Yavuz Bahadiroglu – Topal Kasirga

Temmuz şafağı ılık ılık attı. Tan yerinin açık kırmızısı, sabah ezanının ahengine boyandı, gür bir sesle bütünleşip Sivas Kalesi’nin burçlarına düştü: “Nöbetçi!… Heey nöbetçiii!” Burçlardan aşağı uzandı başlar; aynı anda oklar gerildi, mızraklar hazırlandı: “Kim var orada?” “Benim, bir akıncı; adıma ‘Kulaksız Ömer’ derler. Kapıyı açın ki şehzademiz efendimize haber ulaştırayım.” Gerilerden gürültülü bir kahkaha yalpaladı: “Bre, essahtan Kulaksız Ömer misin?” “Uzun etme Peşteli Kerem, tanımazlığa vurma işi, benim dedik ya…” “Hey Kulaksız, yine tekmil dünyayı velveleye verdin.” Kulaksız Ömer’in sabrı taşmıştı: “Açın yahu!” diye gürledi, “Alimallah geciktirdiğinizi şehzade efendimize söylersem, burnunuzu keser!” Peşteli Kerem bir kahkaha daha attı. Kapıdaki nöbetçilere seslendi: “Açsanıza bre! Duymaz mısınız ki gelen, Kulaksız keratanın gendisidir ve dahi namı dillere destan babayiğitlerdendir.” Aşağıya inip kapının açılmasını bekledi. Eski dostu içeri girer girmez de kahkahasına buladı: “Peşte’de yaptığın oyunu unuttuk mu bellersin Kulaksız kerata? Bana tam tamına altı akçe borcun var; ödedin ödedin, ödemem dersen gendin düşün; şuracıkta canına okurum!” Kulaksız Ömer atından indi, tatlı tatlı gerinip esnedikten sonra: “Meraklanma,” dedi, “Borcuma sadığım. Bir gün mutlaka ödeyeceğim. Velâkin bugün öde dersen billâh canımı alman evlâ olur derim. Çünkü hiç akçem yok. Keseyi yolda üç uğruya kaptırdım, canımı da zor kurtardım. Şimdi varıp, şehzade efendimize gördüklerimi nakletmeliyim.” Peşteli alaya vurdu işi: “Neler gördün bakalım, önce bana anlat hele, bugüne bugün kapıcıbaşıyım. Bu kapıların tamamı benden sorulur; açıl susam dersem açılır, kapan susam dersem kapanır.


” “Haramibaşı mısın bre mübarek, yoksa Ali Baba mısın?” “Kapıcıbaşılık bana yetiyor. Sen onu bile olamadın baksana!” “Yani görmeyeli sıradan asker olmaktan çıkıp… Vay canına, sen çulu da bir güzel düzmüşsün; tanımasam gendimi padişahın karşısında bellerim de boş bulunur, yerlere eğilip temennalar çekerim. Peşteli silâhdaşım, bu ne hâldir bre? Sırmalara bürünmek neyin nesidir?” Peşteli, sıkıntıyla börkünü arkaya itip başını kaşıdı: “Sözü yokuşa vurma; ben borcumu istemekteyim, sen libasımı alaya almaktasın. Böyle buyruldu; dendi ki, kapıcıbaşılar bundan kelli böyle böyle sırmalar takacak ve dahi etrafa caka satacak dendi. Lâf aramızda, bu libasın içinde hiç rahat değilim, gendimi saray oğlanlarına benzetirim de canım çıkasıya buruşur.” Gülme sırası Kulaksız Ömer’e gelmişti. Eğile doğrula kahkahalar attıktan sonra: “Can da buruşur muymuş bre?” dedi, “Hadi hadi, kılığına alışmışsındır, şimdi bir yol düş önüme de şehzadeye gidelim. Mühim haberi verelim…” “Nedir o, kafadan atmıyorsun ya? Tanıdım tanıyalı her şeyi büyütürsün de…” “Yok, bu seferki bildiğin gibi değil, herifler burnumuzun dibindeler. Söyle bakalım haberin var mıydı?” “Hangi herifleri demektesin?” “Timur’un heriflerini demekteyim helbet; şuracıktalar, bir güneş batımı yolları kaldı; belki akşama kale bedenlerine ulaşırlar.” Peşteli iyice şaşırmış, gözleri iri iri açılmıştı. Bir yandan çenesini kaşıyor, bir yandan duyduklarını sıraya koymaya çalışıyordu: “Hele yavaş!” diye çıkıştı, “Şimdi ne söyledin bakalım? Timur’un herifleri yakında gibi bir şey söyledin…” “Yakında, hemen şuracıkta…” “Aklından zorun yok öyle ya, yollarda çok sürtmekten filân kafanı bozmamışsın…” Kulaksız Ömer birden ciddileşti: “Lâfı uzattık arkadaş, varalım en iyisi şehzadeyi bulalım. Bakalım ki, o da senin kadar inanmazlık edecek mi, yoksa dakikasında vaziyet mi alacak, göreceğiz.” “Yani dediğin gibi ha, herifler…” Bıkkın bir el işaretiyle sözünü biçti: “Şuracıktalar, ikindiüstü, bilemedin akşama damlarlar; it sürüsü kadar da kalabalıklar. Son kuruşlarım nereye gitti bakalım? Onlardan üçünü tavlamaya gitti. Billahi vaktim olsa tepelerdim, amma acele ediyordum.

Akçe zoru yakayı kurtarıp damladık, bir yol kapı açılana kadar eğleştik, bir yol senin merakını savana kadar… Şehzade bunca vakit kaybettiğimi anlarsa boynumu vurdurur ve iyi de etmiş olur! Hadi yürü, düş bakalım.” Peşteli’nin aklı yatmıyordu. Arkadaşının yalan söylemediği muhakkaktı; lâkin nasıl olurdu da Timur, tâ nerelerden kalkıp Sivas eteklerine gelirdi? Ne maksatla? Gerçi Yıldırım Bayezid Padişahla aralarında bir yıl öncesinden başlayan bir tartışma mevcuttu, ama küçücük bir ihtilâfın savaş sebebi olduğu nerede görülmüştü? Hem muharebe etmenin vakti miydi? Hazır Konstantiniyye muhasara olunmuş, düşmesi gün meselesi hâline gelmişti. Kendisi Timur’un yerinde olsa kuvvetlerini arkasına takar, Konstantiniyye surlara gider, Yıldırım Han’a yardım ederdi. Böylece habis Bizans’a son verirdi. Son verilince de Müslümanlar rahat bir nefes alırlardı. “Timur için eyi Müslüman derler; bu işe neden kalkışsın?” Kulaksız’ın yarı karanlık yüzünden acımsı bir gülüş peydahlandı: “Eline düş de nasıl Müslüman olduğunu anlarsın! Yahu adamın zulmü dile destan, yedi düvelde söylenir; geçtiği yerde uçurmadık baş, devirmedik aş, yıkmadık taş bırakmaz; kadındır, çocuktur, ihtiyardır dinlemez, kimseye aman vermez…” “İyi de, duyduğum kadarıyla padişahımız efendimize gönderdiği namelerde İslâm adına hareket ettiğini, maksadının İslâm dinini yüceltmek ve cihana hâkim kılmak olduğunu belirtmiş; buna ne buyrulur?” “Peki, küffarla ittifak edip Osmanlı mülkünü talan ede ede Sivas’a yürümesine ne buyrulur? Bak karındaşım, eyi dinle: Geçtiği yerlerden ardı sıra geçtim; gördüklerimi ömrüm oldukça dehşetle hatırlayacağım!” Acı yüklü bir sesle devam etti: “Yarı yanmış insan cesetleri, bacaklarından sallandırılmış bebeler, kazığa oturtulmuş ulema sınıfından ak sakallı ihtiyarlar, lime lime doğranmış gövdeler, bazı uzuvları kesilmiş kocakarılar… Bütün bunları yapan biri ne derse desin, ne yazarsa yazsın, nasıl inanılır? İslâmiyet, şefkat ve merhamet dinidir; Müslüman gişi aman dileyene kılıç çekmez, hele dindaşına zulüm etmez. Neyse, geldik galiba… Şu koca konak, şehzademizin konağı olmalı.” Peşteli başını dikti, sabahın alacasında büsbütün ululaşan konağa baktı: “Eyi tahmin ettin” dedi, “Süleyman Beyimizin konağı burasıdır. Seninle gelirsem nöbetçilere uzun uzun dert dökmekten kurtulursun; ardım sıra yürü.” Yıldırım’ın büyük oğlu Şehzade Süleyman, sabah namazından sonra uykuya çekilmişti. Kapısının önünde dinelen iki nöbetçi, ziyaretçilere küçümser bir bakışla baktılar. Yaşlıca olanı, dilinin ucuyla: “Sırası değil,” dedi, “Efendimiz istirahat buyuruyorlar, rahatsız etmek caiz olmaz; bekleyiniz, uyansın, kahvaltısını yapsın; divan kuruldukta geldiğinizi haber veririz.” Kulaksız Ömer’in tepesi attı; heyecanı bir anda alevlenmiş, kıpkırmızı olmuştu: “Yıkıl bre!” diye gürledi, “Biz günlerdir aç açına at tepelim, mühim maruzatı yetiştirmeye can koyalım, gelelim, konağın kapısı önünde bekletilelim; billahi canınıza susamışlığınız var.” Peşteli Kerem, elini kılıcına atan arkadaşını omuzundan bastırdı: “Bağırma,” dedi, “Dağ boyunda değilsin, konaktasın.

” “Ama baksana, salmak istemiyorlar.” “Elden ne gelir? Efendimiz istirahatte ise istirahatini bölmek olmaz; bekleyeceğiz.” “Bekleyemem, alimallah büyük günahtır. Bunca ümmet-i Muhammed, bu konaktan verilecek emirlere boyun bükmekte, ümeranın kendisini koruduğunu sanıp rahatça uyumakta. Lâkin ümera da uyumakta… Peki de Timur kale bedenlerini gülle yağmuruna aldığında, bu gecikme binlerce cana oturduğunda, sorumlusu kim olacaktır? Dinlemem, hemen şehzade uyandırılmalı!” İki nöbetçi, mızraklarını öne uzattılar, kızgın gözlerinin bütün lâvını Kulaksız’ın üstüne boca ettiler. “Sakın ki yerinden oynama!” diye uyardı yaşlıca olanı, “Efendim bize itimat eyleyüp uyumakta, biz dahi onu canımızlan kanımızlan korumaktayız. Cesetlerimizi çiğnemeden şuradan şuraya gidemezsiniz; kalın olduğunuz yerde!” Kulaksız daha fazla dayanamadı, bas bas bağırmaya başladı: “Canınız cehenneme! Topunuz rahata düştünüz. Ümmet-i Muhammed serhatlerde bu vatan için şahadet içerken siz uyuma sevdasındasınız; ne iştir, bu nice gidiştir bre! Billahi Cenab-ı Hak bizi Timur’un zulmüyle terbiye eder…” Nöbetçiler bir adım öne çıktılar; mızrakların ucu Kulaksız’ın karnına değdi: “Sus bre! Sus nedir bilmez misin? Huysuzluk yapma, sus!” Birden atıldı, kaşla göz arasında mızrakları yakaladığı gibi çekti, fırlattı attı ikisini de köşeye ve dehşet dolu bakışlar altında kılıcını çekti: “Açılın!” Peşteli işin sarpa sardığını görünce fena ürktü, deli dostu sayesinde başı yine belâya girmişti. Zaten hep böyle olurdu. Yıllar süren arkadaşlıkları sırasında başları belâlardan kurtulmamıştı. Kulaksız kerata ne yapar yapar, kendisi ve arkadaşı için mutlaka bir belâ bulurdu. Sağ kulağının yarısı böyle bir vakitte uçmuştu. Dört zibidiye oturduğu yeri vermemekte direnmiş, sıra kılıçlara gelmişti. Kötü bir huyu vardı: Kılıç kılıca iken gevezelenir, boyuna konuşurdu. Bir aralık konuşmaya fazlaca dalmış, rakibinin kılıcını kulağına yemişti… Şimdiki hâl besbeter bir hâldi ki, karşı karşıya gelinebilecek belâların en büyüğüydü.

Şehzadenin kapısındaki nöbetçilerin mızrağını almak, üstelik de kılıca davranmak, akıllı işi değildi. Sürüm sürüm süründürürlerdi insanı. Beladan kurtulmanın bir çaresini bulamazsa, kendisi de onunla birlikte yanar giderdi. “Hele yavaş” diye davrandı, “Ağır ol, koy o kılıcı yerine; şakayı tadınca kesmek lâzım.” “Ne şakası, ne tadı be? Görmez misin, yol vermezler; yol verilmedikçe Timur belâsının gelmekte bulunduğu, şehzadeye nasıl söylenir? Söylenemeyince kıyamet mi kopar, diyeceksin; kopar ki, en büyüğünden… Masum ahali bir tamam kılıçtan geçer, kazıktan geçer. Bunların en az ziyanla atlatılması için, benim şehzadeyi vaktinde haberdar etmem lâzım. Belkim tedbir düşünülür, belkim padişah efendimizden imdat kuvveti istenir; ne bileyim, bin türlü yolu vardır.” Birden odanın kapısı ardına kadar açıldı, Şehzade Süleyman’ın kızgın çehresi belirdi: “Naedep herifler, nedir bu gürültü?” Kulaksız Ömer istediğini elde etmişti; zaten bunca gürültü çıkarması, şehzadenin uyanması içindi. Kaşla göz arasında kılıcını kınına soktu ve elini göğsüne bastırdı: “Efendimiz, adıma ‘Kulaksız Ömer’ derler. Sultan pederinizle bile kılıç urmuşum Mora Seferi’nde, Eflâk Seferi’nde. Arnavut ellerinin istilâsında bulunmuşum, mübarek Niğbolu Zaferi’ni görmüşüm. Şu yanımdaki kapıcıbaşınız Peşteli Kerem’den sorunuz, eyi tanır; sultanımıza ve size sadık bir bendeyim.” Şehzade, kızgınlığından bir şey kaybetmeyen sesiyle: “Amma uzun ettin bre!” diye çıkıştı, “Esir tacirleri gibi gendini medhüsena etmeye sıkılmaz mısın?” Kulaksız Ömer başını dikleştirdi: “Hâşâ ki, sözlerim övünme için değildir. İtimadınıza mazhar olmak için söylerim. Çünkü vereceğim haber, kolay inanılacak gibi değildir.

Yıllarca silâh arkadaşlığı ettiğim, beraber serhatlere uçtuğum can dostum Peşteli Kerem dahi inanmakta hayli zorlandı. Diyeceğim, Timur yakınlarda, avanesiyle üstümüze gelir.” Şehzade birden sarsıldı, kaşları yay gibi kalktı indi: “Söylediklerini duyar mısın bre, bunun hiç şakası yoktur, hilafın çıkarsa başın uçtu say!” “Başım da, canım da Allah’a emanet şehzadem, ben gördüklerimi dosdoğru söylerim; ihsan-ı şahaneye mazhar olmak, makam mevki kapmak gibi endişelerim de asla yoktur. Haberi ulaştırdım; yorulduğuma değdi. Şimdi destur verirseniz gidip dinlenmek isterim.” Şehzade Süleyman, karşısındakinin deli olup olmadığını anlamak için dikkatle bakıyordu. Deliye benzer tarafı yoktu. Yalnız fazlaca yorgundu; belli ki söylediği gibi günlerden beri at tepmiş, yol sürmüştü, belki de uğrularla kapışmıştı. Çehresi, dürüst bir insanın çehresiydi; gencecik gözlerinde yorgunluğunun bulutu vardı. İyice bir dinlense hiç fena olmayacaktı. Bu haberi nereden nasıl öğrenmiş, kimden emir alıp yetiştirmişti? Buyur etti: “Hele gir” dedi, “Söyleşelim.” Nöbetçiler şaşkın şaşkın bakıştılar. Onlar bu yabancıyı şikâyet etmeye hazırlanıyorlardı; akılları sıra, bir boyun vurulmaya yetecek kadar hata etmişti delikanlı. Şehzadenin çehresinin yumuşaklığını görünce kendi başlarından endişelenmeye koyuldular… Öyle ya, madem önemli havadislerle gelmişti, bekletmekle fena iş etmişlerdi. Kuru kuru yutkundular ve sessizce mızraklarını alıp kapının iki yanını tuttular.

Belâ Kapıya Dayandı Kuşluk vakti alelacele şehir meclisi toplanmış, Şehzade Süleyman’ın başkanlığında durumu görüşmeye başlamıştı. Tedirgindiler… Ak sakallı beyler başlarını önlerine indirmiş, şayet haber doğruysa yaklaşan kasırgaya karşı nasıl duracaklarını düşünmeye koyulmuşlardı. Sivas’ın sonu olacaktı belki… Herkes Timur’un ne büyük zalim olduğunu biliyor, girdiği yerden bir gün çıksa bile artık o yerin iflah olmayacağını kestiriyordu. Çok şey duymuşlardı hakkında; her duyduklarında da ürpermişler, lânetlemişlerdi. Şimdi yakınlarda olduğu söyleniyordu. Korkunç bir şeydi bu; şayet vaktinde Yıldırım Bayezid’e haber ulaştırılamaz, yardım sağlanamazsa, Sivas elden gitti demekti. Yalnız Sivas mı? Belki civar şehirler de elden gidecekti; belki bütün memleket… “Ne düşünürsünüz beyler, ağalar; tedbir nedir?” Şehzadenin endişeli sesi herkese soğuk su etkisi yaptı, daha beter ürperip sarardılar. Ne diyebilirlerdi ki; Timur taununa karşı tedbir, ne edebilirdi? Mutlak sonu azıcık geciktirmekten başka ne işe yarardı? Hattatzade Refik Bey söz aldı: “Şehzadem efendim, tiz bir haberci çıkarub sultan pederinizle temas kuralım ve yardım dileyelim. Alimallah bu belâyı burada bastıramazsak, korkulur ki bütün Osmanlı memleketini kuşatır!” Ak sakallı Pir Müslim Bey: “Vakıa sultan nezdinde elçi çıkarmak lâzımdır, velâkin evvelemirde alınması vacip olan tedbirleri bir tamam almaklığımız iktiza eyler. Fakire sual edilirse, asakir-i muvahhidin hazırlansın, derim. Kumandanlarının emrine havale edilüb burçlara yerleştirilsin. Kimin hangi mevkii müdafaa edeceği, hangi cihetle müdafaa edeceği kararlaştırılsın, ondan sonra şevketlü pederiniz Bayezid Han Hazretlerine ulak çıkarılsın.” “Bu da başkaca bir zaman kaybı demektür devletlü lala; bence her iki işi aynı anda yapmak evlâdır.” “Yani hem padişaha vaziyet bildirile, hem de ordu hazırlana, demektesiz…” “Beli…” Şehzade, nicedir suskun bekleyen Malkoç Mustafa Bey’e döndü: “Hep sustun Malkoç Bey, tek kelâm etmedin; ne düşünmektesin?” Malkoç Bey başını yerden almadan: “Ulu beylerin ve dahi şehzademizin huzurunda bizim gibilere susmak yaraşır, deyü düşünürüm.” “O ne biçim sözdür öyle; sen ulu beylerimizden değil misin?” “Bilmem ki şehzadem… Bir ay kadar önceki toplantıda Timur tehlikesinin etrafa sıçradığından bahisle tedbir alınmasını istediğimde zat-ı devletleri ve ulu emirler tarafından kahkahalarla karşılandım, fikrim kabule şayan görülmedi.

” “Lâkin o zaman böyle bir tehlikenin varlığı bilinmiyordu ki…” Bu sefer başını dikleştirdi, sesini de haylice sertleştirdi: “Kangı bilinmemek dersiniz devletlü şehzadem? Bu tehlike tam bir seneden bu tarafa azgınca dolanıp durmaz mı, önüne geleni vurmaz mı, bütün Orta Şark’ı yaka yaka, yıka yıka üzerimize gelmez mi? Bir vakit bu canibe de akacağı gün gibi aşikâre değil miydi?.” “Şuradan oluyor ki şehzadem, bir sene evvel muhterem pederinize mektup yazıp kabule şayan olmayan tekliflerde bulunmuştu. Sultanıma sığınmış bulunan Irak Hükümdarı Ahmed-i Celâyirî ile Azerbaycan Hükümdarı Karakoyunlu Kara Yusuf’u iade etmesini istemişti. Hem de saygısız bir üslûpla, âdeta sıradan bir çobana hitap eder gibi, âdeta emreder gibi… Peder-i muhtereminiz, Sultanımız Efendimiz Bayezid Han gendine yaraşır bir tavırla teklifi reddeylemiş, lâyık olan cevabı yazmakta tereddüt göstermemişti. Timur’un gayesi hünkârımızı tahrik ederek muharebeye çekmekti. Herhal ki, bu niyeti başta sultanımız olmağılen kâffe devlet şürekâsınca iyi anlaşılamamış, Timur bir tehlike olarak görülmemiştir. İşte yakınımızdadır ve ancak burnumuzun dibine geldikte tedbir düşünülmeye gidilmektedir. Ne yazık…” Şehzade Süleyman Çelebi’nin dalkavuklarından Köse Çavuş, hiddetle atıldı: “Bre, bu ne edebe sığmaz kelâmdır ki, hünkârımız tedbirsizlikle, şehzademiz gafletle itham edilmektedir? Kimsede bu edepsize dersini verecek din gayreti kalmamış mıdır?” Bu çıkış pek yersiz geldi. Zaten herkes onu tanıyor, bir beye yaraşmayan dalkavukça davranışlarından ötürü kınıyordu. Malkoç Bey gözleriyle adamı çarptıktan sonra: “Din gayretin varsa arkana bir müfreze alıp Timur’a karşı çık. Bana gelince… Şimdi söylediklerimi yapmaya gidiyorum. Hoşçakalın.” Kapıyı geçmek üzereyken şehzadenin sesine çakıldı: “Beri bak Malkoç Mustafa!” Döndü baktı: “Buyur hünkârımın oğlu.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir