Yavuz Bahadiroglu – Uzaklar Yakindir

Dile destan olması yetmez gibi, bir de Halime Hatun’un azarına çarpılırdı. Atını ormana sürerken, avcılardan biri seslendi: “Fazla uzaklaşma Gündüz Beyim, hava yarıldıkta dönme vaktidir.” “Siz dönün, şu ormanı bir daha yoklayıp yetişirim” diye cevap verdi, “çok sürmez.” Obaya elleri bom boş dönmek istemiyordu. Gerçi büs bütün boş değildi. Ufak bir çulluk vurmuştu, ama kime yetecekti? Nüfus kalabalıktı. Çergisinden misafir de eksik olmazdı. Bir geyik filan çıksa karşısına… Bir hışırtı duydu. Düşüncelerini aralayıp hem kulak kabarttı, hem de etrafa göz gezdirmeye başladı. Az ilerde çalılar oynuyordu. Ağır ağır attan indi. Okunu hazırladı. Diz çöktü. Bir gözünü yumdu. Kıpırdayan çalılığı nişanladı.


Avını ürkütüp çalılardan çıkmasını sağlamak için bağırdı: “Haydaa!” Bir kokarca fırladı çalıların arkasından. Gündüz Bey kokarcayı taşvan zannetti, oku bıraktı. Kokarca yuvarlanırken bir tavşan çıktı aynı çalıların arkasından. Gündüz Bey yaptığı yanlışlığa dalgındı. Acıyan gözlerle kokarcaya bakıyordu. Neden sonra tavşanı fark etti. Göz göze geldiler. Elini ağır ağır sadağına attı. Bir ok aldı. Yine ağır ağır yaya yerleştirdi oku. Kaldırdı. Tam fırlatmak üzere iken, tavşan sıçradı. Aynı anda oku gönderdi Gündüz Bey, fakat aldıramadı. “Hay Allah, vuramadım.” Atma bindi, tavşanın zıplaya zıplaya kaçtığı yöne sürdü.

Karanlık bastırmadan tavşanı oklamak istiyordu. Tavşan da tavşandı hani. Bunca yılın avcısıydı bu kadar irisini görmemişti. 8 «UZAKLAR YAKINDIR Tam gözden kaybettiğini düşünürken, yine gördü tavşanı. Orman içlerine doğru ilerliyordu. Gündüz Bey atını tepikledi. Yetişip avlamalıydı. Orman bitti. Tepesi alevli dağlar yakınlaştı. Atını durdurdu Gündüz Bey, bekledi. Tavşanı kaçırdığını düşündü. Bir çullukla obaya dönecekti artık, Halime Hatun’un azarına bu defa da katlanacaktı. Atını geri döndürmeye davrandı. Davranmasıyla aradığını bulması bir oldu. Tavşan, gözlerini üzerine dikmişti.

Koskoca Gündüz Beyle alay eder gibi bakıyordu. Gündüz Bey bu sefer hazırlıklıydı. Oku gönderdi. Fakat ilk avını yapan delikanlı heyecanına bulundığı için midir, nedir, aldıramadı. Tavşan tepeleri alevli dağlara sardı. Gündüz Bey kendine kızdı: “Tüh senin nişancılığına!” diye söylenip atını tepikledi. Bu tavşanı oklamadan dönmeyecekti. Atını delice sürmeye başladı. Bir tepeciği dolanınca tavşanı tekrar gördü. Dizginleri dişlerinin arasına kıstırıp yayı gerdi; fakat oku fırlatmasına kalmadan, tavşan, ka- yaların arkasına geçip gözden kaybolmuştu. “Cin gibi” diye düşündü, “benimle alay mı ediyor ne!” Yol iyice daralmış ve dikleşmişti. Burada at sürmek, ölümü hiçe saymaktı. Fakat Gündüz Bey usta sürücüy- dü. İyi de nişancıydı. Dolu dizgin giden attan hedefi ok- lardı.

Oklardı ya, tavşanı kaçırmıştı yine de, tutturama- mıştı işte. Sanki gizli bir el okunun istikametini değiştir- mişti. “Yine de vuracağım!” diye hayıflandı, “o tavşanı mutla- ka vuracağım işte!” Yahşi Hocanın söylediklerini hatırlayınca, düşündüğü- ne pişman oldu. UZAKLAR YAKINDIR ? 9 Kim ki ihtiyaç için değil de zevk için avlanırsa, kim ki hayvana kinlenip vurursa, günah işlemiş olur” derdi, Yahşi Hoca. Hatırlamasıyla dizginlere asıldı. Yahşi Hocayı dinlememek olmazdı. Bes belli hayvana kinlenmişti. Bunca koşturması et ihtiyacına eklenen inadı idi. Üstünlüğünü göstermek isteğiydi. Gururuydu açıkçası. Evet, küçücük bir tavşana, koca aşiretin reisi olaraktan yenilmeme gururuydu bu. Yahşi Hocanın da, Bodur Hocanın da içtihadıyla büyük günahtı. Bu hesapça gururunun esiri olaraktan günah çukuruna düşmek üzereydi. Tavşanı izlemekten vazgeçti. Okunu sadağa yerleştirip yayını omuzuna astı.

Dağların kızıla boyalı tepelerine gülümsedi: “Var git be tavşancık, yolun açık olsun” diye mırıldandı, “var git be, akşam akşam günaha sokma bizi.” Atının başını çevirdi. Dönmek üzereyken, kayalıklarda bir çığlık yankılandı: “Heeey, Gündüz Beeey!” Gündüz Bey nedense ürperdi. Ses bir tuhaftı. Tanıdık seslerden hiç birine benzemiyordu. Daha da tuhafı, bulutların arkasından geldiğini düşündürmesiydi. Belki kayalarda yankılandığı için böyle düşündürüyordu. Çığlık sonrası derin bir sessizlik oldu. Tek çığlık tüm sesleri yutmuş gibiydi. Kuşlar bile ötmüyordu. Bakındı bir zaman: Kimseler yoktu. Yüreğinin ürperdiğini hissetti. Ter içinde iken birden üşümeye başlamıştı. Tüyleri diken dikendi. Ne yaptığının pek farkında olmadan atını tepikledi.

Henüz birkaç adım gitmişti ki çığlık tekrar yankılandı: “Heeey, Gündüz Beeey!” 10 ? UZAKLAR YAKINDIR Üstelik ilkinden daha berrak, daha yakındı. Sanki kendi içinden kopup geliyordu: Beyninden, ya da yüreğinden. Belki de çok çok uzaklardan, bulut ötelerinden… Kestiremedi. Atının başını sesin geldiği yöne çevirdi. Birkaç tepikte tırısa kaldırdı. Birkaç dakika içinde bir tepeye ulaştı. Üzengilerin üstünde doğruldu. Dikkatle bakındı. Görünürde kimsecikler yoktu. Birden, kaçırdığı tavşanı gördü. Tavşan kayaların arasından çıkmış, bir zaman Gündüz Beye baktıktan sonra, dağlara doğru ağır ağır yürümeye başlamıştı. Gündüz Bey, bu sefer okuna, yayma davranmadı. Tavşanı vurmak aklına bile gelmedi. Arkasından baka kaldı. Dalgın dalgın Yahşi Hocayı düşünüyordu.

Va’zederken verdiği misaller- de tavşanları, kurtları, yılanları konuştururdu. “Acaba, essahtan. tavşanlar., yok canım, daha neler!” Duyduğu sesi dağların bir oyunu olarak değerlendirip dönüş yolunu tutacakken, ses bir daha patladı: “Heeey, Gündüz Beeey!” Sinirlendi birden: “Kimsiiin?” diye sordu avaz avaz. Sorarken karşılık beklemiyordu. Karşılık alamasaydı rahatlayacak, o rahatlık içinde aşirete dönecekti. Ama sorusunun cevabı hemen geldi: “Ben Kaya Şeyhiyiiim, sana diyeceklerim vaaar!” Derin bir soluk aldı. Nedense bir aralık tavşan sesleni- yormuş sanmış ve ürkmüştü. Şimdi bu düşüncesini saç- ma buluyor, fakat gülmek istediği halde gülemiyordu. “Diyeceklerin varsa ortaya çık!” “Çıkamam…” Belki de bir tuzaktı bu. Düşmanları böyle bir yola baş UZAKLAR YAKINDIR ? 11 vurmuş ve kendisini ortadan kaldırmak istemiş olabilirlerdi. Belki tavşanı bile önüne yem olarak salmışlardı. Elini kılıcına attı: “Çık dedim!” “Çıkamam Gündüz Bey, Semerkant’dayım…” Kaskatı kaldı. “Semerkant nire?” diye düşündü, “essah ise…” Karar veremedi. Şaşkınlığını yenmeye çalışarak sordu: “Ne istiyorsun?” “Ertuğrul’a iyi bak Gündüz Bey, ilerde büyük bir İslâm devletinin çekirdeğini atacak, ona iyi bak!” Tüyleri diken diken oldu Gündüz Beyin.

Eskisinden daha beter üşüyüp ürperdi. “Bakarım” dedi, farkında olmadan, “başüstüne.” Nedense hafifledi. Atıyla birlikte havalanmış havalanmış da, güneşin son ışıklarıyla tutuşan gökkuşağının ortasına dalmıştı sanki. Etrafını sarmalayan renk cümbüşü yüreğini ılıtıyor, o ılıklıkta tatlı tatlı gülümsüyordu. Ses kesilmişti. Gündüz Bey hiçbir hareket yapmadı. Gökkuşağının yumuşaklığına otururcasına atma kurulmuştu. Dizginleri tutmayı bile akıl edemediğinden at bildiğine gidiyordu. Neden sonra toparlandı. Uyku mahmurluğundan kurtulup bakındı. Atı yamalı bir çerginin önünde duruyordu. Daha önce buralarda çok avlanmış, çok dolaşmıştı ama bu çergiyi ilk defa görüyordu. Yeni kurulmuş olacaktı. Yakında obalar, avullar varken, böyle ıssız bir yerde çergi kuran kimdi acaba? Başıboş bıraktığı zamanlar daima obaya dönen atı, şimdi neden bu çerginin önüne gelip çakılmıştı da yalvarır gibi bakmaya başlamıştı? 12 ? UZAKLAR YAKINDIR Canı biraz sıkıldı.

Biraz da atma kızdı. O can sıkıntısı ve kızgınlık içinde atını tepikledi. Hayvan iki adım attıktan sonra durdu. Gündüz Bey bir daha tepikledi atını, yine iki adım sonra durdu. Üçüncü denemede ise yerinden kıpırdamadı bile. Gündüz Bey çaresiz attan indi. Çerginin kapısına yaklaştı. Tam sesleneceği sırada içerden bir ses geldi: “Buyur Gündüz Bey!” Gündüz Beyin nutku tutuldu. Birşeyler söylemeye kalkıştı ya, ağzından tek kelime bile çıkmadı. Öylece durup çadırın kapı aralığına asılı manda gönüne baka kaldı. Bugün diğer günler gibi değildi anlaşılan. Bugünde bir başkalık vardı. Onca keskin nişancılığına rağmen, tav- şancığı oklayamamış, tavşancık bir görünüp bir kaybola- rak kayaları tutmuş, kendisini ardı sıra sürüklemişti. Sonra da kayaların ötesinden seslenilmişti. Derken atı, sanki gizli bir etki ile, akşam alacasının esrarında büs bütün kararan şu eski çadırın önüne gelmişti.

İçerideki kendisini görmeden biliyordu. Biliyor ve bu- yur ediyordu. Bacaklarında mecal kalmamıştı. En azın- dan kuşkulanmak, elini kılıcına atmalıydı, fakat bu ka- darcık işi yapacak gücü bile yoktu. Görmeden kendisini bilen, yüreğindeki gizli sırları da biliyor olmalıydı. Acaba kimdi? Kendisini niçin görmek istiyordu? Farkında olmadan adımlarını çadırın kapısına doğru sürükledi. Manda gönünden perdeyi araladı. Uykuda yü- rür gibi içeri girdi. İçerisi loştu. Bir şeye takılıp devirdi. Gözleri loşluğa alışınca devirdiği şeyin su testisi olduğu- nu gördü. Bakındı. Çadırın ortasında bir rahle, rahlenin üstünde açık bir Kur’ân-ı Kerim vardı. Ellerini saygıyla önüne kavuşturdu. Ağır ağır rahlenin önüne diz çöktü.

UZAKLAR YAKINDIR ? 13 “Hoş geldin Gündüz Alp Bey!” Sesinde insanın içini tepeleme dolduran bir ahenk vardı. Birinin ağzından değil de yüreğinden çıkıyor gibiydi. Yürekten çıktığı gibi doğrudan yüreğe giriyordu. Gözlerini sesin sahibine çevirdi. Önce koca kavuğunu, koca kavuğun örtemediği geniş alnını ve göğsüne serpilen bembeyaz sakalını gördü. Bütün gayretine rağmen yüzünü seçemiyordu. Bağdaş kurmuş, başı, dizinin üstünde duran kitaba eğilmişti. Bir şeyler yazıyordu. Önünde birkaç mürekkep hokkası, hokkaların içinde de kamış kalemler gördü. Birden sap sarı kesildi. Alnında yine soğuk terler belirdi. Şaşkın ve bitkindi. Kendisi etrafı zor seçerken, bu ihtiyar nasıl yazabiliyordu? “Karanlıkta nasıl yazıyorsun?” Konuşabilmesine şaşmış gibi sustu… Garip bir sessizlik uzadı gitti. Kara çadırın içinde, kamış kalemin kâğıt üstündeki hışırtısından başka çıt yoktu. Garip sessizlik yalnız çadırın içine değil, sanki bütün çevreye, hatta bütün evrene hâkimdi.

Kuşlar ötmeyi, kurtlar ulumayı, rüzgâr esmeyi unutmuştu sanki. Herşey, kamış kalemin kâğıt üstündeki hışırtısını dinliyordu. İnsanın içine huzur veren bir sessizlikti bu. Bu sessizlikte Gündüz Beyin ruhu dinleniyordu. Dünyayı unutmuştu. Hayali bütün boşalmış, seke seke kaçan tavşanla birlikte kayalıktaki ses de silinmişti. Dünya kanatlarının altında dönüyordu. Dönüp duran bu dünyada Kayı Han Aşiretinin yeri belli belirsiz bir nokta kadardı. Ama büyüyordu. Şimdi yepyeni bir âlemin eşiğindeydi. Hayalinden boşalan şeylerin yerini başka şeyler alıyordu. 14 ? UZAKLAR YAKINDIR Nokta hâlâ büyüyordu. Belli belirsiz Kayı Han Aşireti berraklaşıp belirginleşmişti. Işık küresine dönüşmüştü. Sonra güneşe büründü.

Yakmadan ısıtmaya, göz kamaştırmadan aydınlatmaya başladı. Bir anlam veremedi, Gündüz Bey. “Allah’ım!” diye inledi âdeta. Gündüz Beyin iniltisine ihtiyarın sesi karıştı: “Korktun mu Gündüz Bey?” Korku ne demeye gelirdi, o hâlâ Kayı Han Aşiretinin Reisiydi. Kendini toplamaya çalışırken alnındaki teri. eli- nin tersiyle sildi: “Ben Gündüz Beyim” dedi, “Kayı Hanlularm Reisi Gündüz Beyim.” İhtiyarın yüzünü ilk defa fark etti, bıyıkaltı gülüyordu: “Beyler korkarsa ne lâzım gelir?” Korkudan nefret ederdi, diklendi: “Gündüz Bey gibi beyler Allah’dan gayrisinden kork- maz.” “İyi bildin. Bari ışığı gördün mü?” “Güneşi gördüm.” “Eh, madem ki gördün, artık karanlıkta nasıl yazdığı- mı sormazsın. Görmeyi bilene gece yoktur. Görmeyi bil- mezsen gündüzlerin bile gecedir.” Anlayıp anlamadığına aldırmadan devam etti: “İnsanlar tuhaftır, hem de tamahtır. Bazan minik bir tavşan koskoca aşiret beylerini ihtiras yularından yakala- yıp arkası sıra çeker de kayalıklara götürür. Bunun pek bir zararı yok da, aynı işi şeytan yaparsa vay ki vay! Sonu cehennem ateşidir.

Cehennemi bildin mi Gündüz Bey?” UZAKLAR YAKINDIR ? 15 “Bildim. Bodur Hocam anlattıydı.” “O anlattıysa bilmişsindir. En çok neye şaşkınım bakalım?” “Neye?” “İnsanları idare etmek gibi bir sorumluluk aldıkları halde rahatça döşeklerinde uyuyan beylere.” Gündüz Bey yavaş yavaş açılıyordu. Şaşkınlıktan sıyrılıp, kendisini toplamaya başlamıştı. “Bu dokundurma bize mi şimdi?” diye sordu. “Hepimize” dedi ihtiyar, “bir güzel uyumuşuz ki uyanmamız için sur-u İsrafil lâzım.” Gündüz Bey, kayalardan akseden sesi hatırladı. Tekrar duyar gibi oldu. Tekrar duyar gibi olmasıyla da sordu: “Kaya Şeyhi misin?” İhtiyar kalktı, çadırın orta direği niyetine kullandığı gürgen ağacının incecik bir dalma asılı yağ kandilini yaktı. Ölgün ışıkta beliren yüz hatlarındaki yumuşaklıkla, gözlerindeki zekâ parıltısı, en kaba-saba insana bile elini öptürecek cinstendi. Dudaklarında uçuk bir tebessüm vardı. Gündüz Beye bakmadan konuştu: “Kaya Şeyhi mi? Ne demektesin Gündüz Bey! Biz o mübareğin ayağındaki edik olmaya razıyız. Biz kim, Kaya Şeyhi kim? O mübarek, söyleyeceğini Semerkant’dan söyleyip istediğine duyurabilirken, biz, yanıbaşımızdakine derdimizi zor anlatıyoruz.

” “Ya sen kimsin?” “Allah’ın garip, günahkâr, kemter bir kuluyuz. Kendi halinde bir dervişiz. Adımız Molla Tacüddin Harzemî. Şeyh Ekber’in Herat’taki dergâhından oluruz. Kaya Şeyhi Efendimiz, Şeyh Ekber Efendimizin Şeyhi olur. Niçin bu- 16 ? UZAKLAR YAKINDIR rada bulunduğumuza gelince: Biz nerede yıldızlar çok parlarsa, orada oluruz.” “Müneccim misin?” Molla Tacüddin Harzemî, yerine oturmak üzereyken hışımla dönüp Gündüz Beye baktı. Gözlerinde bir babanın yaramaz evlâdına duyduğu yumuşak bir öfkeden başka birşey yoktu. Dudakları işe hâlâ o garip tebessümün dikliğini saçıyordu. ‘ “Sümme hâşâ!” dedi,, “yıldızlardan geleceği okumaya kalkışmak gibi kaderin hududunu -zorlayan bir şaklabanlığın peşinde değiliz. Biz, hakikati aramaktayız. Gökyüzü ile meşgul olmamız, kozmoğrafyaya merakımızdandır. Kâinatın haşmetini yakından görüp, esrarında, Yaratıcı Kudretin azametini aynelyakîn idrak etmektir.” Gündüz Bey sorduğuna pişman olmuştu. “Kusura kalmayın, sürç-ü lisan ettik, affolunsun.

” Molla Tacüddin Harzemî, bir postekinin üstüne bağ- daş kurdu. Bir zaman Gündüz Beye baktı. Gündüz Bey gözlerini ihtiyarın gözlerinde bir türlü tutamıyor, her kar- şılaşmada başını indirmek zorunda kalıyordu. “Bu zat Kaya Şeyhi değilse bile velidir” diye düşündü, “büyük velidir. Aşirete davet edip izzet ikramda bulun- mak lâzım.” Düşünürken sesini duydu: “Allah’ın en büyük ikramı nedir bilir misin Gündüz Bey?” “Nedir?” “Akıldır. ‘Akıllı kime derler?’ diye sorarsan, Peygamber Efendimizin nurlu yolunda yürüyene derler. ‘Akılsız kime derler?’ diye sual açarsan, dünya malına tamah ile ebedî saadeti elden kaçırana derler.” UZAKLAR YAKINDIR ? 17 Gündüz Bey dayanamayıp sordu: “Ya biz hangi zümreden oluruz?” İhtiyarın yüzünde huzur verici gülücüğün gülleri tekrar açtı: “Bu suali bize değil, kendine sormalısın, Gündüz Bey. Cevabını da vicdanından alıp vermelisin. Bizim deyip deyeceğimiz şu kadardır ki, aşiretine sahip ol! Ye’cüc Me’cüc denen kavmin ininden çıkması, çıkıp da buralara gelmesi yakındır. Çok geçmeden buralarda cesetten toprak görünmez olacak, ırmaklar kan kızılı akacak, taş üstünde taş kalmayacak.” Gündüz Bey elinde olmadan titredi: “Tedbiri n’ola?” diye sordu. “Daha vakit var Gündüz Bey, daha vakit var. Tedbir vakti geldikçe, ahiyandan biri Kayı Hanı Aşiretini ziyaret edip haber verecek.

Ona göre amel olunsun. İşaretleri istikametinde hareket edilsin. Unutma ki hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Oğullarına da böylece bildir. Korkma, inayet altındasınız.” “İnayet ya Şeyh!” “İnayet Allah’tandır! Haydi, uğurun açık olsun.” Yazmakta olduğu kitabı kucağına aldı. Kamıştan kalemi hokkalardan birine daldırdı. Yazmak üzereyken durakladı. Yeni bir ilham gelmiş gibi Gündüz Bey’e döndü: “Az daha unutuyordum” diye konuştu, “oğullarından Ertuğrul’a dikkat et, o büyük bir İslâm devletinin çekirdeğini atıp Kostantiniye’nin fethine zemin hazırlayacak.” Hayretler içinde mırıldandı, Gündüz Bey: “Ertuğrul’dan büyük iki oğlum daha var.” 18 ? UZAKLAR YAKINDIR “Sen yine de Ertuğrul’a dikkat et!” Bulutların içinden, ya da kayaların arasından gelen sesin söylediklerini söylüyordu. Elbette bir bildikleri vardı. Açıklayamıyordu. Zaten bugün görüp yaşadıkları aklına sığmıyordu.

Ama her akla sığmayana sırt çevirmenin akıllılık olmadığını da biliyordu. Yahşi Hoca sık sık bunu söylerdi zaten. Şu mübarek ihtiyarı obaya davet etse miydi acaba? Burada yalnız başına belki de sıkılıyordu. Gerçi yıldızlara bakmaya geldiğirii söylemişti, ama obanın kurulu bulunduğu düzlükten de yıldızlara bakması mümkündü. Hem böylece yalnızlıktan da kurtulmuş olurdu. İhtiyarı avula davet etmeye hazırlanırken, sesini duydu: “Şu kâinat ne güzel yaratılmış, öyle değil mi Gündüz Bey? Geceyi şenlendiren yaratıklar ayrı, gündüzü şenlendirenler ayrı. Sadece geceleri açan çiçekler, sadece geceleri öten böcekler var. Böceklerle, çiçeklerle, yıldızlarla arkadaş olmasını bilenler, hiçbir zaman yalnız kalmazlar.” Gündüz Bey, başını indirdi indirdi, adeta koynuna soktu. Söylenmeyeni bilenlerden birinin karşısında olduğunu çoktan anlamıştı. Anlamış da ufalana ufalana tozbuluta karışmışü. Kendini zorlayarak doğruldu. Uzun süre dizüstü oturmaktan bacakları uyuşmuştu. Ama bıraksalar kıyamete kadar oturup ihtiyar bilgini dinlerdi. Ama mümkünü yoktu.

Geri dönmeliydi. Aşiretinin başına geçip suyun ötele- rini götürmeliydi. “Buyurup bir yol aşiretimizi şereflendirseniz…” O kadar alçak sesle söyledi ki, kendisi bile sesini zor duydu. Buna rağmen ihtiyar bilgin cevap verdi: “Vaktim yok hoş gör. Zaten bundan sonra dostlarımız UZAKLAR YAKINDIR ? 19 sıkça uğrarlar obanıza. Ahiyan-ı Rûm el birliği içinde inayet edeler. Hadi uğurun açık olsun.” Gündüz Bey, ayaklarını sürçe sürçe dışarı çıktı. Atı bıraktığı yerde, bıraktığı gibi idi: Neredeyse hiç kıpırdamadan kara çadıra bakıyordu. “Sen de fark ettin ha” dedi atma, “üçler, yediler, kırklar derdi de Yahşi Hoca, teke tek gezenleri bilmezdim. Hey kudretine kurban olduğumun…” • • • Akşamın alacasında bir derviş, ağır ağır avula yaklaşıyordu… Yüzünün kapkara sakalından arta kalan kısımlarında, gün batımınm pembeliği vardı. Sakalına inat, sarığı akpaktı. Gözlerinin bütün hüznü ile kıl çadırların arasında koşuşturan çocuklara bakıyor, ikide bir “geldik ya!” diye mırıldanıyordu, “sonunda geldik işte… ” Keçi kılından bir cübbe giymişti. Vaktiyle siyahtı belki. Islana-kuruya renk atmış, yer yer morarmıştı.

Pabuçları yol yorgunluğuna dayanayamayıp paralandığından ayaklarını keçe ile sarmıştı. Omuzundan bir sicimle geçirip koltuk altına düğümlediği iki heybe ağzına kadar kitap doluydu. Bir zamanlar İrtiş ırmağına düşmüştü de canını kurtarsın diye atılan ipe heybelerini bağlamış, kendisi ölümü kulaçlaya kulaçlaya zar zor sahili tutabilmişti. Niye böyle davrandığı sorulduğunda ise, “Her yerde bir Alp Sofi bulunur, ama bu kitaplar her yerde bulunmaz” demişti. Uzun boyunu bir karış geçen değneğinin tam koltuk altına gelen çatalına abandı. Çadırları, sonra çadırların arasında koşuşturan çocukları bir süre seyretti. Çocuklardan biri, onu farkedip diğerlerine de gösterince, onları 20 ? UZAKLAR YAKINDIR yanma çağırdı. Önce bir tereddüt geçirdiler. Öylece durup baktılar. Sonra aralarında fısıldaştılar. Derken on üç yaşlarında bir çocuğun arkasına dizilip ağır ağır yaklaştılar. Alp Sofi çocukları tek tek süzdü. Gözlerini ondan ona gezdirdi. Nihayet bir çocukta karar kıldı. Gülümsedi: “De bakalım, sen Ertuğrul musun?” Çocuk biraz hayret, biraz merak ve galiba biraz da korkuyla bir adım geriledi.

Sonra bu gerilemeyi kendine yedirememiş gibi iki adım attı. Kaşlarını alabildiğine çattı. Koskoca adam ciddiliğinde sordu:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir