Yavuz Bahadiroglu – Yurek Seferi

Hayat gerçek: Hayal ve rüya gerçek üstü. Masal ise gerçek dışı… Ya bilgisayarın gücü: Onu hangi kategoriye koymalı? Dünyamızda sanal dünyalar oluştu; kuklalar aramızda cirit atıyor. Tarih? Onu nereye oturtsanız olur; tarihi kategorize etmek doğru değil. Zaman diyeceksiniz? Zaman aslında bir sürekliliktir… Ceram’m dediği gibi, “Binlerce yıl tek bir gün gibidir.” Zamanı dilimleyip param parça eden biziz… “Asır”mış, “yıl”mış, “ay”mış; “hafta”, “gün”, “saat”, “dakika”, “saniye”, “salise” vesaire vesaire… Zamanı dilim dilim, param parça etmenin ne anlamı var? Zaman, sürekliliği olan bir olgudur. “Geçmiş” dediğimiz şeyler de, aslında bu sürekliliğin parçalarıdır. Yani “geçmiş” gerçekte geçmiş değildir. Gerçekte “geçmiş” in geçmiş olması için unutulması lâzım; hattâ unutulması bile yetmez, geleceği hiç etkilememiş olması gerekir… Oysa geçmişimiz, yani dünümüz, hem günümüzü etkiliyor, hem de geleceğimizi… Etkilemekle de kalmıyor, çoğu kez yönlendiriyor. Geleceği etkilemeyen geçmiş yoktur… O zaman geçmiş de yoktur: Geçmiş sandığımız, bugündür aslında, gelecek de öyle… Her şey, her zaman aynı zaman diliminde iç içe yaşanmakta, sadece olaylar ve kişiler karışmasın diye zaman; çağlara, yıllara, aylara filan bölünmektedir… Şahsen ben zamanı sürekli yaşamaktan yanayım. Biraz gerçek, biraz rüya; biraz hikâye, biraz hayal, biraz masal… Bazen tek tek, bazen hepsi birden… Yaşayabildiklerimi bizzat yaşarım. İstediğim halde yaşayamadıklarım rüyama girer, ulaşamadıklarımı da hayal ederim… Diyeceksiniz ki, hayatı olduğu gibi yaşamaktan korkanlarla, istedikleri hayatı yaşama fırsatı bulamayanlar, kendilerine hayallerden, rüyalardan, masallardan yeni bir hayat kurup hayali hayat yaparlar. Tespitler haklı olabilir, haksız da olabilir: Fazla umurumda değil… Bana “insan” olarak “var” olmak yeter. İmza: Bu kitabı yazan adam Bir çocuk evde bilgisayarın tuşlarıyla oynuyor… Esmerden sarışın da kumral bir çocuk… Şişmancanm zayıfı, tombulun incesi… Sizin çocukluğunuz gibi. Önünde bir bilgisayar… Bilgisayar son sistem; çocuk da öyle.


Çocuk bilgisayarı açıyor… Bir kaç tuş darbesiyle internete çıkıyor… Sonra birkaç tuş darbesi daha: Amerika’ya gidiyor. Amerika’da ve dünyanın hemen her yerinde internet aracılığıyla tanıştığı, ama yüz yüze hiç gelmediği arkadaşları var… Çocuk o yaşta hepimizden çok insan tanıyor. Amerikalı arkadaşının internet şifresine bir soru giriyor: “Bil bakalım John, insan nedir?” John’dan hemen cevap geliyor: “İnsan düşünen hayvandır?” Çocuk soruyor: “Ya düşünmüyorsa?” Cevap: “O zaman düşünmeyen hayvan olur.” “Saçmalama John’cuğum!” “Niye?” “Babam düşündüğü için aylardır içerde. Bizim buralarda düşünmek yasaktır!” John inanamıyor: “Amma abarttın! Aslında düşünmemeyi yasaklamalı.” Yürek Seferi 7 I “Şimdi de sen abarttın!” “Peki senin insan yorumun ne?” İnsan hakkındaki düşüncelerini özetliyor, çocuk: “İnsan bence evrenin özü ve özetidir John, kendini ve çevresini okumasını bilen tek varlıktır.” “Bravo esmer arkadaşım, felsefe ha!” Tevazu gösteriyor çocuk: “Yok canım, galiba bir yerlerde okumuşum, aklıma geldi birden. Sen ne yapıyorsun?” “İyiyim, ya sen?” “Gerçek dünyanın gerçeklerinden bıkkınlık geldi, sanal dünyaya sığındım; tadını çıkarmaya çalışıyorum.” “Büyük sözler bunlar adamım, gerçekten iyi misin?” Gerçek, duvar gibi çarpıyor çocuğun suratına, inler gibi konuşuyor: “Değilim John, babam tutuklu, çok üzülüyorum.” “Niye tutuklanmış?” diye soruyor, merakla. “Bilebilsem… Oysa babam sadece bir yazar.” “Geçmiş olsun arkadaşım, çok üzüldüm.” “Sağol dostum, yine görüşürüz.” Başka bir tuşla Avustralya’ya gidiyor… Yurt dışında çalışan vatandaşlarımızın çocuklarından biri olan Gamze’nin sayfasına bir not geçiyor: “Bil bakalım Gamze, sevgi nedir?” Gamze tembelcedir sağolsun, cevap vermesi birkaç gün sürer. Beklemeden birkaç tuşla İngiltere’ye atlıyor… Şimdi İngiltere’de, arkadaşı Margaret’in sayfasında: “Margaret kardeş, güzelliği tarif edebilir misin?” Onu da beklemiyor, yine birkaç tuş darbesiyle Malezya’ya uçuyor… Sonra Almanya’ya, oradan Fransa’ya… g Yürek Seferi Yarım saat içinde sanal dünyayı dolaşıyor… Sonra saatler geçiyor… Kendine geldiğinde karnının acıktığını hissediyor. Her zamanki gibi annesine sesleniyor: “Acıktım anne; karnım zil çalıyor…” Annesi odanın kapısında beliriyor, gözleri kıp kırmızı, yanaklarında gözyaşı iziyle âdeta inliyor: “Biraz sabır oğlum.

” Çocuk bunun anlamını biliyor: Evde yiyecek bir şey kalmamıştır. “Tamam anne” diyor, annesini daha fazla üzmemek için. Ve annesi gider gitmez, masaya kapanıp ağlıyor. Hemen, şimdi büyümek istiyor: Büyüyüp çalışarak anacığma bakmak… Kalkıyor… Pencereye gidiyor… Karşı apartmanlara bakıyor… Pencerelerden birinde tüllerin arkasında bir gölge… Elinde bir kitap: Kur’an… Tüllerin arkasındaki gölge iki tarafa salınaraktan Kur’an okuyor. Çocuk tüm düşünce yasaklarını kırıp “insan”ı düşünüyor… O “insan”ı düşünüyor… Sen “insan”ı düşünüyorsun… Ben “insan”ı düşünüyorum. “Ben” ve “insan!” “İnsan” ve “ben!” ¦ ¦¦ Bir yerlerde bir telefon çalıyor… Bir yerlerde telefonlar çalıyor, çalıyor, çalıyor… Hiç kimse açmıyor… Yürek Seferi g Pinokyo yalan söyledi, burnu uzadı. Yine yalan söyledi, burnu yine uzadı. Pinokyo yalanlarına devam etti, burnu da uzamaya: Uzadı, uzadı, uzadı… Derken bir gün, Pinokyo’nun ayağı takıldı, düştü: Burnu kökünden kırıldı… Ondan sonra ne kadar yalan söylerse söylesin, Pinokyo’nun burnu bir daha uzamadı. Pinokyo da yalan söylemeye alıştı. Ben… Ben kim miyim? Ben “ben”im! Yok hayır, aslında ben “ben” değilim, “sen”im… Ya da “siz”im… Ya da hiçbirinizim… Belki ben “o” yum. Kısacası, ben “herkes”im, yahut “hiç kimse…” Belki “her şey”im, belki de “hiçbir şey!” Zaten “ben”liğin ne önemi var? Ne kadar kendi kimliğimizin ve benliğimizin üstüne titrersek titreyelim, genelde insanlar birbirine benzer. Aynı zaaflar, aynı beklentiler, aynı ihtiraslar, iştiyaklar, inatlar, baskılar, dalkavukluklar ve kimbilir daha neler neler? 10 Yürek Seferi Çoğumuz dürüst değiliz… Çoğumuzun içinde çok sayıda insan var: Bir yanımız doğru, bir yanımız yanlış; bir tarafımız sevap, bir tarafımız günah; bir tarafımız cesur, bir tarafımız korkak; bir tarafımız atılgan, bir tarafımız ürkek; bir tarafımız güçlü, bir tarafımız zayıf; bir tarafımız bonkör, bir tarafımız cimri… Yerine göre demokrat, yerine göre diktatör… Pek fark etmesek de biz, hepimiz, birbirimize oldukça benzeriz. Sonuçta herkes acıkır… Ama pek çoğumuz yiyebileceğimizden daha fazlasını isteriz. Daha iyi yemekler yemek, daha iyi evlerde oturmak, daha iyi otomobillere binmek… Daha çok başarmak, daha çok kazanmak, daha çok harcamak… Pek itiraf etmeyiz, ama çoğumuz “şöhret+servet= kudret” formülünü hayatımızın en üstün değeri olarak görürüz. Bu uğurda kimimiz kişiliğimizi, kimimiz kimliğimizi, hatta bazılarımız namus ve haysiyetimizi ayaklar altına alırız.

İnsanın bu yönü bilginleri hep düşündürmüştür. Bazıları “yaşama güdüsü” deyip normal bulmuş, ama bazıları “insanlıktan çıkış” addedip dünyevi beklentileri aşmayı “gerçek insanlığa ulaşmanın şartı” saymıştır. Bunlara göre “gerçek insan”, dünyayı aşıp dünyadan taşan insandır. “Gerçek” anlamda tüm dünyada kaç “insan” kaldığı sorusu da, tabii sorulmaya değer. Dünyada kaç “gerçek insan” kaldığını size söyleyemem. Fakat dünya gerçeklerinden biri olduğumu rahat rahat söyleyebilirim. Zaten “dünya gerçeği” nedir ki? Yürek Seferi 11 Gerçek, herkese göre değişir. Ben kendi gerçeğimi yaşarım: Biraz masal, biraz rüya, biraz hayal… Hayallerim, rüyalarım, hülyalarım, masallarım var… Bazen kral olurum, bazen başkan. Zaman zaman dünyaca ünlü bir sanatçı, zaman zaman her sözü dinlenen bir filozof. Bazen ruh, bazen melek, bazen sıradan biri: Herkes. İstikrarsızım: Diktatörlükten sıkılınca demokrat takılır, zenginlikten bıktım mı, yoksullukta neşe ararım. Bazen her şeyim, bazen hiçbir şey. Ama her vakit hiç kimseyim. Hiç kimse… Biraz sen, biraz o, biraz şu, biraz bu… Ne sen, ne o, ne şu, ne bu… Herkes… Ve hiç kimse. Ve hiçbir şey.

Ve rüyadaki adam: Ve hayallerdeki… Ve masallardaki… Ve romanlardaki… Geçmişte, gelecekteki: Her yerdeki, her şeydeki adam. 12 Yürek Seferi Kara Korsan ıssız adaya çıktı: Tüm hazinesini saatlerce seyretti… Sandık sandık altın, sandık sandık inci… “Bunlar ne işe yarar? “Gerçekte bunların ne önemi var?” diye düşündü; “Önemli olan insanların sevgisini kazanmak.” Tüm hazinesini gemiye yükletti, şehre götürdü. Fakir-fukaraya dağıttı. Bursa’da bir sonbahar günü… Elimde Samsonit çanta, sırtımda Pierre Cardin elbise, başımda Vakko şapka, ayaklarımda Benetton ayakkabı, boynumda Versage kravat… Ray-Ban marka gözlüklerimin koyu mavi görüntüsünde Orhan Gazi türbesine bakıyorum… Yakındaki bir çay ocağından İbrahim Tathses’in meşhur “Mavi mavi masmavi” türküsü geliyor… Mavi görüntümle bütünleştiği için bu tesadüfe gülüyorum. Sonra Orhan Gazf türbesinin basamaklarına oturmuş Kur’-an’a benzer bir şey okuyan yaşlı kadına soruyorum: “Türbeyle siz mi ilgileniyorsunuz?” Garip garip bakıyor kadın, tepeden tırnağa kadar da süzüyor beni… Bakışlarıyla yadırgıyor, yargılıyor, beni sanki Orhan Gazi’ye yakıştıramıyor. Beni yadırgamasının, yargılamasının sırrını çözmeye çalışıyorum: Bence bende hiçbir gariplik yok. Yürek Seferi 13 Kadın küçümser gibi bakıyor bu defa, konuşmaya bile tenezzül etmiyor, sadece eliyle “gir” işareti yapıyor. Ayaklarım dolaşıyor. Biraz ürküp çekinerek türbeye giriyorum. Etraf birden kararıyor… Gözlüklerimi çıkarınca türbenin karanlık değil, sadece loş olduğunu görebiliyorum. Sonra bu loşluğun, türbenin mimarı tarafından özellikle oluşturulduğunu, çünkü insana huzur verdiğini düşünüyorum. Kiliselerin de biraz loş tutulmasmdaki maksadın aynı olduğu kanaatine varıyorum. Çok kilise gezdim, ama ilk defa bir türbeye giriyorum. Bir türbenin içini ilk defa görüyorum.

“Şimdi bunları düşünmenin sırası değil.” Dikkatimi Orhan Gazi’nin sandukasına veriyorum… Üzerinde kadifeden bir örtü var. Okuyamadığım Arapça yazılar yazıyor. Örtünün ve sandukanın ötesini düşünüyorum. Birden Orhan Gazi’ye yakın olmak istiyorum. İçime ılık bir sevginin meltemi esiyor: Onu sevdiğimi hissediyorum… Kulağıma kendi sesim geliyor: “O benim dedem” diyorum. “Tarih, sürekli bir başlangıçtır diyen Thucydides haklı mı yoksa?” “Binlerce yıl, tek bir gün gibidir diyen Ceram haklı mı?” Sandukaya iyice yaklaşıp üzerine eğiliyorum… İçinde olmadığını bile bile sandukayı açıp Orhan Gazi ile buluşmak istiyorum… Acaba nasıl biriydi? Neler giyerdi? Ne yer, ne içer, nasıl yaşar, nasıl yazar, nasıl konuşurdu? 14 Yürek Seferi Aynı sürekliliğin parçaları olduğumuza göre, o bize benzer miydi? Ne kadar benzerdi? Bir soru beynime çakılıyor: “Ben ona ne kadar benziyorum?” Sahi: Onunla ne kadar uyum içindeyim? Kafam uğulduyor… Aynı bütünün içinde aynı sürekliliği zaman farkıyla paylaştığımıza göre her şeyimizle biraz olsun birbirimize benziyor olmalıyız. Herhalde o da benim gibi son moda takım elbise giyer, Ray-Ban gözlük takıp dünyaya mavi mavi bakardı! Karnını da belki Çin, yahut Fransız lokantasında doyururdu! Garip garip gülüyorum. Garip garip gülerken gözlerim birden sandukanın başındaki sarığa takılıyor… Ürperiyorum. Farkında olmadan elim basımdaki şapkaya gidiyor. Hâlâ kapıdaki yaşlı kadının beni neden yadırgadığını kestirmeye çalışıyorum. Naftalin kokusu genzimi yakıyor, gözlerimi nemlendiriyor. Ellerim kendiliğinden kalkıyor, avuçlarım kendiliğinden açılıyor, ruhuna bir Fatiha okumak istiyorum. Aynı zarhanda insanın içinden geldikçe Fatiha okumasının ne kadar rahatlatıcı olduğunu düşünüyorum… Fakat Orhan Gazi türbesinin başucunda dikilen ben, bir türlü rahatlayamıy oram… Çünkü Fatiha okumayı bilmiyorum. Naftalin kokusu genzimi daha çok yakıyor… Gözlerimin nemi damlalara dönüşüyor: Ağlıyorum.

Yürek Seferi 15 Türbeden çıkarken, yaşlı kadının bıraktığım yerde oturduğunu görüyorum. Hâlâ Kur’an okuyor. Eski surlara yönetiyorum… Yürüyor, yürüyorum… Dizlerim sızlıyor, soluklanma ciğerlerim dar geliyor… Nihayet… Bursa’ya karanlığın alacası inerken sur dibindeyim… Yorgunum: Samsonit çantamı yere koyup üstüne çömeliyo-rum. Ne Pierre Cardin takım umurumda, ne Samsonit çanta: Ben bu sur dibinde kendimi arıyorum. Bana modern olmayı öğrettiler… İyi giyinmeyi, iyi konuşmayı, karşımdakini etkilemeyi öğrettiler… Bana reklam yapmayı, mal satmayı, her şeyi pazarlamayı, hatta kibarca, usulüne uygun çalmayı öğrettiler… Bana öğrenmeyi öğretmediler! Kendimi yaşamayı öğretmediler bana! İnanmayı, güvenmeyi, düşünmeyi öğretmediler! İyi giyiniyor, iyi konuşuyor, muhataplarımı nasıl etkileyeceğimi, polisleri nasıl atlatacağımı, elimdeki malı nasıl satacağımı biliyorum… Bu kadar? İnsan üreten, tanıtan, satan, kazanan ve kazandıklarını tüketen bir varlık! “Tüketirken kendisi de tükenen bir varlık mı acaba?” Öyle ya: Ölüm var… Türbeler boşuna yapılmamış. Beynime korkunç bir soru saplanıyor: 16 Yürek Seferi “Yoksa ben ölü müyüm?” Oramı buramı elliyorum. Kendimi çimdikleyip acı duyarken, acı duymanın bile bin nimet olduğunu düşünüyorum. “Yok canım, yaşıyorum: Hayattayım.” Hayat nedir o zaman? “Ben kimim?” Biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Vakit ilerliyor. Surlarda karanlık koyulaşıyor. Karşıdaki cumbalı ahşap evin penceresinde ışık var: Bir adam sağa sola sallanıp ritm tutaraktan Kur’an okuyor. ¦ ¦ ¦ Bir yerlerde bir telefon çalıyor… Bir yerlerde telefonlar çalıyor, çalıyor, çalıyor… Hiç kimse açmıyor… ¦ ¦¦ Ay doğuyor. Surlar aydınlanıyor. Bulunduğum yerden Bursa’ya bakıyorum: Bursa, mehtaba yaslanmış, güzelliğini daha da efsunlaştıran mehtabın ılık okşayışlarına kendini bırakmış, uyuyor. Vakit gece yarısı: Nöbetteyim… Orhan Gazi’nin odasında ışık var.

Dalgın dalgın ışığa bakıyorum. Bakarken seviniyorum: “Şanlı Begümüz bizum içun çalışıyor. Şanlı Gazi yeni fetihlerimizi yazıyor.” O sırada gencecik bir asker geliyor nöbeti devralmaya. Ona Orhan Gazi’mizin odasını gösterip soruyorum: Yürek Seferi 17 “Şu ışıklı pancurun gerisinde kim var dersin koç yiğidim?” “Bilinmez ki” diyor, teklemeden. “Meraklısı ile sevdalısı bilir” diyorum hafif yollu büyüklene-rek, “ışıklı pancurun gerisinde Gazi Apamuz, Orhan Begümüz var. Ben geceler boyu nöbetini tutarım, penceresinde ışığın söndüğünü görmüşlüğüm yoktur. Şanlı Begümüz her gecesini ya ibadetle, ya okumayla, yahut yeni fetihler için düşünmeyle geçirir.” “Eyi” diyor, seviniyor. “Gözünü Şanh Gazi’mizin odasından ayırma. Duyulmuş ki, Urumça tekfurları bir olup, çok paralar virüp martoloslar tutmuşlar. Belli ki bunu dahi merak etmişliğin yoktur.” Boyun büküyor: “Duymadım. Acemiyim deye adam yerine koyup sır vermiyorlar.” “İşte ben verdim sırların en büyüğünü: Gayrı acemi değilsin.

Urumça martolosları nicedir etrafımızda dolanır dururlar. Gözünü dört açmazsan Beyimize zararları dokunabilir.” “Ne gibi?” diye soruyor saf saf. Gülüyorum: “Şanlı Begümüzün mübarek vücudunu ortadan kaldırmak gibi” diyorum. Ürküyor, acemi: “Allah esirgesin^’eliyor. ¦ . j.- “Amma sen de gözünü dört aç” diye perçinliyorum. Mehtabın ışığında uzayıp kısalan bir gölge fark edince mızrağımı ileri uzatıp bet bet sesleniyorum: “Dur! Kimsüüz?” Gölgenin başı aydınlık pencereye doğru kalkmışken bana dönüyor. Ay ışığında siyah sakalının çerçevelenişindeki hoşluğu fark edip Şehzade Süleyman Efendimiz olduğunu çıkarıyorum: 18 Yürek Seferi “Buyursunlar, Efendimiz.” Şehzade selâm veriyor…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir