beşer kudreti ancak bu kadar kâfi gelir.” Emir Mâlik büyülenmiş gibi Gırnata’ya bakıyordu. Hemen her görüşünde aynı hisleri duyar, aynı duygularla dolardı. Ve her defasında Cennete girercesine Gırnataya girerdi. 14 ? ENDÜLÜS’E VEDA Duygularını birisiyle paylaşma ihtiyacını duydu, küçük Osman’ı dürttü, parmağını şehre uzatarak: “Bak Osmancık” dedi, “şu gördüğün Gırnata.” Çocuk çığlık çığlığa bağırdı: “Oh, bebekliğimin ninnisi Gırnata bu ha, gözbebeğimiz.” “Evet gözbebeğimiz, İslâm sanatının şaheseri, İslâm medeniyetinin kalbi bu.” Sesi keder buğusu tuttu, titrekleşti… “Ve bir zamanlar Pirenelerde at koparmış, Allah adını dünyanın öbür ucuna taşımış milletimizin sürüle sürüle getirilip tıkıldığı zindan da bu.” “Zindan mı, neler söylüyorsun Mâlik Amca, burası bir Cennet adeta.” Silkindi. Çocuğun sakin dünyasını fırtınalı endişelerle boğmaya hakkı yoktu. Gülmeye davrandı. “Şu tepenin üstünde nadide bir inci gibi gördüğün köşk…” “Bildim” diye atıldı Osmancık, “Cennetü’1-Arif Köşkü olmalı.” “Doğru be çocuk! Haydi bakalım, sayısız kubbeleri, zarif minareleri ve dillere destan bahçeleriyle meşhur şu sarayın adını da söyle.” “Söylerim elbet, Elhamra Sarayıdır.” “Aferin, daha önce gelmiş miydin sahi?” “Hiç, sadece anam anlatırdı, burada doğmuş büyümüş.” Boynunu büktü: “Rahmetli anacığım.” ENDÜLÜS’E VEDA ? 15 Ağlamak üzereydi. Emir Mâlik, çocuğun kederini dağıtmak için acele acele anlatmaya başladı: “Dinle bak, burada ihtişamla zarafeti barıştıran meşhur Büyükcami, caminin şimal-i şarkîsinde gördüğün Yüksek Medrese, cenub-i şarkîsindeki meydan Gırnata’nın ticaret merkezi, pazaryeri. Cenuba doğru uzanan geniş caddeye Koltukçular Caddesi derler. Caddenin sağındaki kocaman bina kütüphanedir. İçinde dünyanın dört bucağından toplanmış dört yüz bin cilt kitap bulunuyor.” “Amma çok…” “Çok ya, Gırnata aynı zamanda bir ilim merkezidir. Dünyanın her tarafına ilmin aydınlığını yaymıştır.” “Ne güzel…” “Güzel olmaz mı, Osmancık, olmaz mı? Dile kolay, Müslümanlar tam sekiz yüz yıla yakın bu toprakların mutlak hakimiydi. Teey Pirene Dağlarına kadar uzanan münbit topraklarda hüküm geçiriyorlardı. Şimdi dört yanımız İspanyollarca çevrilmiş, hiçbir yerden yardım görme ihtimali de yok; demin Gırnata’ya zindan derken bunu söylemek istemiştim.” İç çekti çocuk: “Anlıyorum, fakat bundan kurtulmanın bir yolu olmalı.” “Var, ama kimse yakın gelmiyor. Birbirimizle uğraşmayı bırakabilsek İspanyolları haklayabilirdik. Ne yazık ki…” Sustu. Karşısındaki nihayet bir çocuktu, her şeyi anlatmakle ne kazanacaktı? Üstelik anlayıp anlamadığı bile malûm değildi. Lafı değiştirdi: 16 ? ENDÜLÜS’E VEDA “Bol kubbeli binayı görüyor musun, Osmancık? Cevizli Hamam derler, şehrin kurulduğu tepelerden biri Sierra Nevada, diğeri Alpoksara, sahranın adı ise Vega Sahrası. Şu şehrin ortasında birleşen ırmaklar ne kadar güzel değil mi? Adlarını öğrenmek ister misin?” “Zaten biliyorum. Darro ile Genil. Peki şu köşkün adı ne?” Parmağını dikmişti. “Horozlu Köşkü diyorsun. Giriş kapısında iki horoz başı kabartması vardır. Bulunduğu sokağa Horoz sokağı derler. Arkasında Rüzgârlı Köşk var, hani şu ağaçların arasındaki.” “Görüyorum, ama” dedi hayret dolu bir sesle, “Gırnata’da niçin bu kadar bol köşk var?” Çocuğun omuzunu fiskeledi, güldü: “Amma soruyorsun be çocuk, yani şimdi ne demeliyim sana? Ecdadımız, kazandığı zaferlerle sevinip övünür, savaş meydanlarında eğlenirdi. Şimdikiler köşklerle saraylarla gururlanıyor, kendileri için yalancı Cennetler kurup gönüllerini eğlendiriyorlar mı demeliyim?” Arkadaşlarından biri bu mukayeseyi fazlaca sert bulmuş olmalı ki öksürdü. Emir Mâlik döndü baktı ona: “Ne o Veli, genzine İspanyol mızrağı mı saplandı?” “Yok hayır, İspanyol mızrağının haddine mi düşmüş; genzime değil, ama sözlerin kalbime saplanır gibi.” “Hilafım mı var ki?” “Haşa, her zaman olduğun gibi yine fazla doğrucusun. Bu halin bir gün başına işler açacak, ama…” “Varsın açsın” diye sözünü kesti, “biz vaktiyle yolun en zorunu, en tehlikelisini seçmişiz. Ok yaydan çıktı bir keENDÜLÜS’E VEDA ? 17 re, çağırsan da dönmez. Namsız, nişansız, isimsiz dolanı- rız. Kimine göre serseriyiz, kimine göre kahraman. Yerine göre dostlarımızla bile mücadeleye etmeye andımız var. Hakikatları örtbas etmek için değil, uluorta bağırmak, gafil kafalara hakikatin tokmağını vurmak için varız. Yani şimdi Sultan Ebu’1-Hasan’ın keyfi kaçmasın diye gördüklerimizi anlatmayacak mıyız?” “Anlatacağız,” dedi Velid. “O zaman keyfi kaçacak ve mutlak surette bize kızacak. Elhamra Sarayının fıskiyeli avlularında gezinirken, bilmem hangi yurt köşesinin cayır cayır yandığını, Kral Ferdinand’m Kraliçe İzabella ile evlenmek üzere olduğunu duymak kolay mı sanıyorsun? İnsan dar görüşlüdür, bazen saniyelik zevk için bütün ömrünü telef eder.” Velid başını indirdi: “Galiba, Sultanı beğenmiyorsun.” Elini kaldırdı: “Beğenmem. Önceleri iyiydi, dirayetli ve cesurdu. Birliği tekrar kuracağını umardım. Ne çare, sarayların rahatlığı onu da kısa zamanda kuşattı, cenk adamı iken zevk adamı olup çıktı. Hâlâ yıllar önce kazandığı bir küçük muharebe ile teselli bulur, onunla övünür. Her ay hatta her hafta o zaferi kutlar. İşte bakın. Gırnata rengârenk bayraklarla donatılmaya başlandı bile.” Dönüp baktılar. Gerçekten de burçlara bayraklar asıl- mıştı. Mazgallara renkli bezler bağlanmış, koca çelenkler takılmıştı. Vakit çok erken olmasına rağmen Babü’r-Ramle Meydanında insan seli kaynıyordu. “Galiba yine doğru söylüyorsun Emir Mâlik. Peki, böyle düşündüğüne göre Ebu’l-Hasan’ı yıkalım.” 18 ? ENDÜLÜS’E VEDA Acı acı güldü: “Bu hale düşmemizin sebebi zaten o. Eskilerimiz yapmanın peşinde koşarken bizler hep yıkmanın ardında koşmaktayız. İşte, yıka yıka ortada birşey kalmadı. Köyler yıkıldı, şehirler yıkıldı, devletler yıkıldı, en mühimi ise ümitler yıkıldı. Şimdi bile kimbilir Gırnata’nm kaç yerinde Sultanı yıkmak için kaç pazarlık bölgesi kurulmuş. Hayır, yıkıcılığın içinde olamam. Siz de olamazsınız. Bu küçük devlet yeni bir enkazı daha kaldıramaz. Kusurlarıyla birlikte mevcut idareyi desteklemek durumundayız. Elimizden geldiğince ona gerçekleri göstermek ve o gerçekler istikametinde hareket etmesini sağlamak zorundayız.” Küçük Osman’ın sırtına vurdu: “Sen ne dersin bre Osmancık?” Omuzlarını silkti: “Konuştuklarınızın çoğunu anlayamadım. Fakat o kadar güzel konuşuyorsun ki hayran kaldım. Demek Gırnata’da bugün bayram var. Herhalde şu dört yoldan şehre giren kalabalıklar da bayramı seyretmeye geliyor.” Emir Mâlik çocuğun işaret ettiği yere baktı. Şehir kapılarına insan seli yığılmıştı. Her kapının önü arkası, ana baba günüydü. Yüzünü buruşturdu, başını iki yana salladı: “Hayır Osmancık” dedi, “onlar bayramı seyretmeye gelmiyorlar. Bir taundan, bir fırtınadan kaçıyor ve şehre sığmıyorlar.” “Neden kaçıyorlar dedin, anlayamadım?” “Taundan dedim, yani İspanyollardan.” “Benim gibi” dedi boynunu bükerek, “köylerini kaybetmiş olmalılar.” ENDÜLÜS’E VEDA ? 19 “Herhalde. Neyse, artık gidelim ve Sultan hazretlerine gördüklerimizi bir tamam anlatalım, tedbir düşünmek onun işi.” Padul Tepesinden şehre aktılar. • • • Emir Mâlik arkadaşlarını Tuleytula Hanına gönderdi. Kendisi Elhamra Sarayına uğrayıp Başmabeyinciye görevden döndüğünü, huzura kabul edilmeyi beklediğini bildirdi. Başmabeyinci umursamaz bir tavırla beklemesini söyleyince dişlerini sıktı, öfkesini yenmeye çalışarak: “Ne kadar bekleyeceğim?” diye sordu. Adam aynı küstah tavırla omuzlarını silkti: “Ne kadar mı, nereden bileyim ben? Önce saygıdeğer elçilerin geçecekleri yola halılar döşetmem lâzım, ondan sonra bütün teşrifatçıları toplayıp talimat vermem lâzım,
Yavuz Bahadiroglu – Endulus’e Veda
PDF Kitap İndir |