Lawrence Durrell – İskenderiye Dörtlüsü #1 – Justine

Deniz bugün yine kabardı; coşturucu bir rüzgâr. Kış ortasında ilkbahar belirtileri görülüyor. Öğleye değin sıcak, soyulmuş inci benzeri bir gökyüzü, köşe bucak gizlenmiş cırcırböcekleri, şimdi de büyük düzlüklerin içini deşen, yağmalayan bir rüzgâr… Yanımda birkaç kitap ve çocukla bu adaya sığındım — Melissa’nın çocuğu. «Sığınmak» sözcüğünü neden kullandım bilmiyorum. Buralılar, yarı şaka yarı ciddi, böylesine ıssız bir yeri ancak hasta bir adamın seçeceğini söylüyorlar, sağlığına yeniden kavuşmak için. Eh, dedikleri gibi olsun, ben de buraya iyileşmeye geldim… Geceleri rüzgârın uğultusunu yankılayan ocağın yanındaki tahta yatağında çocuk sessizce uyurken bir lamba yakar, dostlarımı — Justine’i, Nessim’i, Melissa’yı, Balthazar’ı — düşünerek gezinirim. Belleğin demir zincirini halka halka geriye doğru izleyerek çok kısa bir süre birlikte oturduğumuz o kente dönerim, bizi kendine bitki örtüsü yapmış, ruhumuza, kendimizin sandığımız çatışmalarını ekmiş olan kente. Sevgili İskenderiye! Onu anlamak için ondan bunca uzaklaşmam gerekiyormuş demek! Sığırtmaç yıldızının her gece karanlıktan kurtardığı, yaz öğle sonlarının o kireçli tozundan uzak bu kıraç dağlık burunda yaşarken geçmişte olanlardan hiçbirimizin sorumlu tutulamayacağımızı yavaş yavaş anlıyorum. Bedelini ödemek biz çocuklarına düşse de yargılanması gereken bu kentin kendisidir. Peki, nedir bizim dediğimiz bu kent? Neler gizlidir İskenderiye sözcüğünde? Tozların savrulduğu binlerce sokak birden aydınlanıyor zihnimde. Sinekler ve dilenciler, onların elinde kent bugün — bir de bu ikisi arasında bir yerde varlıklarını sürdürenlerin. Beş insan soyu, beş dil, bir düzine din; liman ağzındaki setin gerisinde kendi yağlı yansımaları arasından sefere çıkan beş filo. Beşten fazla cinsellik var ama galiba bunları birbirinden ayırt eden sözcüklere yalnızca halkın konuştuğu, demotik Yunancada rastlanıyor. Burada bulunabilecek cinsel azığın çeşitliliği, bolluğu insanı şaşırtır. Ama hiç kimse buranın doygun bir yer olduğunu sanma yanılgısına düşmez.


Helen dünyasının simgesel âşıklarının yerini burada başka bir şey almıştır, çok güç anlaşılır bir çifteşeylilik, kendine dönük bir şey. Doğu dünyası gövdenin tatlı anarşisinden tat almaz, çünkü o, gövdeyi aşmıştır. Bir keresinde Nessim, İskenderiye’nin şarap cenderesi gibi, büyük bir aşk cenderesi olduğunu, cenderenin öte ucundan çıkanların ya hasta ya yalnız insanlar ya da peygamberler — yani cinsellikleri çokça yaralanmış kişiler — olduklarını söylemişti, belki de bir yerden alıntı yapmıştı. Doğa görünümü renkleri üzerine notlar… Uzayıp giden renk uyumları. Limon kokuları arasından süzülen ışık. Tuğla tozuyla, hoş kokulu tuğla tozuyla dolu bir hava, suyla söndürülmüş kızgın kaldırımların kokusuyla. Hafif, ıslak bulutlar, sonları toprak, ama yağmur ummayın pek. Bu fon üzerine, toz-kırmızısı, toz-yeşili, tebeşir-moru ve sulandırılmış fesrengi fışkırtın. Yazın denizin nemi hafifçe verniklerdi havayı. Bir zamk örtüsü altındaydı her şey. Ve sonra güzün kuru titrek havası, elektrikli, biber gibi yakıcı, hafif giysilere karşın gövdeyi alev alev tutuşturan. Dirilen et, kendi hapishanesinin parmaklıklarını sınayan. Sarhoş bir orospu geceleyin karanlık bir sokakta yürür, taç yaprağı gibi dökülür küçük ezgiler ağzından. Antuan’ı bu sevdiği kente sonsuza dek teslim olmaya razı eden büyük senfoninin baş döndürücü nağmeleri bunlar mıydı? Genç, ekşi gövdeler kendilerine bir çıplaklık ortağı aramaya başlarlar, kentin yaşlı ozanıyla 1 birlikte Balthazar’ın sık sık gittiği kahvelerde oğlanlar gaz lâmbalarının altında tavla oynarken öfkelenir — böylesine romantiklikten uzak, böylesine güvenilmez — bu kuru çöl rüzgârından rahatsız olarak huzursuzlanır, içeriye giren her yabancıya dönüp bakarlar. Soluk almakta güçlük çeker, her bir yaz öpücüğünde sönmemiş kireç tadı bulurlar.

Bu kenti zihnimde yeni baştan kurmak için buraya gelmem gerekiyordu — yaşlı adamın 2 yaşamının «kara yıkıntıları»yla dolu gördüğü bu yürek karartıcı taşraya. İyot renkli Mazarita meidan’ını delip geçerken metal rayları titreten tramvayların takırtısı. Altın renkli fosforlu magnezyum kâğıdı. Sık sık onunla burada buluşurduk. Yazın burada renkli, küçük bir tezgâh olurdu, üstünde de, onun çok sevdiği karpuz dilimleri, renk renk su dondurmaları. Her zaman çok doğal olarak birkaç dakika geç kalırdı — belki de, kafamdan uzaklaştırmaya çalıştığım karartılmış bir odadaki buluşmanın tazeliğiyle gelirdi ama dudaklarıma susuz bir yaz gibi kapanan ağzının açılmış taç yaprakları öylesine diri, öylesine körpeydi ki. Yanından geldiği adam belki de hâlâ onu düşünüyor, anısını yineliyor olabilirdi: Gövdesi o adamın öpücüklerinin çiçek tozlarıyla kaplı olabilirdi. Ama bunun pek önemi kalmıyordu, giz diye bir şey tanımayanların o kötülüksüz gülümseyişiyle koluma yaslanan yaratığın yumuşak ağırlığını duyunca. Orada olmak güzeldi, acemi, biraz da sıkılgan, birbirimizden ne istediğimizi bildiğimiz için hızlı hızlı soluyarak. Vicdanda oyalanmadan dosdoğru et dudaklardan, gözlerden, su dondurmalarından, renkli tezgâhtan geçen iletiler. Küçük parmaklarımız birbirine kenetli, kentin bir parçası, kâfuru kokulu öğle sonrasını içerek orada kaygısızca dikilmek… Bu gece kâğıtlarıma göz atıyordum. Kimileri mutfakta kullanılmış, kimilerini de çocuk parçalamış. Normal dünyanın sanat yapılarına karşı gösterdiği kayıtsızlıktan doğan böyle bir sansür hoşuma gidiyor — bende de başlamış bir kayıtsızlık bu. Sonuçta karanlık bir halicin sıcak kumlarında bir mumya gibi gömülü yatan Melissa’ya bir iğretilemenin ne yararı dokunur? Ancak özenle sakladığım kâğıtlar Justine’in o üç çiltlik günlüğü, bir de Nessim’in çılgınlıklarının yazılı olduğu defter. Ben ayrılırken Nessim onları görmüş, başını sallayarak şöyle demişti: — Al, al oku.

Onlarda bizimle ilgili pek çok şey bulacaksın. Benim yapmak zorunda olduğum gibi senin de hiç çekinmeden Justine’in imgesini yaşatmana yararları dokunur. Bu konuşma Justine’in ölümünden sonra Yazlık Saray’da geçmişti, o zamanlar Nessim hâlâ onun kendisine döneceğine inanıyordu. Sık sık, hem de hiç korku duymadan Nessim’in Justine’e olan aşkını düşünüyordum. Bundan, daha kavrayıcı, kendi içinde bundan daha sağlam temellere dayanan bir şey olamazdı. Âşıklardan çok ermişlerde rastlanabilecek o tatlı yaralar, onun mutsuzluğunu bir tür esrimeyle renklendiriyordu. Oysa bir nebze mizah onu bu korkunç derin acıdan kurtarabilirdi, Eleştirmek kolaydır, biliyorum. Biliyorum. Bu kış gecelerinin derin sessizliğinde bir tek saat var: Deniz. Onun zihinde süren bulanık salımımının fügü üzerine yazıldı bu satırlar. Kendi yaralarını yalayan, delta ağızlarında somurtan, o ıssız plajlarda fokurdayan deniz suyunun boş ahengi — boşuna, martıların altında her zaman boşuna: Gri üzerine ak yazı, bulutların ağızlarında çiğnenen. Buralara bir yelkenimin yolu düşse kara onu gölgesiyle korumadan önce yok olur gider. Kötü havanın kemirdiği suların mavi karnına çakılı en son kabuk, adaların girişlerine denizin yığdığı döküntüler… gitmiş! Her gün evi temizlemek için katırla köyden geten buruşuk suratlı yaşlı köylü de olmasa çocukla ben çok yalnızız. Tanımadığı bir çevrede çocuk çok mutlu, çok canlı. Henüz adını koymadım.

Ama Justine olacak elbette — başka ne olabilir? Bana gelince, ne mutluyum ne de mutsuz; anıların puslu karışımının içinde bir saç teli ya da bir tüy gibi uzanmış yatıyorum. Sanatın yararsızlığından söz ettim ama avundurucu yönleri, üstüne doğru bir şey eklemedim. Beynim ve yüreğimle yaptığım bu işin avuntusu da şu: Ancak orada, ressamın ya da yazarın sessizliklerinde gerçeklik, yeniden düzenlenebilir, yeniden yoğurulup önemli yanıyla sergilenebilir. Aslında gündelik eylemlerimiz, altın sırmalı ipek üzerine giyilmiş çuval bezinden bir giysi gibidir — derindeki anlamı gizler. Bir sanatçı, sanatı aracılığıyla gündelik yaşamda kendisini yaralamış, yenilgiye uğratmış şeylerle mutlu bir uzlaşmaya varabilir; sıradan insanların yapmaya çalıştıkları gibi alın yazısından kaçmak için değil, imgelem aracılığıyla, onu daha tam ve daha uygun biçimde gerçekleştirmek için. Yoksa neden incitelim birbirimizi? Hayır benim aradığım ve belki de bir gün bana bağışlanacak olan mağfiret ne Melissa’nın parlak dost gözlerinde ne de Justine’in kara, koyu bakışlarında bulacağım bir şeydir. Hepimizin yolları ayrıldı artık; ama olgunluk dönemimde uğradığım bu ilk büyük yıkımda yaşamımın ve sanatımın sınırlarının onların anısıyla ölçüsüz derecede derinleştiğini duyumsuyorum. Düşüncemde yeniden ulaşıyorum onlara; sanki yalnızca burada, denize tepeden bakan şu zeytin ağacının altındaki tahta masada hak ettiklerince zenginleştirebilirim onları. Bu satırlar, kendilerine canlı örneklik etmiş kişilerden — onları insan belleğinin yumuşak dokularının içine ören soluklarından, tenlerinden, seslerinden bir şeyler almış olsun. Acının sanata dönüşeceği ana kadar yeniden yaşamalarını istiyorum… Belki de boşuna bir girişimdir böylesi, bilemem. Ama denemeliyim. Bugün çocukla birlikte ocağın taşlarını ördük, çalışırken alçak sesle konuşarak. Sanki yalnızmışım, kendi kendimle konuşuyormuşum gibi konuşuyorum onunla. Bana kendisinin uydurduğu görkemli bir dille yanıtlar veriyor. Bu adadaki geleneğe uyup Cohen ‘in Melissa’ya aldığı yüzükleri ocağın tabanına gömdük.

Evde yaşayanlara şans getirirmiş. Justine’e rastladığım zaman hemen hemen mutlu bir insandım. Melissa’yla aramda ansızın bir kapı açılmıştı — umulmadık, hiç hak edilmemiş olduğu için daha az olağanüstü olmayan bir yakınlık başladı. Bütün benciller gibi ben de yalnız yaşayamam; gerçekten de bekârlığın son yılı beni hasta etmişti — ev işlerindeki beceriksizliğim, yiyecek, giyecek, para konularındaki onulmazlığım, büsbütün umut kırıcıydı. Beni hasta eden bir şey daha varsa, o da o tarihlerde oturduğum evin, hamamböceklerinin uğrağı olmuş odalarıydı. Berberi hizmetçi tek gözlü Hamid uğraşıyordu onlarla.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir