Yukio Mişima – Bereket Denizi 3 – Şafak Tapınağı

Bangkok’un yağış mevsimiydi. Hava sürekli, ipince yağan bir yağmurla yüklüydü; yağmur damlaları çoğu kez parlak bir ışık demetinin içinde dans ediyordu. Göğün orasında burasında mavi delikler hiç eksik olmuyordu; bulutlar güneşin çevresinde en yoğun biçimde kümelendiğinde bile, çevrelerindeki göğün rengi göz kamaştıracak kadar maviydi. Yaklaşan bir fırtına öncesinde gökyüzü uğursuz, tehdit edici bir karanlığa bürünürdü. Fırtına habercisi bir gölge, yer yer palmiyelerle beneklenmiş, alçak damlı, yeşilin ağır bastığı kenti örterdi. Kentin adı Ayutthaya hanedanlığı zamanından kalmadır; zeytin ağaçlarının bolluğu yüzünden buraya ilkin bang, ‘kent’, kok, ‘zeytinler’ dendi. Eski zamanlardaki bir başka adıysa Krung Thep ya da ‘Melekler Kenti’dir. Deniz düzeyinden bir buçuk metre kadar yüksek olan başkentin taşımacılığı tam anlamıyla kanallara bağımlıdır. Toprak yığılarak yollar inşa edilirken, ister istemez kanallar ortaya çıkar. Bir ev yapmak için toprak kazıldığında hemen havuzcuklar oluşur. Bu gölcükler doğal olarak derelerle birleşir; dört bir yana akan bu ‘kanalların’ hepsi de, kent sakinlerinin teni gibi kahverengi bir ışıltıyla parlayan Menam’ın anasularına ulaşır. Kent merkezinde Avrupa tipi üç katlı, balkonlu yapılar ile yabancıların tekelindeki iki ya da üç katlı, çok sayıda tuğla yapı vardır. Bir zamanlar kentin en güzel yönlerinden biri olan ağaçların, otoyol yapılırken yol üstüne rastlayanları kesildi, bazı caddelerse kısmen asfaltlandı. Güneşin güçlü ışınlarını engelleyen mimoza ağaçları yollarda koyu gölge havuzcukları oluşturur, bu havuzcukları siyah matem tülleriyle örter. Sıcaktan pörsümüş yapraklar, şiddetli bir yağmurun ardından ansızın canlanır, tazelenerek başlarını kaldırırlar.


Varlıklılığı açısından bu kent, Çin’in güneyindeki kentleri andırır. İki kişilik, üç tekerli sayısız bisiklet-taksi yan ve arka perdeleri indirilmiş olarak durmaksızın gider, gelir. Bangkap yakınlarındaki çeltik tarlalarından gelen mandalar, sırtlarına tünemiş kargalarla birlikte bazan caddelerden geçirilir. Arasıra cüzzamlı bir dilencinin parlak teni, gölgede koyu bir leke gibi parlar. Oğlan çocukları ortalıkta neredeyse çırılçıplak koşuşturur, kızlarsa cinsel organlarını örten metal bir plaka takarlar. Sabah pazarında değişik meyveler, çiçekler satılır. Çin bankalarının önünde, bambu jaluziler gibi havada asılı duran, saf altından zincirler pırıl pırıl parlar. Ama akşam çökünce Bangkok artık aya, yıldızlarla dolu gökyüzüne kalır. Kendi elektrikleri olan otellerin dışında yalnızca varlıklı kişilere ait jeneratörlü evler sağda solda neşeyle ışıldar. İnsanlar daha çok, lamba ve muma başvurur. Irmak boyunca sıralanmış, hepsi de alçak olan evlerin Budist mihraplarında tek bir mum bütün gece boyunca yanar; bambu zeminli binaların derinliklerinde yalnızca Budist tasvirlerin yaldızı donuk donuk parlar. Heykelciklerin önünde kalın, kahverengi tütsü çubukları yanar. Karşı kıyıdaki evlerin mum ışıkları ırmağa yansır, bu hafif ışıklar arada bir geçen bir teknenin gölgesiyle kesilir. 1939’da, yani geçen yıl Siyam adını resmen değiştirip Tayland oldu. Bangkok’a Doğunun Venediği denmesinin nedeni, bu iki kent arasındaki herhangi bir dış benzerlik değildir; ne tasarım ne de büyüklük açısından kıyaslanabilirler.

Böyle denmesinin nedeni, her ikisinin de deniz taşımacılığı için çok sayıda kanala sahip olması, bir de pek çok kutsal yapıyı barındırmasıdır. Bangkok’ta yedi yüz tane tapınak vardır. Budist pagodaları [1] yeşillikler arasından yükselir, şafağın ilk ışığını onlar yakalar, akşam güneşinin ışınları en son onlara vurur; ışıkla birlikte çeşitli renklere bürünürler. On dokuzuncu yüzyılda 5. Rama Çulalongkorn tarafından yaptırılan Wat Bençamabopit, yani Mermer Tapınak, gösterişsiz bir yapı olmasına karşın en yeni ve kesinlikle en görkemli tapınaktır. Şimdiki hükümdar, 3. Rama ya da Kral Anada Mahidol 1935 yılında, on bir yaşındayken tahta çıktı, ama kısa süre sonra eğitimi için Lozan’a gitti; şimdi on yedi yaşında ve hâlâ orada, kendini derslerine adamış durumda. Yokluğunda, Başbakan Luang Phiboon bütün gücü eline geçirdi; geriye bir tek adı kalan parlamentonun tek işlevi öğüt vermek artık. İki kral naibi seçildi: Prens Açitto Apar yalnızca bir süs, oysa ikincisi, Prens Prude Panoma gerçek gücü elinde tutuyor. Kendini Budizme adamış olan Prens Açitto Apar boş zamanlarında tapınakları ziyaret ederdi. Bir akşam Mermer Tapınağa gitmek istediği açıklandı. Tapınak iki yanı Hakhon Pathom yolundaki mimoza ağaçlarıyla sınırlanmış bir derenin kıyısında yükseliyordu. Mermer Tapınağın Kimer tarzındaki, beyaz kristal alevlere benzeyen kanatları olan, bir çift taş atın koruduğu kızılımsı kahverengi kapıları açıktı. Giriş ile zümrüt yeşili, pırıltılı çimenliğin ortasına kurulmuş olan ana binanın arasında uzanan, iri kaldırım taşı döşenmiş, dümdüz yolun her iki yanında da kıvrık çatılı, klasik Java tarzında bir çift köşk vardı. Yemyeşil çimenlikte, yuvarlak budanmış mimoza ağaçları çiçeğe durmuştu; köşklerin saçaklarındaki şen, beyaz aslanların ayaklarının altından alevler fışkırıyordu.

Ana yapının tam önündeki, Hint mermerinden yapılmış beyaz sütunlar, kapı gözcüsü bir çift mermer aslan, Avrupa tipi alçak parmaklık, binanın yine mermerden yapılmış ön yüzü, batmakta olan güneşin göz kamaştırıcı ışınlarını yansıtıyor, sarı ve kırmızı renkteki zengin süslemeleri belirginleştiren, bembeyaz bir tuval oluşturuyordu. Sivri kemerli pencerelerin iç çerçeveleri kırmızıya boyanmış; yükselen, çerçeveleri yutan, şatafatlı, altın alevlerle çevrilmişti. Ön cephedeki beyaz sütunlar bile sütun başlıklarından ansızın fırlayan parlak sarı renkte, sarmal naga yılanlarıyla bezenmişti. Başlarını kaldırmış olan altın yılanlar, kat kat sıralanmış, kırmızı Çin tuğlasından yapılma, yukarıya kalkık çatıların sınır çizgilerine dizilmişti; her çatının sivri uçları, bir kadın ayakkabısının sivri topuğu gibi ince, altın bir yılan kuyruğu oluşturuyor, birbirleriyle yarışırcasına yukarıya, mavi göğe, ta gökkubbeye doğru yükseliyordu. Bunca altın güneşte yine de donuk donuk parlıyor, sivri çatılarda gezinen güvercinlerin aklığını arttırıyordu. Ancak ürkmüş beyaz kuşlar giderek kararan göğe doğru ansızın havalandıklarında, is parçacıkları gibi kapkaraydılar. Tapınağın süslemelerinde yinelenen altın alevlerin isi, kuş kesilmişti. Bahçede kule gibi yükselen palmiyeler şaşkınlıktan donakalmışa benziyordu; ormanlardaki su kaynaklarını andıran pınarlar yeşilliklerini gerilmiş yaylar gibi uzaklara, gökyüzüne doğru fırlatıyordu. Bitkiler, hayvanlar, taş, metal ve Hint kırmızısı uyum içinde birbirine karışmış, ışıkta oynaşıyordu. Girişi koruyan beyaz aslanların mermer kafaları bile ayçiçekleri gibi görünüyordu. Testere gibi tırtıklı, çekirdeğe benzeyen dişleri açık ağızlarını doldurmuştu; aslan suratları kızgın, beyaz birer ayçiçeğiydi. Prens Açitto Apar’ın beyaz Rolls Royce arabası kapının önüne yanaştı. Kırmızı üniformalar giymiş, Genç Erkekler Askeri Bandosu, köşklerin yanındaki çimenlikte yerini almış, esmer yanaklarını şişire şişire aletlerini çalıyordu. Boruların parlatılmış ağızları, parlak üniformalı gençleri en ince ayrıntılarına kadar yansıtmaktaydı. Hiçbir müzik aleti tropikal güneşe bundan daha uygun düşemezdi.

Beyaz fraklı, kırmızı kuşaklı bir uşak Prensi izliyor, çimen rengindeki bir güneş şemsiyesini bu soylu başın üstünde tutuyordu. Beyaz subay ceketinin göğsüne madalyalar dizilmiş olan Prens tapınağa mavi kuşaklı, elinde bağışlar tutan bir teşrifatçıyla, on kraliyet muhafızının eşliğinde girdi. Prensin ziyaretleri genellikle yirmi dakika kadar sürerdi. Bu sırada seyirciler çimenlerin üzerinde bekleşir, güneşten kızarırlardı. Uzaktan, iç bölümlerden bir Çin viyolünün sesi nefis bir şarkıyla birlikte duyuldu, şemsiyeyi taşıyan uşak girişe doğru ilerledi. Tepesine zarif, altın bir pagoda tutturulmuş olan şemsiyeyi omzuna kadar kaldırdı, keşişlerin başlıklarına benzeyen, kanatları enselerine kadar inen başlıklar takmış dört muhafız da taş basamaklara dizildi. Binanın görülemeyen iç kısmı öyle karanlıktı ki, içeride yanan mumların titrek ışıkları zar zor seçilebiliyordu. Sutra [2] söyleyen sesler birdenbire yükseldi, sonra tek bir zil sesiyle kesiliverdi. Uşak yeşil şemsiyeyi açtı, dışarıya çıkan Prensin başının üstünde saygıyla tuttu, muhafızlarsa kılıçlarını kaldırarak selama durdular. Prens kapıdan hızla geçti, Rolls Royce’una bindi. Prensin gidişini izleyenler bir süre sonra dağıldı, askeri bando gitti; tapınağı usul usul akşam sessizliği kapladı. Safran rengi giysili rahipler ırmak kıyısında geziniyor, kimisi kitap okuyor, kimisiyse sohbet ediyordu. Sararmış al çiçekler, çürümüş meyveler, karşı kıyıdaki mimozaları ve akşam göğündeki güzel bulutları yansıtan suda yüzüyordu. Güneş tapınağın ardına çekildi, çimenlik karardı. Sonunda, giderek solan akşam beyazlığını yalnızca mermer sütunlar, aslanlar ve tapınağın ön cephesi korur oldu.

* * * Wat Po. İnsan orada kendine yol açmak için, on sekizinci yüzyıl sonlarında yapılmış pagodalarda ve 1. Rama zamanında yapılmış olan anasalonda akan insan selini yarmak zorundadır. Alev alev yanan güneş. Masmavi gökyüzü: Ana galerinin kocaman, beyaz sütunları hâlâ ak bir filin bacakları gibi benek benek. Pagoda pürüzsüz cilası güneşi yansıtan, küçük porselen parçalarıyla bezenmiştir. Büyük, mor pagodada kiremit gibi döşenmiş mavi mozayikler vardır, ayrıca sayısız seramik parçasından oluşan mavimsi mor yüzeye binlerce sarı, kırmızı, beyaz yapraklı çiçek resmedilmiştir: Göğe doğru yükselen, seramikten bir İran halısı. Bir tarafta, yeşil bir pagoda var. Kara benekli pembe memeleri sarkmış, gebe bir köpek güneşin çekiciyle paramparça olmuş gibi, taş döşeli yolda sendeleyerek ilerliyor. Nirvana Salonunda, Şakyamuni’nin altın kaplama, dev heykeli uzanmış, altın kıvrımlı kütlesini mavi, yeşil, sarı, beyaz mozayikten, kutu biçimindeki bir yastıkta dinlendiriyor. Altın kolu, başını desteklemek için epeyce ileriye uzanmış, altın topuklarıysa loş salonun öteki ucunda parlıyor. Tabanlarının altı saf sedefle kaplı, gökkuşağının bütün renklerini yansıtan parlak deniz kabuklarıyla döşenmiş; siyah bir fon üzerindeki her dilimde Buda’nın yaşamından betimler var: Hepsi’ de şakayıklar, deniz kabukları, mihrap süslemeleri, bataklıklardan yükselen sivri kayalar, nilüferler, dansçılar, tuhaf kuşlar, aslanlar, beyaz filler, ejderler, atlar, turnalar, tavuskuşları, üç yelkenli gemiler, kaplanlar ve anka kuşlarıyla bezeli. Açık pencereler, cilalı pirinç levhalar gibi parlıyor. Donuk turuncu giysilere bürümüş, esmer geniş omuzları çıplak olan rahipler ıhlamur ağaçlarının altından geçiyor. Hava, tropikal bir hastalığa yakalanmış gibi.

Pırıl pırıl, yeşil mangrov ağaçları, havada yetişen köklerini pagodaların arasındaki durgun gölcüğe sarkıtmışlar. Güvercinler suyun ortasındaki, kayaları maviye boyanmış adalardan birine tünemiş, vakit öldürüyorlar. Kayanın yüzeyine kocaman bir kelebek resmedilmiş, tepedeyse küçük, uğursuz, siyah bir pagoda var. Kraliyet sarayının koruyucu tapınağı olan Wat Phra Keo’nun ünü içindeki o tek heykelden kaynaklanıyor: Zümrütten bir Buda heykeli. Bina, 1785’teki yapılışından bu yana hiçbir zarar görmemiş. Her iki yanda, yarı kadın yarı kuş, altın bir garuda, yaldızlı helezonlar halinde yükseliyor; mermer basamakların tepesinde yağmurdan parlıyor. Yeşil bordürlü, Çin kırmızısı çiniler ışıklı yağmurda her zamankinden de parlak. Mahamandapa’nın galeri duvarları, Ramayana’dan alınma öyküleri betimleyen resimlerle kaplı. Resimli öyküde, erdemli Rama’nın kendisi değil de, rüzgâr tanrısının alev gibi dalgalı kıvrımlarla süslü oğlu, maymun tanrı Hanuman görünüyor. O altın güzel, dişleri yasemin çiçeklerinden yapılma Sita, korkunç rakşasa kralı tarafından kaçırılıyor. Rama korkunç, kımıltısız gözleriyle pek çok savaşa girip çıkıyor. Rengârenk saraylar, maymun tanrılar, canavarların dövüşleri, Güney Çin Okulu ya da o loş, kasvetli Venedik manzaraları tarzında boyanmış dağların önünde yer alıyor. Karanlık paysage’ın üstünde gökkuşağının yedi rengini taşıyan bir tanrı, bir ankanın sırtına binmiş, süzülerek uçuyor. Altın giysili bir adam, kıpırtısız duran, üstü örtülü atını kamçılıyor. Başını sudan çıkarmış korkunç bir balık, köprünün üzerinde duran askerlere saldırmak üzere.

Uzakta soluk mavi bir göl görünüyor. Hanuman’a gelince; kılıcını kınından çekmiş, bir çalılığın ardına sinmiş, karanlık ormandan sessizce geçen, altın eğerli, beyaz bir ata çaktırmadan yaklaşıyor. “Bangkok’un gerçek adını biliyor musunuz?” “Hayır, bilmiyorum.” “Krung thep phra mahanakom amon latanakosin mahintara şiayutthaya mafma pop noppala raçatt hani prilom.” “Ne demek bütün bunlar?” “Çevirmek neredeyse olanaksız. Tayland adları tapınak süslemelerine benzer; gereksizce debdebeli, tumturaklı, sırf şatafat olsun diye şatafatlıdır. “Evet, krung thep kabaca ‘başkent’ demektir, pop noppala ise ‘dokuz renkli elmas’; raçatthani ‘büyük şehir’, prilom ise ‘zevkli’ anlamında bir şey. Abartılı ve gösterişli adlar seçip bir kolyedeki boncuklar gibi yan yana dizerler. “Krala basit bir ‘evet’ derken bile, ülkenin teşrifat kuralları sizi şöyle demeye zorlar: phrapout çao ka kollap promkan saikrao sai klamon, kabaca şöyle çevrilebilir: ‘Aciz ve itaatkâr kulunuz siz Majestelerine saygıyla boyun eğer.’ Honda, benekli Hint kamışı bir koltuğa rahatça yerleşmiş, kayıtsız bir neşeyle Hişikawa’nın sözlerini dinliyordu. İtsui Ürünleri Limited Şirketi bu ansiklopedik, ama biraz tuhaf ve sevimsiz -bir zamanlar sanatçı olduğu su götürmez- adamı çevirmenlik ve rehberlik yapması için Honda’ya göndermişti. Honda kırk altısına bastığı için, özellikle böyle sıcaktan kavrulan bir ülkede, işleri başkasına bırakmayı, kendisine karşı düşünceli bir davranış olarak görüyordu. Bangkok’a İtsui Ürünlerinin isteği üzerine gelmişti. Japon yasalarına dayanan ticari bir işlem kapandıktan sonra, yurtdışındaki alıcıyla bir anlaşmazlık çıkarsa, dava yabancı bir mahkemede görülse bile, davaya uluslararası sivil hukuka göre bakılır. Ayrıca yabancı avukatların hepsi Japon yasalarından habersizdir.

Bu tür davalara, içinden çıkılması güç Japon hukuk kurallarını o ülkenin avukatlarına açıklamak ve davanın bir karara bağlanmasına yardımcı olmak üzere bazı seçkin Japon danışmanlar davet edilir. İtsui Ürünleri, ocakta Tayland’a yüz bin sandık Calos marka ateş düşürücü ilaç ihraç etmişti. Bunlardan otuz bini rutubetten zarar görmüş, renkleri değişmiş, etkisini yitirmişti. Sandıklara tarih atılmış, belli bir süre sonra ilaçların etkisinde azalma görüleceği belirtilmişti, ama artık bunun önemi kalmamıştı, çünkü ilaçlar bozulmuştu. Bu tür sorunlar aslında, anlaşma hükümlerine uymamaya ilişkin yasaya başvurularak çözülürdü, ama alıcı dolandırıcılık davası açmıştı. Medeni Kanunun 715. maddesine göre İtsui Ürünleri, taşeron ilaç şirketince gönderilen mallardaki herhangi bir hatanın kefili olarak, tazminat ödeme sorumluluğunu elbette üzerine almalıydı. Ancak uluslararası medeni hukuku ilgilendiren bu tür konularda şirket, Honda gibi uzman bir Japon avukatın yardımı olmaksızın hiçbir şey yapamazdı. Honda’ya Oriental Otelde -yerliler Orienten Oten diyorlardı- Menam Irmağına bakan, nefis manzaralı bir oda ayrılmıştı. Tavandaki büyük, beyaz vantilatör odayı havalandırıyordu, ama gece çökünce en iyisi bahçeye, ırmak kıyısına inmek ve oradaki biraz daha serin esintilerden yararlanmaktı. Bu akşam, rehberlik etmek için gelmiş olan Hişikawa ile birlikte içkilerini yudumlarlarken Honda, rehberini dinlemeyi yeğledi. Üzerine bir yorgunluk çökmüştü; kaşık bile ağır geliyordu parmaklarına, konuşmaksa gümüş kaplama bir kaşığı kaldırmaktan çok daha yorucuydu. Güneş ırmağın karşı kıyısında, Wat Arun’un, yani Şafak Tapınağının arkasında batmaktaydı. Her şeyi kaplayan akşam kızıllığı, ufukta yükselen iki ya da üç sivri kulenin karaltısının dışında, dümdüz, kesintisizce uzanan Ton Buri Ormanının üstündeki engin göğü doldurmuştu. Orman örtüsü bir pamuk gibi kızıllığı emiyor, onu gerçek bir zümrüt rengine dönüştürüyordu.

Altı düz kayıklar geçiyor, kargalar sürüler halinde toplanıyor, ırmağın suları çürümüş gül rengini hâlâ koruyordu. “Bütün sanatlar akşam kızıllığına benzer,” dedi Hişikawa, düşüncesini belirtmeye her hazırlanışında yaptığı gibi, bir an susup sözlerinin dinleyicisinin üzerindeki etkisini tartarak. Bu suskunluk anları Honda’yı, Hişikawa’nın hiç kesilmeyen gevezeliklerinden bile daha çok sıkıyordu. Esmer Siyamlı yanakları, Siyamlı’ya hiç yakışmayan solgun benzi, gergin cildiyle Hişikawa’nın profili karşı kıyıdan gelen güneşin son ışıklarında parlıyordu. “Sanat, dev bir akşam kızıllığıdır,” diye yineledi. “O bir döneme ait, en iyi şeylerin yanık kahverengi bağışıdır. Günışığında serpilen en arı mantık bile akşam göğündeki anlamsız renk patlamasıyla yok olup gider; sonsuza kadar süreceği varsayılan tarih bile ansızın sonunun geldiğini ayrımsar. Artık güzellik herkes için vardır; insanca çabaların hepsini değersiz kılar. Akşam parıltısından, dalga dalga gelen akşam bulutlarından hemen önce ‘daha iyi bir geleceğe’ yönelik bütün zırvalıklar bir anda silinir gider. Geriye kalan, yalnızca şu andır; hava renk tarafından zehirlenmiştir. Peki ne başlamaktadır? Hiçbir şey. Her şey sona ermektedir. “Ortada madde filan yoktur. Gecenin kendine özgü yapısı vardır elbette; ölümün ve cansız varoluşun evrensel özü. Günün de kendi özü vardır; insanca olan her şey güne aittir.

“Ama akşam kızıllığının hiçbir maddesi yoktur. O bir şakadan, biçim, ışık ve rengin anlamsız, ama etkileyici bir şakasından başka bir şey değildir. Bakın… şu mor bulutlara bir bakın. Doğa, şu mor kadar cömert bir renk şölenini pek ender sunar. Akşam bulutları, bakışık olan her şeye karşı bir hakarettir, ama düzenin bu biçimde yok edilişi çok daha önemli bir başka şeyin çözülüşüyle yakından ilintilidir. Dingin, beyaz gündüz bulutu ahlâksal yüceliğe benzetilebilirse, o zaman bu şamatacı renklerin ahlâkla hiçbir ilgisi yoktur. “Sanatlar, sonun o en büyük görüntüsünü önceden haber verir; sonu her şeyden önce onlar hazırlar, biçimlendirir. Ağzının tadını bilen kişiler, iyi şaraplar, güzel biçimler, pahalı giysiler – insanların düşleyebileceği bütün aşırılıklar, sanatların içine tıkılmıştır. Bunlar biçimlenmeyi bekliyorlar: İnsan yaşamını bir anda yağmalayıp yok etmek için kullanılacak bir biçim. İşte bu biçim, akşam kızıllığıdır. Peki ne amaçla? Aslında hiçbir amaçla. “En ince şey, en küçük ayrıntı, en titiz estetik yargı -şu portakal rengindeki bulutlardan birinin, tanımlanması olanaksız ustalıktaki çizgilerinden söz ediyorum – geniş gökkubbenin evrenselliği ile bağıntılıdır; onun en gizli yönleri renkler yoluyla dışa vurulmuş, dıştaki yönleriyle birleşince de akşam kızıllığı olmuş. “Bir başka deyişle, akşam kızıllığı bir dışavurumdur. Dışavurum ise akşam kızıllığının tek işlevidir. “Onda insana özgü en küçük bir utangaçlık, neşe, öfke, hoşnutsuzluk bile tanrısal bir biçimde dile gelir.

Bu büyük işlem sırasında insanın genelde görülemeyen barsakları dışlaşır, barsakların rengi bütün gökyüzüne yayılır. En gizli sevecenlik ve yiğitlik, Weltschmerz [3] ile birleşir, sonunda acı, kısa ömürlü bir içki alemine dönüşür. İnsanların gün boyunca inatla yücelttiği sayısız mantık kırıntısı, gökkubbenin o engin, coşkusal patlamasının, tutkuların görülmeye değer boşalımının içine sürüklenir; insanlar bütün sistemlerin ne kadar abes olduğunu ayrımsar. Bir başka deyişle, her şey en çok on, ya da on beş dakikalığına dışa vurulur, sonra da biter. “Akşam kızıllığı çabuk geçer; uçarcasına. Belki o, dünyanın kanatlarını oluşturmaktadır. Bir sinek kuşunun çiçeklerden bal emmek için uçarken, gökkuşağının renklerini alan kanatları gibi, dünya da bize yükselebilme gücünü kısacık bir an için göstermektedir; akşam kızıllığında her şey esrimiş, kendinden geçmişçesine uçar… sonunda yere düşer ve ölür.” Honda, Hişikawa’nın söylediklerini yarım kulakla dinlerken karşı kıyı, ufukta belli belirsiz bir parıltı bırakarak yavaştan alacakaranlığa gömülmeye başlamıştı bile. Hişikawa bütün sanatların bir akşam kızıllığı olduğunu mu ileri sürmüştü? Peki ama, tam karşıdaki Şafak Tapınağı ne güne duruyordu? * * * Honda bir gün önce sabah erkenden, bir tekneyle ırmağın karşı kıyısına geçmiş ve Şafak Tapınağını ziyaret etmişti. Bu işi tam gün ağarırken, yani en uygun zamanda yapmıştı. Hava hala karanlıkçaydı, doğan güneşin ilk ışıklarını yalnızca pagodanın ucu yakalıyordu. Gerideki Thon Buri Ormanı kuşların keskin çığlıklarıyla doluydu. Yaklaşınca, pagodanın baştan aşağıya, kırmızı ya da mavi cilalı Çin porselenleriyle süslenmiş olduğunu ayrımsadı. Her kat bir parmaklıkla ötekilerden ayrılmıştı; ilk katın üzerindeki parmaklık kahverengi, ikincisi yeşil, üçüncüsü ise morumsu maviydi. Oraya yerleştirilmiş olan sayısız porselen çanak, çiçek desenleri oluşturuyordu: Sarı olanlar, çanak biçimindeki taç yaprakların çıktığı göbekleri simgeliyordu.

Kimisinin göbeğinde ters çevrilmiş, lavanta rengi şarap kadehleri vardı; rengârenk, altın çanaklarsa taç yapraklarını oluşturuyordu. Bu tür çiçekler bir zincir halinde binanın tepesine kadar yükseliyordu. Yaprakların hepsi çinidendi; zirveden aşağıya dört ana yönü gösteren, dört beyaz fildişi sarkıyordu. Pagodadaki gereksiz tekrarlar, şatafat neredeyse boğucuydu. Kat kat süse boğulmuş, zirveye doğru yükselen kule, rengi ve parıltısıyla insana, başının üstünde sayısız düş tabakası dolanıp duruyormuş gibi bir duygu veriyordu. Oldukça dik olan basamakların duvar eteklikleri kabartmalarla yoğun biçimde süslenmişti, her kat insan yüzlü kuş kabartmalarının üzerinde duruyordu. Bunlar her bir katı düş, umut, dua katmanlarının altında ezilmiş, başka katların da ağırlığını taşıyan, göğe doğru piramit gibi yükselen, çok renkli bir pagoda oluşturuyordu. Şafağın Menam Irmağına dökülen ilk ışıklarıyla birlikte on binlerce porselen parçacığı, ışığı yakalayan pek çok minik aynaya dönüştü: Karman çorman ışıldayan, kocaman, sedeften bir yapı. Pagoda uzun süre, güçlü bir sesle çınlayan bir sabah çanı olarak kullanıldı: Gündoğumunu yanıtlayan, tannan sesler. Hepsi de tıpkı şafağın kendisi gibi güzelliği, gücü ve patlamayı çağrıştırmak için yaratılmıştı. Menam Irmağına kırmızı kırmızı vuran uğursuz, sarımsı kahverengi sabah ışığına pagoda da parlak yansısını düşürüyor, bunaltıcı bir günün daha başladığını haber veriyordu. “Artık tapınaklar yeter. Bu gece sizi eğlenceli bir yere götüreceğim,” dedi Hişikawa. Honda dalgın dalgın, artık büsbütün karanlığa gömülmüş olan Şafak Tapınağına bakıyordu. “Wat Po’yu, Wat Phra Keo’yu gördünüz.

Üstelik Mermer Tapınağa gittiğinizde, Naibin ziyaretini görecek kadar da şanslıydınız. Dün sabah da Şafak Tapınağını gördünüz. İnsan meraklıysa tapınak ziyaretlerinin sonu gelmez, ama bana kalırsa siz yeterince tapınak gördünüz.” ”Hmmm, öyle galiba,” diye yanıtladı Honda, baştan savarcasına. Daldığı derin düşüncelerin yarıda kesilmesini istemiyordu. Aklı Kiyoaki’nin Düş Güncesindeydi; epeydir bir göz atmamış, yolculuk sırasında oyalanmak için okurum belki, diye düşünerek valizinin dibine atıp buraya getirmişti. Dayanılmaz sıcak, duyduğu yorgunlukla birleşince şu ana kadar buna fırsat bulamamıştı. Ancak çok uzun zaman önce okuduğu bir düşteki parlak, tropikal renkler bütün canlılığıyla gözlerinin önündeydi. Böylesine meşgul olduğu bir dönemde bu Tayland yolculuğunu kabul etmesinin nedeni, aslında iş değildi. Okul günlerinde, o en duyarlı olduğu çağda, Kiyoaki’nin sayesinde Siyamlı iki prensle tanışmış, Çantrapa’nın aşk öyküsünün acıklı sonuna ve Prens Pattanadid’in zümrüt yüzüğünün kayboluşuna tanık olmuştu. Honda yazgısının yalnızca gözlemlemek olduğunu kavrayınca çok bunalmıştı; belleğindeki puslu resmi sonunda güçlü, dayanıklı bir çerçeveye oturtabilmişti. Bir gün Siyam’ı ziyaret etmek zorunda olduğuna çok önceden, kesinkes karar vermişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir