Yavuz Bahadiroglu – Yolbasi

İstanbul… Yılın son ayı buzlu nefeslerle soruyordu… Kamçı gibi sert bir rüzgâr gecenin karanlık perdesini kırbaçlayarak Teknik Üniversitenin merkez binasında helezonlanıyor ve her nasılsa açık unutulmuş bir pencereden içeri fışkırıyordu. “Kapatın lan!” diye bağırdı halının üstüne sere serpe oturan esmer delikanlı, “bu havada hangi akıllı pencereyi açtı be, donacağız.” Kimsenin kımıldamadığını görünce, esneye esneye doğruldu: “Hergeleler” dedi aksi bir sesle, “tembelik içinize işlemiş.” Gevrek gevrek güldüler. Delikanlının salmaraktan pencere önüne gitmesini, bir an saçlarında saklayan rüzgârla ürpermesini, sonra kanadı çarparak örtmesini zevklenerek seyrettiler. Delikanlı işini bitirince: “Hergeleler” diye söylendi. Pencerenin hemen dibindeki bir sandalyeye sıkı sıkıya bağlı bulunan kendi yaşlannda sarışın delikanlının suratına hafif bir tokat vurdu: YOLBAŞI ? 7 “Rahatın iyi mi çelebi? Viski ister miydin?” Delikanlının ağzı da bağlı olduğundan cevap veremedi. Yalnızca gözleriyle küfretti. “Ben de senin…” dedi esmer delikanlı, “aynen.” İlgisini başka taraflara kaydırdı. Odada gelişigüzel bakınmaya başladı. Yerde gelişigüzel atılmış sigara izmaritlerine bozuldu. Gözüne çarpan birkaç boş konyak şişesine kızdı. Gördükleri gerçek bir perişanlığın izleriydi. “Zıkkımlandığınız sigaraları tablalara bastırsamza inekler” dedi ortaya, “şu hale bakın, burdan ayı ini daha temizdir.


” “Ama bizim ayıcığın rahatı yerinde ne haber!” diye karşılık verdi Aydın, sandalyeye bağlı delikanlıyı çenesiyle göstererek, “baksana hiç şikâyet etmiyor.” “Hadi be!” İki saat önce yakıtı biten kalorifer sönmüş, oda hızla soğumaya başlamıştı. Gençler arada bir kalkıp tepinerek ısınmaya çalışıyorlardı. Ama yetmiyordu. Duvarlar soğuk üflüyordu sanki. Yakacak bir şeyler bulmaları lâzımdı. Rektörün masasına gözleri takılınca, durakladı. Eskiydi, ama estetik bir görüntüsü vardı. Galiba antika bir şeydi. Kimbilir kaç lira ederdi? Ancak şu anda paraya değil, iliklerini ısıtacak şeylere ihtiyaçları vardı. Fikrini Timur’a açmak için bir istek duydu, ama halini görün- ce vazgeçti. “Timur hazretleri” diye geçirdi içinden. Gerçekten de krallar gibiydi: Rektörün koltuğuna gömülmüş, bacaklarını da masaya yığmıştı. Gözleri yarı kapalı olduğuna göre ya düşünüyor, ya da düşünür gibi yapıyordu. Elinde yarı boş bir konyak şişesi vardı.

Arada bir dudaklarının uçukluğuna 8 ? YOLBAŞI değdirip ısınmak umuduyla emiyordu. Fakat nafile! Ne yaparsa yapsın ısmamıyordu. Alkol bile içinin buzullarını eritmekten uzaktı. “Buz yahu!” diye yakındı. Konyak şişesini başına dikti. Sırtında anacığının özenle ördüğü yün bir kazak vardı. Pek sevmediği halde solculuğun şanından sayıldığı için katlandığı askeri parkasını kazağın üstüne geçirmişti. Yine de üşüyordu. Soğuk sanki kendi içinden geliyordu. İçi soğuyup dışına vurmuştu. Arkadaşlarına baktı. Çehreleri donuktu. Ölüleri andırıyorlardı. Daha beter üşüdü. Öksürdü.

“Sigaradan” dedi kendi kendine. Sigarayı hatırlar hatırlamaz bir tane daha yaktı. Çivi çiviyi sökerdi. “Saçmalık! Çivi çiviyi sökermiş. Lâf ola küp dola! Çivi dediğin kerpetensiz çıkmaz.” Babasını hatırladı birden. Memurdu. Ama marangozluktan da iyi anlardı. Arada bir evin şurasını-burasını tamir ederdi. Çalışırken söktüğü tahtaların üzerindeki paslı çivileri çıkarmasına da izin verirdi. Her çiviyi söküşünden sonra öyle mutlu olurdu ki. İşe yaradığını hissederdi. Gururla babasının karşısına dikilir, “bitirdim babacığım” derdi, “başka iş var mı?” Annesi bu haline katılır, “Afferinler benim oğluma, büyümüş de babasına yardım ediyor” diyerek öpücüklere boğardı. Yürek çarpıntısı kadar hafif bir sesle mırıldandı: “Hey gidi günler!.” Aradan yıllar geçmemiş gibiydi.

Yılları hiç yaşamamış, hiçbir zaman üniversiteye girmemiş de, sanki hep çocuk kalmıştı. Köy hayatını özlüyor muydu ne? Yoksa çocukluğundaki masumiYOLBAŞI ? 9 yeti mi arıyordu? Kestiremedi. Ruhunu sıkan mengenenin sebebini de kestiremiyordu zaten. Ayrıca böylesine sıkı giyinmiş olmasına ve bu kadar alkol almasına rağmen üşümesini de aklı almıyordu. Acaba neydi içini soğutan? Az önce pencereden içeri dolan rüzgâr mı, yoksa bütün gün seyretmek zorunda kaldığı ölüden farksız donukluktaki genç yüzler mi? Belki hepsi, belki de başka bir şey. Bulaştığı olaylar mı acaba? Şu sandalyeye bağlı delikanlı. Ya da olayların nasıl gelişeceğini bilememe ürküntüsü… Daha fazlasını düşünmemek için alkole sığındı. Konyak şişe- sini bir kere daha başına dikti. ‘Timur, biraz da bize koklatsana yahu!” Arkadaşını duymazdan geldi. İçkiyi paylaşmak işine gelmiyordu. Gerçi Marksizm mülkiyet hakkını kaldırmıştı, ama bu geceye mahsus olarak kuralları çiğneyecekti. Bu soğuk ve uzun geceye içkisiz katlanamazdı. “Adaam, sen de!” Bıkkın bir tavırla parmaklarını dağınık saçlarının arasına soktu. Taa ensesinin altına kadar sıvadı. Parmaklarında kısıp kalan saç tellerini rektörün masasına üfürdü.

Doğrusu koltuk rahattı. İliklerine işleyen soğuk da olmasa, herşeye rağmen iyi bir uyku çekebilirdi. Ne şans! Yakıt da tam bitecek zamanı bulmuştu. “Onun da bin belâsını versin!” Alt kattaki kafeteryanın kalabalık olduğunu biliyordu, ama aralarına karışacak cesareti yoktu. Çoğu tanımadığı kişilerdi. İçlerinde rahat etmesi zordu. Yine de inmeliydi kafeteryaya. Orası mutlaka sıcaktı. Hem çay ocağı yanıyor, hem onca insanın nefesi ile ısınıyordu. Gitmeliydi. Yoksa ruhu donacaktı. Kalktı. Bir süre olduğu yerde dikildikten sonra gerindi. Gitse mi iyiydi acaba, kalsa mı? Kararsızdı. Bir elini cebine soktu.

Fa10 V YOLBAŞI kat öbürü de üşüyordu. Konyak şişesini masaya bıraktıktan sonra, onu da cebine soktu. Cepleri sıcakça idi. Ama yalnız ellerin ısınması neye yarardı ki? Ceplerinin sıcağı içini ısıtamıyordu. Bereket versin konyak vardı. Şişeye göz kırptı. Yandan fazlasının bitmiş olduğunu görünce beter canı sıkıldı. Artık daha idareli içmeliydi. Bir yudum daha almalı mıydı şimdi? Evet, almalıydı. Bitiyordu ya. “Canım, bir yudumdan ne çıkar!” Şişeyi masadan aldı. “Baksana, Timur! Sana söylüyorum hanımevlâdı, baksana yahu!” “Hanımevlâdı” sözüne nasıl da içerliyordu. Kızdığını bile bile söylüyorlardı, dalma basmak için. Duydu, ama inadına duymamış gibi yaptı. Dudaklarının arasına kadar çıkan küfrü iki yudum konyakla gerisin geri yuttu.

Pabuçlarının ucuna baktı devamlı. “Bir yudum versene be, nasıl arkadaşsın?” Bu sesi de duymazdan geldi. Yalnız bakışlarını pabuçlarından aldı, karşı köşeye çevirdi. Sandalyeye bağlandığı gibi duruyordu delikanlı. Düğümü Necdet atmıştı. İyi anlardı bu işlerden, babası gemiciydi. “Bir gemici düğümü vurdum ki, kesmeden çözmek ne mümkün?” demişti, kabara kabara. Sandalyeye bağlı gençle hemen hemen aynı yaşı sürüyorlardı. Zaten içerdeki herkes üç aşağı, beş yukarı aynı yaşları sürüyordu. Sadece biri sandalyeye bağlıydı. Çünkü rehindi. Karşı devrimci olması, rehin olmasına yetmişti. Onu yakalayıp bura- ya getirenler öyle söylemişlerdi: “Namussuz karşı devrimcidir” derken suratına tükürmüşlerdi, “faşist köpeklerden biri işte!” Bir an göz göze geldiler. Timur hemen başını çevirdi. Deliyolbaşi ? 11 kanlının bakışlarındaki kanmaz kini fark etmişti.

Ürktü. Korkuya benzer bir şeyler hissetti. Bir yerleri daha buzlamıştı. “Bakma lan” dedi içinden, “gebertirim ha!” Cesaretini toplamak için arkadaşlarına döndü. Necdet, Aydm’la Receb’e birşeyler fısıldıyordu. Üçü de yere çömelmişti. Küçük bir halka oluşturmuş, biteviye konuşan Necdet’i dinliyorlardı. Aydın arada bir kısık kahkahalar attırdığına göre, Necdet’in anlattıkları güldürücü şeyler olacaktı. Recep sık sık arkadaşının sözünü kesiyor, “Deme yahu!” diye hayretini belirtiyordu. Necdet’in yeminini iyiden iyiye duydu: “Allah çarpsın ki doğru söylüyorum!” diyordu. Aydın’in kendisinden yana kaçamak bir bakış attığını da, Timur, görmezden geldi. Dalgasına iyice dalmış gibi yaptı. Nedense fısıltılar eskiden beri merakını çekerdi. Islıkla, moda bir İngiliz şarkısı tutturdu, ama kulaklarını da adamakıllı dikti. Necdet fark etti galiba.

Fısıltılarına ara verip sesini yükseltti: “İçkisiz tadı çıkmıyor arkadaş. Bu oğlan da konyağın tapusunu üstüne çıkartmış gibi hiç birimize koklatmıyor. Kusura bakmayın, ötesini anlatamayacağım.” Aydın doğruldu. Arkadaşının anlatmayı kesmesine içerlemişti. Tam ağız tadıyla dinleyecekken, birkaç yudum konyak yüzünden kesmesi… Şu Timur da çok bencildi yani. İkişer yudum alsalar kıyamet kopmazdı ya. Timur’un karşısına durup diklendi: “Yeter kafayı dumanladığın arkadaş, nöbet mahallinde sarhoş olmak yasaktır. Ver şişeyi!” Timur gözlerini inadına baygınlaştırdı, sesini de iyiden iyiye pelteleştirdi: “Çek arabanı be! Örgütün parasıyla alınma değil bu şişe, öz mahmdır; yallah başka kapıya!” 12 ? YOLBAŞI Aydın hiçbir zaman kendisini tutamazdı. Aşırı heyecanlı ve çok hayalperestti. Hemen kızar, kendince bir aykırılık gözlemesiyle de saldırıya geçerdi. Sesini yükseltti: “Güzellikle versene şu şişeyi…” Yüzü değişmiş, gözleri deli deli parlamaya başlamıştı. Timur yardım ister gibi öbürlerine baktı. Bakmasıyla kimsenin kendisinden yana olmadığını anladı. Şişeyi arkasına saklamışken, vazgeçti.

Aydın’in burnuna doğru kaldırdı: “Üşüyorum, arkadaş” dedi, “hepsini bitirmeyin.” Aydın hiç vakit kaybetmeden şişeyi başına dikti. Okkalı üç yudum aldı. Pos bıyıklarını sıvazladı ardından: “Sağolasm” dedi alaycı bir gülümseme ile, “bonkör delikanlıymışsm.” Timur birden aklına gelmiş gibi sordu: “Ne fısıldaşıyordunuz orada?” Aydm önce şaştı, ama çabucak toparlandı, güldü: “Örgütsel bir konu değil,” dedi. “Özel iş, bilmesen daha iyi.” Bön gülüşü Timur’un sinirine dokunmuştu. “Söylesene!” diye üsteledi. “Yok, arkadaşım, herkes herşeyi bilmemeli.” Adımlarını sürüye sürüye gruba yaklaştı, şişeyi önce Necdet’e uzattı. Anlatmasını teşvik için avans veriyordu. Recep, “Ulan yağcı seni,” diyerek takıldı. “Hayalperest kerata. Ağzın sulanıyor değil mi dinlerken…” Aydın itirafa mecbur edilmiş bir casus tavrıyla, ellerini iki yana açtı: “Necdet’in anlatması bir başka türlü oluyor abı,” dedi. “Bitiyorum.

Şimdi rahatladın mı?” YOLBAŞI ? 13 Necdet’i dürttü ardından: “Yeter lan, bitirdin konyağı, hadi anlatsana artık…” Fısıltılar tekrar başladı. Arada bir Timur’a bakıp bakıp iç çekiyor, tuhaf tuhaf gülümsüyor. Necdet nazlanmaya durunca da titrek yalvarışlarla soruyorlardı: “Sonra… Sonra? Hadisene canım…” Timur adamakıllı alınmıştı. Kendisinden gizlenen konu neydi acaba? Sır çemberini kırıp kulağına kadar gelen kelimelerden çıkardığı mânâ, bir kız hakkında konuşulduğu yolunda idi. Peki ama bunun gizli saklı tarafı mı vardı? Gruba yanaştı. Birden sustular. Necdet, “Konyak bitti arkadaş,” dedi alaycı bir sesle. “Varsa bir cigara versene.” Timur elini iç cebine attı. Düzgün bir paket çıkardı. Önlerine fırlattı. “Alın!” “Kızma yoldaşım,” dedi Necdet, “şunun şurası arkadaşız yani.” Timur dudak büktü: “Öyle mi? Bilmiyordum.” Aydın atıldı: “Ayıbettin, ayrımız gayrımız var mı? Marksizm uğruna can feda değil mi?” Recep söze karıştı: “Benim malım senin malın, senin malm benim malım…” Topuna birden sordu: “Buna yeminli değil miyiz?” Bağrıştılar: 14 ? YOLBAŞI “Elbette…” “Yeminliyiz.” Recep zafer kazanmış gibi bir eda ile sigara paketine uzandı.

“Eh öyleyse, öz malımdan bir cigara, alabilirim.” Timur birden patladı: “Konyağım öz malınız, sigaram öz malınız. Konuşmaya gelince fısıltı. Neymiş? Özel konu imiş de, beni ilgilendirmezmiş. Hadi be siz de…” Timur’un söyledikleri bakışmalarına sebep oldu. Birkaçı kıkırdarken, Recep, kahkahasını ağzında tutmak için elini ağzına bastırdı. Neden sonra Necdet doğruldu. Parmağını Timur’un yüzüne doğru sallayarak: “Sana bir dost nasihati arkadaşım,” dedi, “herşeye kulak verme.” Timur homur homur homurdandı: “Nasihatini kendine sakla. Nasihatmış.” Recep ne zamandır gevelediği kahkahayı patlattı. Avurtlarını şişire şişire güldükten sonra, “Sen yine nasihat dinle oğlum,” dedi, “kârlı çıkarsın.” Timur işin ucunu yakaladığını göstermek için bilgiç bilgiç başını salladı: “Bilmiyor muyum sanki, bir kızdan söz ediyordunuz,” dedi. Aydın Necdet’e göz kırptı. “Çok uyanık,” diye gülümsedi, “anladı işte.

” Necdet sıkıntıyla omuzlarını oynattı. İçinden Timur’un bildiği kadarıyla yetinmesini temenni ediyordu. Daha fazlası işleri karıştırabilirdi. Çünkü ballandıra ballandıra, hem de bire bin katarak anlattığı kız, Timur’un öz ablasıydı: Semra. Geçip karşısına “Sevgili arkadaşım benim, ablandan söz ediyorduk, fıstık YOLBAŞI ? 15 gibi maşallah! Tanıştırmakla ne iyi ettin bilsen,” diyemezdi ya. Demeye yürek isterdi. Yürekten önce sağlam bir çene ile bilek. Timur’u gözleriyle şöyle bir tarttı. Güçlü kuvvetli görünüyordu. Cesaretine de diyecek yoktu hani. İki gün önceki çatışmada yara almadan kurtulan tek kişiydi. Oysa kavganın içine gözünü kırpmadan atlamıştı. Zincir vardı elinde. Milliyetçi öğrencilere de, polislere de sarmıştı zinciri. Bir ara iki polis Timur’u kıskaca almışlardı, ama ne yapmış yapmış kurtulmuştu.

Karakola bile götürememişlerdi. Ablası hakkında kötü söylediklerini duysa, hazmeder miydi acaba? İhtimal vermiyordu. Onun yerine kendisini koydu bir an. Alnındaki damarlar kabardı, öfke genzinde düğümlendi. En iyisi, Timur’u buradan uzaklaştırmaktı. İşi garantiye almak için yanında tutmalıydı. Hiç değilse bu gece için. Arkadaşları bir boşboğazlık ederlerse… Gitti, Timur’un koluna girdi: “Gel, istersen şöyle bir dolaşalım. Devriye gezmek iyidir. Ba- karsın, içeri sızmaya çalışan olur.” “Silâhın var mı?” diye sordu Timur. Necdet’in eli arka cebine gitti. Tabancanın soğuk temasını parmaklarında hissedince, cesareti arttı. Nasıl da unutmuştu. Timur’dan bir an olsun korktuğuna yanıyordu şimdi.

Silâh belde ateşe hazır olduktan sonra, korku ne demeye gelirdi daha? “Var ya, sende yok mu?” “Yok. Vermediler ki…” “Hadi hadi. Boykotçuluk oynamıyoruz burada, bir sistemi yıkmak için yola çıktık. Devrim ne silâhsız olur, ne kansız! Kendine bir tabanca uydur.” “Nereden?” “Örgütten istesene,” diye seslendi Recep. “Ağzın biraz lâf etsin, her toplantıda kuzu kuzu dinliyorsun.” 16 ? YOLBAŞI Timur ona doğru döndü: “Sende de mi var tabanca?” Recep arka cebinden bir sustalı çıkardı. Düğmesine dokundu. “Çıt” diye bir ses çıktı. Işığa tuttu. “Yakın muharebe silâhı derler buna, iyi iş görür. Şu köşede bağlıduran kuzu gibi düşünenlerden üç tanesinin kanıyla yaldızlanmıştır.” Dişlerini birbirine sürttü: “Evet, tam üç tane!” Bıçak ışıkta parıldıyordu. Soğuktu parıltıları, yahut Timur’a öyle geliyordu. Necdet kolundan çekti onu.

“Hadi yürü! Kulak verme ona, herşeyi abartır.” Yarı sürükleyerek dışarı çıkardı. Koridorda iki delikanlı bekliyordu. Rektörlükten çıkan ağabeylerini görünce, sol yumruklarını havaya kaldırdılar. “Yaşasın Marksizm!” “Yaşasın,” dedi Necdet, yanmağız. Sesini alçalttı: “Bu çocuklar da başka şey bilmezler. O yaşasın, bu yaşasın, şu kahrolsun, vesaire. Slogan farfaraları!” Timur’u merdivenlere doğru götürdü. “Aşağısı daha neşeli, belki içecek birşeyler de buluruz. Sarhoş olmak istiyorum bu gece, kör-kütük sarhoş olmak.” Birinci katta ikinci katm aksine şiddetli bir gürültü vardı. Timur ilk anda neye uğradığını şaşırdı. “Amma gürültülü,” dedi bezgin bir tavırla. “Çok da kalabalık.” YOLBAŞI ? 17 “Ne sandın? Üç-beş kişiyle koca binayı koruyamazdık ya, yeterince adam aldık içeri.

-‘ “Hepsi silâhlı mı yani?” “Eh, aşağı yukarı.” “Basarlar mı dersin?” Necdet’in gözlerinde bir istihza ışığı yandı, söndü. “Basarlar elbet, hem de can almacasına. Bilirsin, merhametten yana nasipleri yok. Tuttuklarını öldürüyorlar.” “Recep öyle demedi ama…” “Ya nasıl dedi?” “Sustalısını karşı görüştekilerin üçünün kanıyla yaldızlamış.” Necdet yan ka’pıya yürüdü: “Gel kafeteryada bir çay içelim. Receb’in sözlerine de kulak asma boşboğaz eşşeğin biridir.” İçeri girip bir masaya oturdular karşılıklı. Servis yapan militan öğrenciye tanıtma kartlarını gösterdikten sonra, birer çay söylediler. “Çaylar bedava,” diye konuştu Necdet, “Bütün gider karşılanıyor. Sıcacık da üstelik burası, kalabalıktan olacak.” Bakışlarını mütemadiyen masalarda dolaştırıyordu. Birden doğruldu. “Az işim var benim,” dedi acele ile, “dönene kadar otur.

” Cevap beklemeden uzaklaştı. Timur gözleriyle takip etti onu. Izbandut gibi biriyle birkaç kelime konuştuğunu, sonra beraber dışarı çıktıklarını gördü. Yarım saat tek başına bekledi dönüşünü. Sanki buna mecburmuş gibi. Canı sıkıldı. Bir çay daha getirtti. Tam yarılamıştı ki Necdet’i gördü. Sallanıyordu. Gözleri günlerce uykusuz kalmış gibi kırmızı ve şişti. 18 ? YOLBAŞI “Hasta mısın?” diye sordu endişelenerek. “Yok,” dedi Necdet, yerine oturdu. “Hasta filan değilim. Çakırkeyif oldum. Ne üşüme kaldı, ne can sıkıntısı.

İstiyorsan sana da bulurum.” “Konyak mı?” “Peh, ne konyağı? Duman!” Başını yaklaştırdı: “Esrar yani, ister misin?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir