Lawrence Durrell – İskenderiye Dörtlüsü #3 – Mountolive

Geleceği son derece parlak küçük bir görevli olarak Arapça’sını ilerletmek üzere bir yıllığına Mısır’a gönderilmişti; orada ilk diplomatik görevine atanmayı beklerken kendisini bir tür yazıcı sıfatıyla Yüksek Komisyon’da çalışırken buldu; ama ilerideki görevinin tam anlamıyla ayırdında, sanki elçiliğin genç bir sekreteriymiş gibi davranıyordu. Ancak şu sıralar sakıngan durmak her zamankinden daha zordu, çünkü balık avı çok heyecanlı olmaya başlamıştı. Zaten kırışmış olan tenis pantolonunun, kolejli ceketinin daha da kırışmasına, taban tahtalarının arasından taşan sintine suyunun bembeyaz lastik ayakkabılarının burnunu kara bir yama gibi lekelemesine gerçekten de hiç aldırdığı yoktu. İnsan Mısır’da hep böyle kendisini koyuverirdi. Onu İskenderiye yakınlarındaki Hosnani topraklarına, göller ağının üstüne kurulmuş, dört yöne düzensizce yayılan eski zaman evine getiren o rasgele tanıtma mektubuna bin teşekkür ediyordu. Evet. Şu anda içinde bulunduğu altı düz sandal, dalyanın kara kamış çubuklarla işaretlenmiş av bölgesini giderek çember içine alan sandalların büyük yarı dairesinde yerini almak üzere küçük küçük dürtüklemelerle çamurlu suda burnunu doğuya veriyordu. Küçük sırık hareketleriyle daire olurlarken hava kararmıştı — birden her şey altın-menekşe rengi zemin üzerinde yarı kabartma gibi görünmeye başladı. Leylâk rengi son aydınlıkta, toprak duvar halısı gibi koyulaştı, gölden yükselen nem dolayısıyla sağda solda su serapları titreşiyordu. İnsan, yok olmanın eşiğinde titreyen bir sabun köpüğünde bütün dünyanın yansıdığı sanısına kapılırdı. Suyun ötelerinden gelen sesler de öyle, bir yükseliyor, bir alçalıyor, saydamlaşıyordu. Kendi öksürüğü hızlı kanat çırpışlarıyla çabucak uzaklaştı. Akşam karanlığı basmıştı, ama hala sıcaktı, gömleği sırtına yapışıyordu. Onlara kadar ulaşan karanlığın parmakları, dev iğnedenlikler gibi, hayvan pençeleri gibi, küçük yastıklar gibi suda benek benek duran, kıyıları sazlarla çevrili adacıkların sınırlarını koyultmuştu yalnızca. Sandallar ağır ağır, dua ya da tefekküre dalış hızıyla ilerleyerek büyük çemberi yavaş yavaş daraltıyorlardı, ama aynı hızla toprak ve su da eridiği için ona hep Mareotis’in alüvyonlu sularında değil de gökyüzünde yolculuk ediyorlarmış gibi geliyordu.


Görünmeyen kazların şapırtıları duyuluyordu, acı acı bağırarak, ayaklarını halicin sularında sürükleyerek deniz uçakları filosunu andıran bir kuş filosu, havalanmış, suyla göğü bir köşeden ikiye bölmüştü. Mountolive içini çekti, çenesi avucunda, bakışlarını kahverengi suya dikti. Böylesine mutlu olmaya hiç alışkın değildi. Gençlik umutsuzluk yaşıdır. Sırığı suya her daldırışta hırıldayan tavşan dudaklı küçük kardeş Naruz’un sesi arkadan geliyor, sandalın sarsıntısı böğründe yankılanıyordu. Melas gibi koyu çamur flo p flop suya damlıyor, sırık iştahla ağız şapırdatıyordu. Çok güzeldi, ama öyle kötü kokuyordu ki: Gene de halicin leş gibi kokularından hoşlandığını görmek çok tuhafına gitti. Ötelerden, deniz kıyısından esen rüzgârın hava akımları zaman zaman çevrelerinde dolanıp geri çekiliyor, zihinlere tazelik veriyordu. Yukarıda, güneşin sönen gözünde gümüş rengi yağmur gibi duran sivrisinek korosu vızıldamaktaydı. Değişmekte olan ışık ağı zihnini tutuşturmuştu. Yüreğinin acelesiz atışlarını dinlerken, «Naruz, öyle mutluyum ki,» dedi. Genç oğlan utangaç, ıslıklı bir kahkahayla güldükten sonra, «Çok iyi, çok iyi,» diyerek başını önüne eğdi: «Bu daha bir şey değil. Bekle. Çemberi daraltıyoruz.» Mountolive gülümsedi.

Kendi kendine bir kadının adını yinelermiş gibi, «Mısır,» dedi. «Mısır.» Naruz, kısık, tatlı sesiyle, «Şuradaki ördekler rusé 2 değil, biliyor musun?» dedi. İngilizcesi kötü ve tumturaklıydı. «Onları kaçak avlamanın en kolay yolu, (‘Kaçak avlamak’ denir değil mi?) altlarına dalıp bacaklarından yakalamaktır. Tüfekle vurmaktan daha kolay, öyle değil mi? İstersen yarın gideriz.» Sırığı sallarken yine hırıldamış, içini çekmişti. «Peki ya yılanlar?» Mountolive o gün öğleden sonra suda kocaman yılanların yüzdüğünü görmüştü. Naruz iri omuzlarını kaldırıp kıkırdadı, «Yılan yok,» dedikten sonra bir kez daha güldü. Mountolive yanağını sandalın pruva tahtasına dayamak için başını yan döndürdü. Göz ucuyla ayakta sırık sallayan yol arkadaşını görebiliyor, onun kıllı kollarını, ellerini, güçlü, sıkı bacaklarını inceleyebiliyordu. Arapça olarak, «Biraz da ben kullanayım mı?» diye sordu. Ev sahiplerine kendi dillerinde bir şeyler söylediği zaman onları ne kadar sevindirdiğini biliyordu. Gülümseyerek verilen yanıtları kucaklama gibi bir şeydi. «Kullanayım mı, ha?» Naruz olağanüstü güzel gözlerinin, kalın koyu sesinin kapattığı çirkin gülümsemesiyle, «Olur mu hiç,» karşılığını verdi.

Alnına dökülmüş kara buklelerinden terler damlıyordu. Olumsuz yanıtının kaba kaçmış olabileceği korkusuyla hemen ardından şöyle ekledi: «Karanlık basar basmaz sürek avı başlayacak. Ben neler yapmam gerektiğini biliyorum. Sen izle, balıklara bak.» Dudağının sökük yerinin iki kıyısındaki iki küçük pembe et parçası tükürükten ıslanmıştı. İngiliz gencine sevgiyle göz kırptı. Karanlık hızla üstlerine çöküyor, ışık ölüyordu. Naruz birden haykırdı: «Tam zamanı şimdi. Şuraya bak… Ellerini büyük bir gürültüyle çarparak suyun karşısına doğru haykırmış, başını kaldırıp parmağının gösterdiği yere bakan yol arkadaşını ürkütmüştü. «Nereye?» En uzak sandaldan atılan tüfeğin donuk patlama sesi havada yankılandı, apansız havalanan bir kuş ufuk çizgisini ikiye bölmüştü. Öncekilerden daha ağır yükselen bu kuş — tıpkı kabuğundaki çatlaktan hafifçe görülen nar taneleri gibi — pembe bir yara halinde ilerleyerek toprakla havayı birbirinden ayırıyordu. Daha sonra pembeden ala dönüşüp birden aklaştı, suya değer değmez eriyen bir kar sağanağı halinde gölün yüzeyine indi. İkisi birden «Flamingo,» diye bağırıp gülmeye başladılar. Karanlık çökmüş, görünür dünyayı silmişti. Uzun süre derin, soluklar alıp vererek gözlerinin karanlığa alışmasını beklediler.

Uzaktaki sandallardan gelen sesler, gülüşmeler ta onlara kadar ulaşıyordu. Birisi, «Ya Naruz,» diye seslendi, bir kez daha yineledi: «Ya Naruz,» Naruz kıkırdamakla yetinmişti. Sonra kısa bağlamalı vuruşlarla çalınan bir darbukanın sesi duyuldu. Müziğin ritimlerini, aynı anda Mountolive’in zihni yankılıyordu. Az sonra kendi parmaklarının da tahtaya vurmaya başladığını gördü. Artık göl dipsizleşmiş, sarı çamur — tarih öncesi göl çatlaklarının yumuşak çamuru ya da denize dökmek üzere Nil’in önüne katıp sürüklediği kara katran gibi çamur — görünmez olmuştu. Bütün karanlık hâlâ çamur kokuyordu. «Ya Naruz,» diye bir kez daha bağırıldı. Mountolive aralarını aça aça şu sözcükleri söyleyen büyük kardeş Nessim’in deniz rüzgârıyla taşınan sesini tanımıştı: «Işıkları… yakma… zamanı… geldi.» Naruz kısa, sert bir bağırışla karşılık verdi. El yordamıyla kibriti bulmaya çalışırken keyiften hırıltılar çıkarıyordu. Gururla. «Şimdi göreceksin.» dedi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir