Yavuz Bahadiroglu – Kaçırılan Prenses

“Merak gırtlağıma düğümlendi bre yiğidim,” di- ye yakındı Köse, “Allah’ını seversen anlat şu işi; anlat ki, Đbrahim Can kardaşımla birlikte rahatlaya- lım; içimizin merakı defolsun.” Adı dillere destan akıncı beyi Sunguroğlu, ge- minin küpeştesine yaslanmış, denizi seyre dalmış- tı. Yunus balıklarının köpükler arasında oynaşma- ları ne kadar da hoştu. Bazen batıyor, bazen su yü- züne çıkıyor, birbirlerine sürtünerek oynaşıyorlardı. Bıraksalar saatlerce bu manzarayı seyredebilir- di. Fakat bırakmıyorlardı ki, Köse Yusuf sorup du- ruyordu. Đbrahim Can da merak içindeydi mutlaka. Susması Sunguroğlu’na duyduğu saygıdan olacaktı. Cevap vermesi lâzımdı. Zaten ortada büyük bir sır da yoktu. Osmanlıların Beyi Orhan Gazi’den bir mektupçu gelmiş, Orhan Gazi’nin mektubunu uzatmıştı. Mektubu okur okumaz “Yine yol göründü bize,” 5 diye geçirmişti içinden. Đlk iş olarak Köse Yusuf’la, Đbrahim’i bulmuştu. Yıllarca birlikte çalışmışlar, akınlara birlikte katılmışlar, en olmayacak işleri birlikte yapmışlardı. Bu işi de birlikte yapacaklardı.


Aceleden ne yapacaklarını anlatmamıştı, ama artık anlatmalıydı. Köse’nin merakı kabardıkça kabarıyordu. Gözlerini denizden aldı. Dirseklerini küpeşteye dayayıp döndü. Đlk karşılaştığı şey, Köse’nin ve Đbrahim’in merak dolu gözleri oldu. Gülümsedi: “Ne bu candaşlarım,” diye konuştu. “Merak küpüne batmış gibisiniz. Sizi tanımasam güvenmediğinizi düşünürdüm.” “Hâşâ,” diye atıldı Köse, “Beyimize itimadımız sonsuzdur, velâkin neyin nesi olduğunu bilmediği- miz bir işe dört elle nasıl sarılabiliriz? Şimdiye ka- dar bu kertede sustuğunu görmüşlüğüm yok. Ha- ber yayılır diye mi korkmaktasın? Eğer öyleyse bi- ze güvenmediğin anlaşılır.” Sunguroğlu bir el hareketiyle Köse’yi susturdu: “Baka Köse birader, bir şaka edelim dedik, bir çuval laf yığdın önümüze; şöyle yaklaşın bakalım, ne olsa bir Bizans teknesindeyiz, sözlerimizin du- yulmasını istemeyiz.” Đyice sokuldular, Sunguroğlu sesini alçalttı: “Bizans Đmparatoru, Orhan Bey’imizin nesi olur bakalım?” 6 Köse ile ibrahim şaşkınlıkla bakıştılar. “Onu bilmeyecek ne var ki gözüm,” diye ko- nuştu. “Đmparatorun kızı Orhan Bey’imizin oğlu Halil Bey’in nikâhı altında bulunduğuna göre, ara- larında sihriyet vardır.” “Đyi bildin Đbrahim.

Sizin anlayacağınız Halil Bey’imizin baldızı kaçırılmıştır. Onu bulacağız.” “Baldızı mı?” diye sordu Köse şaşkınlıkla. “Yani, imparatorun küçük kızı. Bizans’ta sara- yın bahçesinde gezinirken kaçırılmış. Nereye götü- rüldüğü belli değilmiş. Đmparatora bir mektup yazı- lıp kızının hayatını düşünüyorsa verilecek talimata uyması istenmiş.” “Talimat verilmiş mi peki?” “Henüz bir şey yok. Yani, ben bilmiyorum. Or- han Bey’imiz de bilmiyor. Bilseydi yazardı. Mektu- bunda diyor ki, gidip bu işin aslını faslını öğrene- lim. Osmanlıları alâkadar eden ciheti var mı, yok mu araştıralım.” “Küçük Prensesi niye kaçırmış olsunlar?” “Bilmem,” dedi Sunguroğlu. “Bilsem öğrenmeye gitmezdik.

Bir sürü sebep olabilir. Biliyorsunuz Đmparatoru devirmek için çalışan teşkilâtlar var. Önce komutan Lagan Mişöp’e gideriz. Onu hatırlıyor musunuz?” “Elbette” diye cevap verdi Đbrahim, “nasıl unu7 tabiliriz ki, bize çok iyiliği dokunmuştu. Doğru ona mı gidiyoruz?” “Hemen değil, önce Đmparatoru görmemiz lâzım gelecek. Ardından Mişöp’ü buluruz. Eskiden Bizans’ın başkomutanıydı.” “Artık değil mi?” diye şaştı Köse. “Hayır değil. Azledildi. Đmparatorla arası açıldı galiba. Küçük bir kuvvetin başına geçirildiğini öğrendim. Belki de din değiştirip Müslüman olması Đmparatorun canını sıkmıştır.” Köse şaşkın şaşkın başını iki yana salladı: “Sen iyice araştırmışa benzersin, doğrusu aşk olsun yiğidim, dostlarına danışmak yok muydu?” “Vardı elbet, vardı, ama sizi bulmak için iki gü- nümü verdim. Bu arada boş oturamazdım herhal- de, biraz soruşturdum.

” uzaktan Bizans görülmüştü, üçü birden kilise- lerin sivri kulelerine, Valekarna Sarayı’nın göz ka- maştıran parıltısına bakarken, kendilerini nelerin beklediğini düşünüyorlardı. Şimdiye kadar Bizans’a çok gelmişlerdi. Her defasında da başları dertten kurtulmamıştı. Ama, şimdiki iş diğerlerinden daha zor gibi görünüyordu. Bu sefer bir prenses kaçırılmıştı. Alelade para işine hiç mi hiç benzemiyordu. Para kazanmak için bir prensesi kaçırmayı kolay kolay kimse göze ala8 mazdı. Mutlaka makam-mevki ihtirası kol geziyor olacaktı. Belki de doğrudan doğruya Đmparatoru devirmeye çalışıyorlardı. Oysa Osmanlı menfaatleri, Bizans’ın şimdiki Đmparatorunun makamında kalmasını gerektiriyordu. Đmparator, makamında kaldığı müddetçe Osmanlılar her istediklerini yaptırabiliyorlardı. Đmparator, Orhan Bey’in bir dediğini iki etmiyordu. “Đki türlü düşmanla karşılaşacağımızı sanıyorum,” diye konuştu Sunguroğlu, “bir, Bizans sarayında bize karşı olan gruplarla; iki, Prensesi kaçıranlarla. Allah yardımcımız olsun. Bir gün bir Bizans prensesinin hayatını kurtarmak için yola çıkacağımı söyleseler, inanmazdım.

Fakat Orhan Bey’imizin emri başımız üzre.” Tekrar Bizans’a daldılar. Çok güzel görünüyordu. Üçü de Bizans’ın Osmanlı sarıklılarının atları önünde dize geleceği günü özlüyordu. Ve birlikte iç çekiyorlardı. 9 BĐZANSLI SUBAYLAR Teodosyüs Limanında her millete mensup tekneler vardı. Hatta korsan gemilerine bile rastlanı- yordu. Bizans, herkese kapılarını açmış, israf yüzünden açık veren saray bütçesini denkleştirmek için para karşılığı bütün limanlarını kiralamıştı. Limanda çeşitli gemilerin yanı sıra çeşitli insanlar da göze çarpıyordu. Foça korsanları, Venedik denizcileri, Đngiliz tüccarları, Đspanya bitirimleri kâh gırtlak gırtlağa kavga ediyor, kâh sakin sakin konuşuyorlardı. Sunguroğlu ile arkadaşlarını getiren geminin kaptanı limandaki iki subayla kısa bir konuşma yaptıktan sonra, döndü. Üç arkadaş iki subayı işaret ederek: “Sizi karşılamaya gelmişler,” dedi. 10 Sunguroğlu, kaptanla vedalaştı. Arkadaşlarıyla birlikte iki Bizanslı subayın yanına gitti. “Ben Sunguroğlu’yum,” diye kendini tanıttı.

“Đmparatorunuzun daveti üzerine geldik.” Subaylardan biri ince, uzun boyluydu. Gözleri kinle büzülmüştü. Sunguroğlu bunu ilk bakışta farketti, ama fazla üstünde durmadı. Adamın bakışlarına da karışacak hali yoktu ya, isterse sever, isterse nefret ederdi. Diğeri ise orta boylu, şişmandı. Miğferi başında iğreti gibi duruyordu. Rütbece üstün olduğunu göstermek istercesine bir adım önce çıktı ve elini uzattı: “Hoş geldiniz beyzadem, Đmparator hazretleri sizi bekliyor. Layık olduğunuz gibi karşılayamadığından ötürü özür beyan eder. Kesin olarak ne zaman geleceğinizi bilmediğimizden tedbir alamadık.” ‘ “Zararı yok, sizce mahzurlu değilse hemen gitmek istiyoruz. Atlarımızı gemiden aldırabilir misi- niz? umarım zavallı Şahin’imi deniz tutmamıştır.” “Efendim, anlayamadım, bağışlayınız, gemide bir arkadaşınız daha mı var?” “Yok,” derken güldü Köse, “atlarımız var, Sunguroğlu Bey’imin bahsettiği bir attır. Adına Şahin derler.” 11 ‘Lütfen atlarla ligilenin.

12 Gülümsedi subay: “Burada attan bol ne vardı beyzadeler, en cins atlar Đmparator hazretlerinin ahırında bulunur. Size istediğinizden âlâsını verirdik. Niye zahmet edip atlarınızı getirdiniz?” “Bizim atlar gibisi Bizans’ta bile bulunmaz,” diye cevap yetiştirdi Köse. “Hem bizde, ‘elin atına binen tez iner’ diye de bir atasözü var. Lütfen atlarla ilgilenin.” “Başüstüne.” Yanındakine bir işaret yaptı: “Atları çıkar Miloş.” Gözleri kinle bakan subay, bir şeyler geveledikten sonra gitti. “Arabam köşede emrinizi bekliyor beyzadeler,” diye eğildi orta boylu subay. “Atlarınız kalacağınız yere getirilecektir, hiç merak etmeyin.” Birlikte arabaya bindiler. Çok süslüydü. Đçi kadife kaplıydı. Pencerelerinde aynı renk perdeler vardı. Koltukları da çok esnekti.

Đnsan oturdu mu gömülüyordu. Buna rağmen Köse memnun görünmüyordu. Đbrahim ise, bu memnuniyetsizliğin sebebini tah- min ettiğinden, kıs kıs gülüyordu. Gözleri birkaç kere karşılaştı. Her karşılaşmada Köse’nin yüzü biraz daha asılıp ekşidi; Đbrahim’in gülüşü ise biraz daha genişledi. Sonunda Köse dayanamadı: 13 “Pişmiş kelle gibi ne sırıtıp durmaktasın genç horoz? Yaylı saray arabası kemiklerine iyi geldi besbelli.” Osmanlıca konuştuğu için subay anlayamıyor, sadece gülerek dinliyordu. “Sırıtmıyorum, gülümsüyorum,” diye cevap verdi Đbrahim, “Doğrusu pek rahatladım, ya sen? Đhtiyar kemiklerin yol yorgunluğunu attı umarım.” “Aksine, daha beter yoruldu.” “Nedenmiş o?” “Böyle yaylı arabalara alışık değilim, bir seferinde Yalova Beyi bizi kuştüyü yatağa yatırmaya kalktıydı ya, gözüme uyku girmediydi. Sonunda halıların üstüne attım kendimi, bir güzel uyudum.” “Canım, Köse biraderimiz iyisine alışık değil diye Đmparator, alışkanlığını bozacak değil ya; sabret, zaten az kaldı.” Köse burnundan soluyordu: “Sabredeceğim de, şu alaycı sırıtığın olmasa…” Sarayın yakınlarındaki bir evin önünde durdular. Subay: “Burada kalacaksınız,” dedi. “Rahat edeceğinizi umuyorum.

Burası Đmparatorumuzun yazlık köşküdür. Bütün pencereleri Halic’e bakar. Sabahları mis gibi havayı soluyacaksınız.” 14 Kocaman bir evdi. Gıcır gıcır boyalıydı. Pencerelerin üst kısımları renkli camlarla süslenmişti. Pancurlar deniz mavisi rengindeydi. Koskoca bir de bahçesi vardı. Mis gibi kokuyordu. Rengarenk güller göz dolduruyordu. Bu bahçeyi kim düzenlemişse, gerçek zevk sahibiydi. Eve girerken yakınlarda bir kilise çanı öğleyi vuruyordu, üç arkadaşın suratları ekşidi. Bu sese alışmak zor gelecekti. Onlar kilise çanına değil, ezan sesine yanıktılar. Alışıktılar da.

Bir süre ezan sesi duyma ümidiyle beklediler. Sonra nerede bulunduklarını hatırlayıp iç çektiler. Đşleri bitene kadar ezan sesinden mahrum yaşamak zorundaydılar. Subay gider gitmez, Sunguroğlu, Đbrahim’e döndü: “Öğle vaktidir Đbrahim, çan sesleriyle paslanan kulaklarımız dile destan ezanınla yıkansın bakalım. Küffar diyarındayız diye ezanımızı unutacak değiliz ya, at ellerini kulaklarına haydi!” Đbrahim’in canına minnetti. Öteden beri ezan okumaya bayılırdı. Hele böyle bir yerde okumanın başka tadı vardı. Đstekle ellerini kulaklarına attı: “Allahü ekber Allahü ekber…” Ezan bittikten sonra ellerini açtılar: 15 “Allahım, şu ezan sesini bu diyarın her yanına mutlak hakim eyle, çan seslerinin kesilip ezan seslerinin yükseleceği günü Müslümanlara göster, amin.” Pencerelere yürüdüler. Kanatları sonuna kadar açıp deniz havasını ciğerlerine doldurdular. “Subayın dediği kadar var,” diye fikrini açıkladı Köse. “Burası gerçekten de bir şey…” “Ney?” diye atıldı Đbrahim, “Cennet filan demeyesin koca ihtiyar.” Đbrahim’in müdahalesi Köse’nin tepesini arttırmaya her zaman yeterdi: “Susmayı bilmez misin bre toy çocuk?” diye çıkıştı. ‘Bu benim büyüğümdür, lafına laf doğramak olmaz’ demez misin hiç?” “Ama Köse ağam, karışmasaydım cennet deyip çıkacaktın. Küffar diyarını cennete benzetmek caiz mi?” “Yahu sus, ne olur sus be mübarek! Ben cennet dedim mi? Demeden diyeceğimi nasıl bildin? Bir gün fena kızacağım.

Kızınca da eh, ne yapacağımı iyi bilirsin.” Đbrahim bir sütunun ardına saklanmış, Köse’nin sahte öfkesi dinsin diye bekliyor, kendi kendine kı- sık kahkahalar atıyordu. 16 ESRARENGĐZ MEKTUP Onlar böyleydi. Birbirlerini her zaman iğneler, şakalaşır, kızgınca bakışırlar, fakat gerçekten asla kızmazlardı, üçü kardeşten de ileriydiler. Köse yaşlıydı gerçi, Đbrahim ise çok gençti. Bununla birlikte iyi anlaşırlardı. Tabiî, şu şakacıktan kızgınlıkların dışında… Sunguroğlu’na yürekten bağlıydılar. Ne dese yaparlar, icabında hiç soru sormazlardı. Ne yaparsa vatanının iyiliği için, vatanına, milletine hizmet için yaptığını bilirlerdi. Sunguroğlu’nun gözleri bahçeye kaydı. Tarhların arasında pencereyi gözetleyen birini görür gibi oldu. Yanıbaşında duran Köse’yi dirsekledi: “Şu tarhların arasına baksana Köse, birini gördüm galiba.” 17 Köse kalktı ya hiçbir şey göremedi. “Bahçıvan olmalı,” dedi. “Sanmam.

Kılığı asilzadeyi andırıyordu. Sadece belden yukarısını gördüm, ama eminim bahçıvan değildi. Yoksa Bizans’ta bahçıvanlar asilzadeler gibi mi giyinir?” Köse eski bir Bizans papazıydı. Bu işleri hepsinden daha iyi bilirdi. “Ben Jozef adlı bir papazken Bizans’ta bahçıvanlar iş elbisesi giyerdi. O günden bu güne çok zaman geçti. Belki de şimdi asilzadeler gibi giyiniyorlardır.” “Atma Köse ağam,” diye fısıldadı Đbrahim. Köse kızgınlığını Đbrahim’in gözlerine boşalttı. “Anlamanın bir yolu var,” diye konuştu. “Sen genç horoz, gidip bakıversene, zaten yerinde duramıyorsun. Heyecanını durmadan üstüme döküyorsun. Belki dişine münasip biri çıkar da, kılıç tokuşturma fırsatı bulursun. Böylelikle de iyice rahatlar, iğnelerini üstümden çekersin.” “Canıma minnet,” dedi Đbrahim.

Kapıya yürüdü. Az sonra bahçedeydi. Birkaç dakikada her tarafı iyice araştırdı. Fakat kimseyi bulamadı. Sunguroğlu’nun, adamı gördüğünü söylediği yerde sadece bir kâğıt parçası vardı. Đş olsun gibilerden aldı. Üstüne tek kelime yazılmıştı: “Defolun!” 18 Kâğıdı pencereye doğru salladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir