Yukio Mişima – Bereket Denizi 4 – Meleğin Çürüyüşü

Açık denizdeki pus yüzünden uzaktaki gemiler kapkara görünüyordu. Yine de hava düne oranla daha duruydu. İzu Yarımadası’nın dağ sırtları seçilebiliyordu. Deniz bu mayıs ayında durgundu. Güneş ışığı güçlüydü, yalnızca küçük bulut kümeleri vardı; deniz masmaviydi. Minicik dalgalar kıyıya vuruyordu. Dalgacıkların karnı, dalga kırılmadan hemen önce tatsız bir bülbül rengine dönmüyordu; sanki içlerine her türlü pis yosun bir dikmişti. Denizin günbegün yinelenen çalkantısı, Hint destanında anlatılan süt denizinin her gün durmaksızın çalkalanmasına benziyordu. Belki de dünya bu çalkantının kesilmesine izin vermezdi. Bu çalkantıda, doğadaki bütün kötülükleri çağrıştıran bir şey vardı. Mayıs denizinin kabarışı, ışıklı noktalarının durmaksızın, sonu gelmez bir biçimde kıpırdayışı; sayısız, minicik iğne. Gökyüzünde uçan üç kuş bir an için tek bir kuşa dönüşmüş gibi göründü. Sonra dağılıverdiler. Birleşip ayrılmalarında doğaüstü bir yan vardı. Birbirlerinin kanatlarından çıkan yeli hissedecek kadar yakınlaşmalarının, sonra da aralarına bir kez daha o mavi boşluğu sokmalarının bir anlamı olmalıydı. Bazen yüreğimizde üç ülkü birleşir. Bacasında, üç yatay çizginin üzerinde yükselen bir dağ resmi bulunan küçük yük gemisinin siyah gövdesi, taşıdığı ağır yükün etkisiyle beklenmedik bir azamet, bir görkemlilik duygusu uyandırıyordu. Öğleden sonra ikide güneş bulutlardan örülmüş, incecik bir kozanın içine çekildi; bembeyaz parlayan bir kurtçuk gibi. Ufuk, denize kusursuzcasına uyan, mavi siyah, çelik bir çemberdi. Açık denizin bir yerinde beyaz bir dalga, apak bir kanat gibi bir an havalandı, sonra yeniden düştü. Peki ama anlamı neydi bunun? Olağanüstü bir belirti; belki de yüce bir kararsızlık? Gelgit usul usul başladı; dalgalar kabarıyor, toprak bu en güçlü saldırının karşısında öylece bekliyordu. Güneş bulutların ardındaydı; denizin yeşili nedense öfke dolu bir karanlığa dönüştü. Uzun, beyaz bir çizgi, tersyüz olmuş dev bir üçgenin içinde denizi doğudan batıya kesiyordu. Sanki eğilmiş, bükülmüş ve kendini düz yüzeyden kurtarmıştı; elle tutulacak kadar yakındı; yelpaze gibi açılan çizgiler doruğa yaklaştıkça siyahımsı yeşil bir denizin içinde yitip gittiler. Güneş yeniden göründü. Deniz beyaz ışığa bir kez daha usulca kucak açtı; güneybatıdan esen yelin verdiği bir komutla, deniz aslanlarının sırtlarını andıran sayısız gölge, kuzeydoğu ve kuzeybatıya doğru harekete geçti: Kıyıdan uzakta devinen, sayılamayacak kadar çok dalgadan oluşan bir sürüydü bu. Gökteki ay akıntıyı sıkı sıkıya denetliyordu. Atılmış pamuğa benzeyen bulutlar gökyüzünü yarı yarıya kapatmıştı; bulutların üst çizgisi güneşi tatlılıkla bölüyordu. İki balıkçı gemisi denize açılmaktaydı. İyice açıklarda bir yük gemisi vardı. Rüzgâr şiddetlenmişti. Bir balıkçı gemisi, bir törenin başlama işaretini verir gibi batıda göründü. Gösterişsiz, küçük bir gemiydi ama tekerleri de, bacakları da olmamasına karşın, uzun eteklerini sürüye sürüye, gururlu bir ağırbaşlılıkla ilerliyordu. Saat üçte pamuksu bulutlar inceldiler. Gökyüzünün güneyinde beyaz bir kumrunun kuyruğu gibi açılarak denize derin bir gölge düşürdüler. Deniz: Adı olmayan bir deniz, Akdeniz, Japon Denizi; Suruga Koyu tam karşısında uzanıyordu; yoğun, adsız, mutlak bir karmaşa “deniz” denilen şeyle yaptığı büyük savaşımdan sonra yakalanmıştı ve kendisine bir ad konulmasını kabul etmiyordu. Gökyüzü bulutlandıkça deniz surat asıp derin düşüncelere dalıyor, bülbül renkli incecik iğnelerle süsleniyordu. Dalga, bir gül dalıymışçasına dikenlerle kaplıydı. Usulcacık bir oluşumun gerçekleştiği, dikenlerde bile belirgindi. Denizin dikenleri yumuşaktı. Üç on. Görünürde hiç gemi yok. Çok tuhaf Engin evren tam anlamıyla ıssız. Bir tek martı kanadı bile görünmüyor. Sonra, batıda bir geminin hayaleti belirdi ve kayboldu. İzu Yarımadası’nı sis basmıştı. Yarımada bir süre için görünmez oldu. Yalnızca yitik bir yarımadanın hayaletiydi. Sonra büsbütün gözden yitti. Haritadaki düşsel bir yer olup çıktı. Gemilerle yarımada “varoluşun saçmalığına” ait şeylerdi artık. Bir görünüp bir yitiyorlardı. Aralarındaki ayrım neydi? Görünen şeyler var olan şeylerin toplamıysa, o zaman deniz salt sise gömülmediği sürece var demekti. Her an var olmaya can atıyordu. Bir tek gemi her şeyi değiştiriverdi. Bütün görüntü değişmişti. Bir gemi varoluşun olanca düzenini paramparça ederek ufukta belirdi. Bir feragat antlaşması imzalanmış, tahttan ve taçtan vazgeçilmişti. Koskoca bir evren fırlatılıp atılmıştı. Bir gemi, yokluğunu koruyan evreni fırlatıp atmak için ufukta görünmüştü. Denizin rengi bir andan ötekine farklılaşıyordu. Bulutlar değişiyordu. Bir gemi ortaya çıkmıştı. Neler oluyordu? Neydi bu olup bitenler? Her geçen dakika yeni bir değişimi getiriyordu. Üstelik, Krakatoa’daki patlamadan bile çok daha ciddi bir biçimde. Oysa kimse ayrımında değildi bunun. Varoluşun saçmalığına öyle alışmıştık ki. Bir evrenin yok oluşu, fazla önemsenecek bir şey değildi. Olup bitenler, sonu gelmeyen yeniden yapılanmanın, düzenlenmenin işaretleriydi. Uzaklarda çalınan bir çandan yayılan tınılar. Bir gemi ortaya çıkıyor ve çanı harekete geçiriyordu. Ses bir anda her şeye baskın çıkıyordu. Sesler denizde ardı kesilmeksizin sürüyor, çan durmaksızın çalıyordu. Bir varlık. Bunun bir gemi olması şart değildi. Kim bilir ne zaman görünecek olan bir tek ekşi portakal, çanı çalmaya yeterdi. Üç otuz. Suruga Koyu’ndaki o tek, ekşi portakal varoluşu simgeliyordu. Portakalın parlak, pütürlü kabuğu bir dalga tarafından yutuluyor, sonra yeniden görünüyor, durmaksızın kırpıştırılan bir göz gibi batıp çıkarak, kıyıya yakın dalgacıkları yararak yavaş yavaş doğuya doğru ilerliyor. Üç otuz beş. Batıda, Nagoya yönünde kocaman, siyah bir geminin iç karartıcı gövdesi belirdi. Tütsülenmiş somon balığına benzeyen güneş bulutların ardına çekilmişti. Toru Yasunaga otuzluk dürbünden uzaklaştı. Saat dörtte limana girmesi beklenen yük gemisi Tenro-marudan henüz hiçbir iz yoktu. Toru masasının başına döndü, masasının üzerindeki, Şimizu Taşımacılık’a ait notları dalgın dalgın karıştırdı. 2 Mayıs 1970, tarifesiz gemilerin yaklaşık varış saatleri. Tenro-maru, Japon bandıralı, saat on altıda. Taişo Gemicilik Şirketi. Acenta: Suzuiçi. Kalkış yeri: Yokohama. Palamar yeri: 4-5, Hinode Rıhtımı 2 Şigekuni Honda yetmiş altı yaşındaydı. Kansı Rié öldüğü için sık sık tek başına yolculuğa çıkıyordu. Onu fazla yormayacak, kolayca ulaşabileceği yerleri seçiyordu. Fuji’nin eteklerinde kalan Nihondaira Tepeleri’ne gitmiş, dönüşte Mio Korusu’na uğrayarak, büyük olasılıkla Orta Asya’dan getirilmiş, bir meleğin giysisine ait olduğu öne sürülen kumaş parçası türünden bazı değerli eşyalar görmüştü; daha sonra Sizuoka’ya doğru yola çıkınca, canı bir süre kumsalda yalnız kalmak istedi. Kodama Ekspresi buradan saatte üç kez geçiyordu. Honda’nın treni kaçırması sorun yaratmayacaktı. Tokyo’ya dönüş trenle bir saat kadar sürüyordu. Taksiyi durdurdu; bastonuna dayanarak Komagoe kumsalına doğru kırk metre kadar yürüdü. Denize bakarken kendi kendine bunun, on dördüncü yüzyılda İçijo Kanera tarafından meleklerin indiği nokta olarak tanımlanan Udo kumsalı olup olmadığını sordu. Aynı zamanda gençliğindeki Kamakura sahilini de düşünüyordu. Geri döndü. Kumsal sessizdi. Birkaç çocuk oyun oynuyor, birkaç balıkçı da oltayla avlanıyordu. Dikkatini denize verdiği için daha önce fark etmemişti; dalgakıranın hemen altına yapışmış olan pembe sarmaşığı ilk kez görüyordu. Dalgakıran boyunca uzanan kumda denizden esen yellerin devirdiği kocaman bir çöp kutusu vardı. Boş Coca-Cola şişeleri, konserve kutuları, boya tenekeleri, asla yok olmayan naylon torbalar, deterjan kutuları, tuğlalar, kemikler. Yaşamdan arta kalan süprüntüler bir çağlayan gibi kumsala dökülmüştü; sonsuzluğa direniyorlardı. Sonsuzluk ilk kez denizle karşılaşıyordu. Süprüntüler de tıpkı insanlar gibi sonlarıyla yüz yüze gelemiyorlardı, bunu en çirkin ve en iğrenç biçimde yapmak dışında. Toprak seti izleyen dağınık çamlardan, kırmızı deniz yıldızlarına benzeyen tomurcuklar fışkırmıştı. Çamların solunda küçük, dört taçyapraklı, beyaz çiçeklerle kaplı bir turp tarlası vardı. Bodur çamlar yolun kıyısını izliyordu. Bunun dışında görünen tek şey, göz alabildiğine uzanan çilek seralarıydı. Plastik sera örtülerinin altındaki dizi dizi çilekler, gür yaprakların arasından sürüngenler gibi taş teraslara uzanıyordu. Yaprakların testere ağzına benzeyen kıyılarına böcekler konmuştu. Sevimsiz, beyaz renkli sera örtüleri birbirlerinin üzerine yığılmışçasına uzanıyordu. Honda’nın gözüne -daha önce ayrımsamamıştı- seraların arasındaki küçük, kuleye benzeyen yapı ilişti. Taksinin beklediği otoyolun tam giriş noktasında, orantısız derecede yüksek, beton bir sahanlığın üzerinde iki katlı bir yapı yükseliyordu. Bir gözcü kulesine göre fazla uzun, bir işyerine göreyse fazla derme çatmaydı. Üç yanı neredeyse baştan başa camla kaplıydı. Honda meraklanmıştı; avluya benzeyen yere girdi. Kumun üzerine beyaz pencere çerçeveleri tam bir düzensizlikle yığılmıştı. Cam parçaları bulutları olduğu gibi yansıtıyordu. Honda yukarıya bakınca, ikinci kattaki camlardan birinde teleskop merceklerini andıran gölgeler gördü. Beton zeminden dışarıya iki tane kocaman, pas kırmızısı, demir boru uzanıyor ve toprağın altına girip gözden kayboluyordu. Honda bastığı yere dikkat ederek boruların arasından geçti, aşınmış taş basamakları tırmandı. Sığınağa çıkan demir merdivenin başına bir levha çakılmıştı. İngilizce TEİKOKU SİNYAL İSTASYONU yazısının altına Japoncası yazılmıştı: TEİKOKU SİNYAL VE HABERLEŞME ŞİRKETİ ŞİMİZU BÜROSU Varış, kalkış ve demirleme saatlerine ilişkin bilgiler Deniz kazalarınısaptama ve önleme hizmetleri Karadan denize haber iletme Denizdeki hava durumuna ait bilgi Gemileri karşılama ve uğurlama Gemiciliğe ilişkin her türlü hizmet Harflerin soyulmuş beyaz boyası, şurasının burasının silinmiş olması, şirketin adının eski tip harflerle yazılmış olması Honda’nın hoşuna gitmişti. Denizin kokusu, alt alta sıralanmış işlevlerin, hizmetlerin arasından rahatça, hiç engellenmeksizin geçip içeri doluyordu. Honda başını kaldırıp merdivene baktı. Etraf sessizdi. Aşağıda, arkada kalan, kuzeybatıya doğru uzanan otoyolun ve yeni, mavi kiremitli çatıların üzerindeki ışıltılı flamaların ve fırıldakların göründüğü kasabanın ötesinde Şimizu Limanı’na ait binalar vardı; karada birbirini kesen, çapraz vinçler, gemilerdeyse maçunalar; beyaz depolar, kara barakalar, denizden esen yellerin cilaladığı, kat kat boyanmış bacalar, kıyıya bağlanmış kocaman bir kütle; bir başka kocaman kütleyse pek çok denize yaptığı yolculuktan yeni dönüyor. Limanın düzeneği bütün çıplaklığıyla ortadaydı; önceden saptanmış bir noktada toplanmış olan bu düzenek insanın gözlerini kamaştırıyordu. Bu parıltıysa denizin derisini paramparça ediyordu. Fuji, eteklerindeki tepelerden oldukça yüksekti. Görünen tek yeri zirvesiydi; büyük, keskin çizgileri belirgin, beyaz bir kaya parçası bulutların belirsizliğinin arasından gökyüzüne fırlamıştı sanki. Honda bakmak için durdu. 3 Beton sahanlık bir su deposuydu. Bir kuyudan pompalanan su bu deponun içine doluyor ve çilekleri sulamak için burada biriktiriliyordu. Teikoku Sinyal Şirketi bu sahanlıktan yararlanılabileceğini kestirmiş, üzerine tahta bir korunak yaptırmıştı. Batıdaki Nagoya’dan, doğudaki Yokohama’dan gelen gemileri gözlemek için son derece elverişli bir noktaydı. Burada, sekiz saatlik sürelerle dört sinyalci çalışırdı. Ancak biri epeydir hastaydı, öteki üçü yirmi dört saatlik görevi sırayla bölüşüyordu. İlk kat, kentteki merkezden arada bir buraya gelen şefin çalışma odasıydı. Üç sinyalci ise ikinci kattaki çıplak zeminli, on iki metrekarelik, üç yanı camla çevrili odayı paylaşıyorlardı. Pencerelerden birinin önüne yerleştirilmiş olan masa her üç yanı da görüyordu. Güneydeki pencerenin önünde, limanın doğusunu gören on beşlik bir dürbün vardı; güneydoğuya bakan köşedeyse gece haberleşmelerinde kullanılan, bir kilovat gücünde bir projektör. Odanın güneybatı köşesinde, üzerinde iki telefonun durduğu bir masa, bir kitap rafı, haritaların, işaret bayraklarının dizildiği yüksek raflar, kuzeybatıda ise içinde bir dolap bulunan bir mutfakla açılır kapanır bir yatak vardı; odadaki bütün eşya buydu. Doğudaki pencerenin tam önünde çelik bir telgraf direği yükseliyor, porselen fıncanları bulutların rengini yineliyordu. Kumsala doğru uzanan telgraf teli orada ikinci bir direkle birleşiyordu. Sonra kuzeydoğuya dönerek yoluna devam ediyor, sahili izleyen gümüş direkler gittikçe küçülerek Şimizu Limanı’na ulaşıyordu. Buradan bakıldığında, üçüncü telgraf direğinin önemli bir işlevi vardı. Limana giren bir geminin üçüncü direği geçtiğini gören biri, geminin rıhtımların bulunduğu 3-G havuzuna yaklaştığını anlıyordu. Gemileri hâlâ çıplak gözle bakarak tanıyorlardı. Gemilerin hızını taşıdıkları yükle akıntılar belirlediği sürece, gemiler zamanından önce ya da geç gelmeyi sürdürecekler; karşılama törenlerindense on dokuzuncu yüzyıla özgü belli bir romantizm eksik olmayacak. Gümrük ve karantina görevlilerini, yükleme ve boşaltma işçilerini, kılavuzu, çamaşırhanede çalışanları, erzak sorumlularını uyarmak, hoş geldin bayraklarını ne zaman kaldıracaklarını bildirmek için çok daha keskin gözlemlere gerek vardı. Bundan da gerekli olan bir başka şeyse, aynı anda limana giren ve sonuncu palamar yeri için kapışan iki gemiden hangisine öncelik tanıyacağı konusunda liman hakemine yardımcı olmaktı. İşte Toru’nun görevi buydu. Epeyce iri bir gemi göründü. Ufuk çoktan kararmıştı; geminin çıkış yerini saptamak için hızlı, iyi eğitilmiş bir göz gerekiyordu. Toru teleskobun başına geçti. Yaz ya da kış ortasında bulutsuz bir günde, bir geminin ufkun yüksek eşiğini ansızın geçtiği bir an vardır; oysa yaz başlarındaki puslu havalarda bir geminin ortaya çıkışı parça parça gerçekleşir. Ufuk uzun, beyaz, sırılsıklam bir yastığa benzer. Siyah yük gemisi, 4.780 tonluk Tenro-maru kadar büyüktü, kaptan köprüsü de Toru’nun elindeki kayıtlara uyuyordu. Dümen suyu da tıpkı köprüsü kadar beyaz ve temizdi. Üç tane sarı maçunası vardı. Siyah bacaların üzerindeki o yuvarlak, kırmızı işaret de neyin nesiydi? Toru gözlerini kıstı: “Geniş” anlamına gelen, kırmızı bir daireyle çevrilmiş tai harfini güçbela seçti. Geminin Taişo Gemicilik’e ait olduğuna hiç kuşku yoktu. Bu arada gemi, on iki millik hızını kesmeksizin ilerliyordu, teleskobun görüş alanından her an çıkabilirdi. Yuvarlak bir pencerenin önünden uçarak geçen bir sineğe benziyordu. Toru geminin adını hâlâ seçememişti. Üç harfli olduğundan emindi ama; içgüdüleri ona ilk harfin “cennet” anlamına gelen ten olduğunu söylüyordu. Masasına dönüp acenteye telefon etti. “Merhaba. Burası Teikoku Sinyal. Tenro-maru’yu karşılamaya hazırlanın. Telgraf direğini az önce geçti. Yükümü?” Gemiyi kırmızı ve siyah olarak ikiye ayıran su çizgisi Toru’nun gözlerinin önünde belirdi. “Galiba yarısına kadar dolu. Kılavuzlar denize ne zaman açılacak? Beşte mi?” Böylece bir saat kazanmış oluyordu. Daha haber verilmesi gereken bir sürü yer vardı. Toru masayla teleskop arasında hızlı hızlı gidip gelerek on beş kadar telefon görüşmesi yaptı. Kılavuz istasyonu. Şunya-maru adlı römorkör. Kılavuz kaptanın evi. Erzak sağlayanlar. Liman Devriyesi. Bir kez daha acente. Liman Denetleme Bürosu’nun Liman Yönetim Bölümü. Yükü tartacak olan İstatistik Dairesi. Sevkiyat Müdürlüğü. “Tenro-maru limana girmek üzere. Hinode; dördü beş geçiyor. Lütfen iletin.” Tenro-maru üçüncü telgraf direğine varmıştı bile. Kıyıda titreşen ısı dalgaları geçen geminin dış çizgilerini bozuyordu. “Alo? Tenro-maru 3-G’ye giriyor.” “Alo? Burası Teikoku Sinyal. Tenro-maru 3-G’de.” “Alo, gümrük mü? Polisi bağlar mısınız lütfen. Tenro-maru 3-G’ye girdi.” “Alo? Tenro-maru 3-G’de. Saat on altı on beş.” “Alo? Tenro-maru beş dakika önce demirledi.” Yurtdışından değil de Nagoya ya da Yokohama’dan gelen gemiler ay sonunda, ay başına oranla çok daha sıklaşırdı. Yokohama yüz on beş deniz mili uzaklıktaydı; on iki mil hız yapan bir gemi için dokuz buçuk saatlik bir yol. Bir sonraki geminin gelmesine daha bir saat vardı; Toru’nun oturup denizi seyretmekten başka yapacak işi kalmamıştı. Keelung’dan yola çıkan, akşam dokuzda burada olması beklenen Niço-maru’dan başka gemi beklenmiyordu. Toru telefon görüşmelerini bitirdikten sonra her zaman biraz hüzünlenirdi. Liman birdenbire canlanmıştı. Bu canlılığı yalıtılmış bir uzaklıktan izlerken bir sigara yaktı. Aslında sigara içmemeliydi. On altı yaşındaki oğlanı ağzında sigarayla gören şef onu bir güzel paylamıştı. Ama sonraları vazgeçmişti. Görmezden gelmenin en etkili yöntem olduğuna inanıyordu besbelli. Toru’nun solgun, ince çizgili yüzünde buz gibi bir anlam vardı. Bu yüzde ne bir duygu okunuyordu ne sevecenlik ne de hüzün.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir