Cins at hafiften kişneyince ateşin önüne çökmüş bini-cisi başını kaldırdı. Ağaçların arasına doğru baktı. Bir guguk kuşu vardı çardağın orada. Gözleri karşılaştı genç adamla, kuş uçtu. At yeniden kişnedi. “Huysuzlanma aslanım, guguk kuşundan kimseye zarar gelmez.” Yirmi beş yaşlarında uzun boylu, bir gençti. Omuzlan cepkeninden taşacak kadar genişti, pazuları kabarmıştı. Gözleri kılıç çeliği sertlikte bakıyor, bakarken kaşlarından biri yaylanıyordu. Hayvan eşinmeye başlayınca, içinde bir tedirginlik duydu. Yerli yersiz ürkmezdi bu hayvan, bir şeyler hisset-miş olmalıydı. “Kalkıp bakmalı” diye söylendi, zaten buralar tekin değil. Çaldıran Savaşında bozulan İsmail ordusunun kalın-tıları çapulculuğa başlamış diye duymuştum.” Kalktı: “Çevreye bir göz atmalı. Korkulu rüya görmekten uyanık bulunmak evlâdır.” Az önce tavşan kızartmış, karnını güzelce doyurmuştu. Ateş hâlâ yanıyordu. Üzerine toprak atıp ateşi söndürdü önce, sonra en ulu ağacın altına gitti, bir kedi kadar çevik hareketlerle tepeye tırmandı. Elini kaşlarının üstüne siper ederek yol boyu baktı. Bir terslik yoktu. Ağaçların arasında kavisler çizerek bir urgan kıvraklığıyla uzanan yol bomboştu. Vahşî güzellik sere serpe ormana yayılmıştı. Uzakta bir tilki koşuyor, önünde bir geyik can havliyle kaçıyordu. Görünürde herşey olması gerektiği gibiydi. Birkaç ay öncesi geldi adamın aklına. Osmanlı ordusu ne ihtişamla geçmişti buralardan. Geçmiş, Çaldıran’a varmış ve Şah İsmail’i perişan ederek dönmüştü. Zafer sevinci aynı tazelikte benliğini sardı. Yüreğini avuçladı. Ardından buruk bir keder yayıldı yüreğinde, Malkoçoğlu Ali Bey’i düşündü. “Ah Beyim, ah!” dedi, iç çekti. Malkoçoğlu’nun şehit oluşuna Yavuz Padişah nasıl da üzülmüş, “Sana kıyılır mıydı?” diyerek nasıl da ağlamıştı. Koskoca Padişah, birden çocuklaşmış, birlikte büyüdüğü Malkoçoğlu’na bir ağıt yakmadığı kalmıştı. Sonra cesedin yanına gitmiş, şehidi kucaklamış, dakikalar boyu öylece kalmıştı. Çaldıran Zaferinin, Malkoçoğlu Ali Bey’e değip değmediğini düşünmüştü ihtimal. Yavuz Padişah, şimdilerde Amasya yolunda olmalıydı. Kışı orada geçirecekti. Herhalde kafasında yeni bir sefer vardı. Yavuz Selim’in önderliğinde yeni bir sefer demek, yeni bir zafer demekti. Her yeni zafer ise taze bir ufuktu. Taze ufuk: taze, geniş ve derin. Çünkü Yavuz Padişah, İslâm birliğini gerçekleştirmeyi kafasına koymuştu. Hemen her sohbetinde bu vardı. Çoğu şiirlerinin konusu bi-le buydu. Bir gün tüm Müslümanlar omuz omuza verecek, hamd sancağını birlikte taşıyıp, birlikte, dünyanm teey öbür ucuna dikeceklerdi. Yavuz Padişah, kendini bu ideale adamışü. Kimileri onu anlayamıyor, “Bunca kâfir dururken Padişahın Müslümanlarla uğraşması maslahat değildir.” deni-yordu. Böyle diyenlere şaşıyordu genç adam. Padişahın buna mecbur olduğunu biliyordu çünkü. Aksi takdirde Osmanlı’nın akıbeti Selçuklunun akıbetinden farksız olacaktı. “Selçuklu Devletinin yıkılışına sebep olan hatâların birincisi din birliğinden uzaklaşmış olmaktır” diye konuştu, kendi kendine, “Harzem Devleti de bu yüzden çökmüştür zaten. Putçu Cengiz Han, Harzem’e saldırırken, çevresindeki müslümanlar çeşitli bahanelerle Cengiz Han’ı des-tekledi. Böylece müslüman müslümanı vurdu. Cengiz Han’a da gün doğdu. Yavuz Padişah tarihten ibret almaz olur mu? Aldı. Küffar üzerine yürümeden arkasını sağla-ma almaya çalışıyor. Aynı Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı Kitaba inananları birleştirmeye çalışıyor. Bu gayrete saygı duyulmalı.” Ah, Yavuz Padişah’ın emeli bir gerçekleşse, Müslümanlar tek kılıç haline gelse, sonra o kılıç, Yavuz’un elinde, küfrün beline inse. . Atının yeniden kişnemeye başlamasıyla düşüncelerin-den sıyrıldı. “Olacak inşallah” diye söylendi. Tekrar yol boyuna baktı. Bir tehlikenin bulunmadığına inanınca atına gülümsedi: “Sıkıldın mı aslanım, geliyorum, merak etme.” Ağaçtan inince atının yanma gitti. Yelesini okşadı, gözlerinden öptü: “Yalnızlığa dayanamıyorsun ha dostum. Bu kadarcığına bile katlanamıyorsun. Ama unutma, beraberlikler, arkadaşlıklar kabir kapısına kadardır. Servet, şöhret de öy-le. Ötesi karanlık. İmân ışığı varsa elinde, yaşadın. Yoksa canın yandı demektir.” Hem konuşuyor, hem de parmaklarıyla atının yelesini tarıyordu. “Doğru değil mi, sevgili atım, ne dersin?” “Çok doğru” diye cevap verdi bir ses. Genç adam irkildi. Hızla arkasına dönerken, kılıcını çekti. “Kimsin?” Birisiyle burun buruna, kılıç kılıca geleceğine öylesine emindi ki, kimseyi göremeyince afalladı. Bakışları dikkatle etrafı taradı. “Allah’ın en kemter kuluyum.” Sesin sahibi kalın gövdeli çınar ağacının arkasından çıktı. Parmağıyla atı göstererek: “Ne yazık ki hayvanlar konuşamaz” dedi, “insanların gevezeliği zaten bu dünyayı yeterince gürültülü yaptı. İyi ki hayvanlar konuşmuyor. Aksi halde dünya yaşanır olmaktan büs bütün çıkar.” Yaşı elli civarında olmalıydı. Yüzünün temizliği, gözlerinin berraklığı ve derinliği insanda saygı uyandırıyordu. Eski ama temiz giyinmişti. Genç adam toz toprak ve çamur deryasında karşılaştığı bu tertemizliğe şaşarken, adam birkaç adım yaklaştı: “Şaşmış gibisin genç dostum. Gökten zembille filan in-diğimi düşünmüyorsun herhalde. İşin aslı şu ki atımın ayağı kırıldı. Tatar ağası gibi yaya kaldım. Issız bir yerde yayan yapıldak ne demek bilir misin? Ölmekten beter değil, ama eh, ona yakındır. Bir yolcunun başına gelebile-cek en büyük talihsizliktir. Yürüyen insanın zihni açılır derler ya, sen sen ol inanma! İki gündür yürüyorum, kendime bir at bulmaktan başka bir şey düşünmedim.” Genç adam, davetsiz misafirini şaşkın şaşkın dinliyordu, dinlerken de süzüyordu. Bir bilgelik vardı tavrında, insanı etkileyen bir tarafı vardı. “Kimsin?” diye sordu şaşkınlığını yenmeye çalışarak. “Allah’ın kemter kulu dedik ya başta; kemter kul dendi mi, bil ki o derviştir. Ama ille adımı öğrenmek istiyorsan, Araplar Talip bin Ziya, Türkler ise Derviş Talip der. Anam Arap, babam Türktü. Bana gelince: Bende biraz ondan, biraz bundan bir şeyler var. Elhamdülillah anam, babam gibi katıksız Müslümanım. Arapları da, Türkleri de severim. Çok yer gezdim. Çok insan tanıdım. Bilenin bilmeyenden, inananın inanmayandan üstün olduğunu gör-düm. Her kötülüğün anası cahillikmiş, bunu öğrendim. Halep’te, Şam’da yıllarca ders okudum. Niyetim İstanbul’a gidip ilmiyle cihanı kucaklamış hocalardan noksanımı ikmal etmek.” Ellerini iki yana açtı, gülüşü daha derin ve manâlıydı şimdi. “Gördüğün gibi silâh nâmına birşey taşımam. Belime kesici âletler asıp vücudumu ağırlaştıracağıma kafamı manevî silâhlarla donatayım, dedim. İnsanların silâh kadar, hattâ ondan daha fazla ilme ihtiyacı var. Çok konuştum, değil mi genç dostum? Gevezeliğim tuttu galiba. Oy-sa çene işletmeye pek hevesli değilim. Konuşup boşal-maktansa dinleyip dolmak evlâdır. Sen öyle yaptın hep. Mahzuru yoksa kendini tanıtsana.” “Anlatacak çok şeyim yok,” dedi, genç adam, “Osmanlıyım. Yıllar yılı Acemistanla Dersaâdet arasında mekik dokudum. Adım. . Biraz düşündü. Adını kullanmadığı öyle çok olmuştu ki, bir anda aklına gelmiyordu. “Adım” diye tekrarladı, “Server. Dostlarım, sarışınlı ğımdan dolayı Sanoğlan diye çağırır.” “Biz dahi Sanoğlan desek, olur mu?” “Belli ki dostsun. Dostsan deyiver. Seni dinlerken kendim konuşuyorum sandım.” “Nereye gitmektesin?” “Önce İstanbul’a, sonra Padişahım neredeyse oraya. Ona bir haber iletmekteyim.” “Desene aynı yolun yolcusuyuz.” “Öyle görünüyor.” “Eh, madem ki aynı yolun yolcusuyuz, yolu birlikte tüketelim. Beni yol arkadaşı alır mısın yanına?” “Elbette.” “Ne yazık ki tek atımız var.” “Meraklanma, atım ikimizi taşıyacak kadar güçlüdür. Ne de olsa Padişah ahırında özel olarak yetiştirilmiştir.” “Yâ, demek Padişah ihsanı.” “Umarım, sözünde küçümser bir ifade yok.” “Niçin olsun? Yavuz Selim büyük insan. Sana armağan verdiğine göre sen de büyük olmalısın.” “Ne gezer! Bende büyüklük ne arasın? Meraklısı da değilim zaten. Allah’ın büyüklüğü yanında insanlarınki ne olacak. Elimizden geldiğince dinimize, vatanımıza, Padişahımıza hizmet ediyoruz işte. Yavuz Padişah ulu emellerin adamı. Büyüklüğü de burada. Biz onun ardında serdengeçti bir kafileyiz. Asıl ikramımızı Padişahtan değil, Allah’tan bekleriz.” “İyi ama verdiği atı almışsın.” “Padişah ihsanı reddedilmez. Aldım, ama keyfime kullanmıyorum.” Talip, genç adamdan hoşlanmıştı. Bir silâhşörden bek-lenmeyen sözler duymakla da şaşırmıştı. Silahşörleri, hep kaba saba, kılıç kullanmaktan başka şey bilmeyen, başka şeyle ilgilenmeyen vahşi yapılı insanlar olarak düşünürdü. Belli ki Sanoğlan farklıydı. “Padişah ihsanı atına fazla yük olmak istemem,” diye konuştu, “yanıbaşında yürürüm. Hem gider, hem konuşuruz. Bana bu yeter.” “Olmaz,” dedi Sanoğlan, “sen bunca bilginle yaya yürürken ben cahilliğimle süvari gidemem. Kabul edersen atımı sana vermeye hazırım. Yanmasında yürür, hikmetli sözlerini dinlerim.” Adam belli belirsiz gülümsedi: “Sağol, lâkin bu dediğin olacak şey değil. Atın sahibi sen ol da üstüne ben bineyim. Allah’ın gücüne gider. İl-mimi çıkarlarım için kullanmamaya yeminliyim. Yeminimi bozamam.” Sanoğlan’ın aklına başka bir çare geldi: “Öyleyse nöbetleşe bineriz. Bir sen, bir ben. Sana bir at bulana kadar böyle gideriz. Anlaştık mı?” Derviş Talip bir süre düşündükten sonra, teklifi kabul etti. “Peki, önce sen bin.” “Yo,” dedi Sanoğlan, “önce sen. Çünkü yorgunsun. İki gündür yürüdüğünü söyledin. İstersen biraz uyu şuracıkta, ben seni beklerim. Uyanınca yola çıkarız.” “Buna gerek yok. Yeni bir şeyler öğrenme duygusu öylesine güçlü ki içimde, değil iki gün, iki ay yürümüş de olsam yorgunluk duymam. Sence mahzuru yoksa hemen yola çıkalım.” “Nasıl istersen.” Derviş Talip, Sanoğlan’m beklemediği bir çeviklikte ata bindi. Cins hayvan, biraz huysuzlandı, ama Sanoğlan ya-tıştırdı hemen. Beraber yola koyuldular. Yolboyunda bakir güzelliklerin büyüleyici armonisi vardı. Yolculara kuşlar eşlik ediyor, ceylanlar seke seke yol gösteriyorlardı. İsimsiz bir hayırseverin yaptırdığı çeşme başında mola verip hem kana kana içtiler, hem de namazlarını kıldılar. Tekrar yola çıkmadan önce de kırbalannı ağzına kadar doldurdular. Ata binme sırası Sanoğlan’da idi. Ama ata yaklaşmıyordu bile. Derviş Talip bunu hatırlatmak istedi: “Sıra sende dostum.” Sarıoğlan anlaşmayı bozmamak için ata bindi. Bir süre sonra da yakınmaya başladı: “Çok fenayım Derviş Baba.” “Hayrolsun?” “Günlerdir ata binmekten haşat oldum. Hele sırtım çok fena ağrıyor. Yürürken daha iyiydim.” Derviş Talip, genç adamın yapmak istediğini anlamıştı. Ata onu bindirecekti. Böyle silahşor görülmüş şey değildi. Diğer silahşörleri de böyleyse, Yavuz Selim, gerçekten talihli bir padişahtı. Düşüncelerini Sanoğlan’a da söylemekten kendini ala-madı: “Be hey yiğit, silahşor müsün, derviş misin belli değil. Ata binişini, kılıç tutuşunu gördükte silahşor dedik, sözlerini duydukta derviş. Bu ne iştir yahu?” “Şaşma,” dedi Sarıoğlan, “bizim silahşorluğumuz, sizin dervişliğinizle bütündür. Sen, bir de Padişahımı görsen: Yavuz Padişah, ilim adamı gördükte terlik giydiriyor ayağına, abdest suyu dökmeye kalkıyor.” “Duyduğumdan da yamanmış, essah!” “Yamanın yamanıdır benim Hünkârını.” “Pek sevmişsin.” “Sevgiye layık olan sevilir.” “Safevi İsmail’i büzmüş büzmüş de inine sürmüş derler.” “Hem de nasıl sürmüş, ellerine sağlık.” “Yakında da Mısır üstüne gidecekmiş.” “Orasını Padişahım bilir. Bana derse ki, ‘Sarıoğlan, Mısır’a gidiyoruz’ arkasına takılır, ölümüne yürürüm. Lâkin, Derviş Efendi, şayet Padişah böyle bir karar verirse sence yerinde olur mu?” “Duyduğumdan beri ben de kendime bunu sorarım,” dedi Derviş Talip, “duyduğum günün üstünden belki bir yıl geçti. Bu süre içinde konuyu enine boyuna düşün-düm. İlim-fikir erbabına danıştım, din adamlarıyla görüştüm, filozoflarla tartıştım; kısacası yiğidim bilgisine, gör-güsüne güvendiğim herkese başvurdum. Sonunda Yavuz Padişahı haklı buldum. İslâm birliği sağlanmalı. Savaştan başka çare yoksa, savaşla sağlanmalı. Yavuz Padişah böyle bir düşünce ile savaşa çıkarsa, bana göre, savaş yo-lu sevap yolu olur. Ama kudretini daha da genişletmek, nüfuzunu yaymak, kendini yüceltmek için bu sefere çıkarsa, boyunca günaha girer.” “Asla!” diye bağırdı Sarıoğlan, “Padişahımı tanımadığın nasıl da belli. Onun yüreğine gurur girmemiştir. Azamet taslamaya yabancıdır. Gösterişli giyinmekten bile nefret eder. Bir keresinde Safevî elçilerini huzuruna kabul edecekti. Sinan Paşa tantanalı giyinmesi için ısrar etti Padişaha. Azametini onlara göster’ dedi. Padişah çok kızdı. ‘Sinan hay!’ diye gürledi. ‘Eğer bu adamlar bir elçide bulunması gereken zekaya sahip iseler, senin gibi cübbeye, hattâ cübbenin içindeki bedene değil, onun da içinde bulunan ruh ve inancıma bakacaklar.” “Böyle dedi ha!” “Evet. Babamdan duya duya ezberime aldım. Padişahı mın yüreğinde gururun zerresi yoktur. Allah’ın rızâsını esas almıştır. İslâm birliğini kendi çıkarı, kendi saltanatı için değil, Müslüman milletlerin selameti için ister. ‘Küf-rün karşısına yekvücut çıkmalıyız’ der.” “Sandığımdan da büyükmüş.” “Ne bellemiştin Derviş Efendi. Bir gün onu tanırsan sözlerimin gerçek olduğunu görürsün. Lâkin Allah, Lillah aşkına yeter; şu atın sırtında daha fazla gidersem, vücu-dumda açılacak yaralan Dersaâdetin en usta cenahları dahi tedavi edemez.” Dizginlere asıldı. Attan indi. “Binmek istemiyorsan ikimiz de yaya yürüyelim.” Derviş Talihin cevap vermesine fırsat kalmadı. Kayaların arasından hınltılı bir ses yükseldi: “Heeey! Durun bakalım.” Sanoğlan, şimşek gibi el attı kılıcına, bakındı: “Ne istiyorsunuz?” Kayaların ardından iki baş uzandı. “Atınızı,” dedi biri, “nasılsa ona ihtiyacınız yok.” “Nereden belli ihtiyacımızın olmadığı?” diye sordu Sanoğlan, “iki yolcuya bir atı çok mu gördünüz?” “Evet ya, yürümeye can atan iki yolcuya bir at çoktur.” “Destursuz lafa girenin hakkı kötektir sözünü hiç duy-dunuz mu?” Kayaların arkasında bir kahkaha patladı: “Sorması ayıp, ama kim dövecek bizi, sen mi, yoksa garip kılıklı arkadaşın mı?” “Dayağı hak edeni bir döven bulunur.” Adamlar kayaların arkasından çıktılar. İkisi de insan azmanıydı. Bıyıklan kulaklarını geçmişti. İkişer kılıçla ikişer hançer taşıyorlardı. Sanoğlan’ın karşısına dikildiler. “Eh,” dedi daha yaşlı göstereni, “dayağı hakkettiğimizi düşündüğüne göre, döv bakalım.” Delikanlının canı sıkıldı. Başka zaman olsa belanın ortasına balıklama dalar, ikisini de doğduklarına pişman ederdi ya, şimdi sırası değildi. Bir bilginin yanında silahşörlüğe soyunmak istemiyordu. “Bakın” dedi, sesini yumuşatarak, “arkadaşımın atı öl-dü, tek ata kaldık. Bu yüzden arada bir dinlendiriyoruz hayvanı. Hem bu at Padişah armağanıdır.” Adam bir kahkaha daha attı: “Yok ya,” dedi dalga geçerek, “belki de Adem Babadan kalmıştır.” Sanoğlan, atının başını okşadı, kızgınlığını yutkun-muş, şaşılacak kadar sakinleşmişti. “Size doğruyu söylüyorum, ne yazık ki siz bunu anlayacak herifler değilsiniz.” “Hadi ordan!” diye bağırdı adam, “senden nutuk dinle-yecek değiliz. Bu hayvana ihtiyacımız var dedim, o kadar! Bana adıyla sanıyla kim derler bilir misin?” “Söyle ki bilelim.” “Ama sıkı dur, adımı duyunca korkudan dudağın yanl-masın. .” Biraz bekledi. Ağzında geveleyip durduğu çam sakızını yere tükürdü. Şöyle bir gerindi, kabardı: “Bana Kütük Remzi derler. At ticareti, insan ticareti yapanm. Bazan da insanların keseleriyle, elbiseleriyle il-gilenirim. Sırtınızdakiler benimkilerden berbat. Keseleri-nizde ise eminim tozdan başka birşey yoktur. Geriye kala kala at kalıyor. Onu verin de, bari canınızı bağışlayayım.” Sanoğlan’ın hırsından gözü döndü. Adamın üstüne atılmak için bir hareket yaptı. Fakat Derviş Talip bileğinden yakalamış, asılıyordu. “Yavaş,” dedi alçak sesle, “çareler bir tamam tükendik-te son çareye başvurulur. Neden atı vermiyoruz?” MISIR’A DOĞRU 17 Sanoğlan’ın yüzü öfkeden pençe pençe kızardı: “Çünkü at benimdir. Üstelik Padişahımın armağanıdır. Canımı veririm, aümı vermem.” “Pekâlâ, neden adamı yumuşatmayı denemiyorsun?” “Fazlasını bile yaptım. Aslında bu kadar sabırlı değilim, ama senin hatırım saydım. Lakin artık yetti. Ben iki çapulcuya pes etmem.” Derviş, başını iki yana salladı:
Yavuz Bahadiroglu – Misir’a Dogru
PDF Kitap İndir |