Huseyin Rahmi Gurpinar – Dirilen Iskelet

Birinci Cihan harbi yıllarında mehtaplı güzel bir sonbahar gecesi… Saat on bir… Dükkânları kapanmış Direkler arası caddesinde yalnız birkaç çayhanenin iktisaden kısılmış lâmbaları fersiz gözler gibi yorgun neş’esiz yanıyor. Gölge içine kümelenmiş beş on müşteri cigaralannı pırıldatarak kasvetli ve ağır konuşuyorlar… Ufak sarsıntılarla titreyerek sokaktan bir bisiklet geçiyor. Üzerindeki genç bütün kuvvetini pedallara vermiş son sür’atle gitmeğe uğraşıyor. Çayhanelerin birinde iki delikanlı arasında: — Bisikletle geçeni gördün mü? — Evet… — Kim olduğunu tanıdın mı? — Hayır… — Doktor Ferhat Bey… — Bu kadar acele nereye gidiyor? Bir hastası mı var? — Onun nereye gittiği pek mühim bir sır. Kaç haftadır uğraşıyorum. Ne olduğunu anlıyamıyorum… — Anlıyamadığm bir sırrın mühim olduğunu nasıl keşfediyorsun? — Keşfe lüzum yok., iş meydanda… — Meydanda olan bir şey nasıl sır sayılabilir? — Öyle ise dinle… — Dinliyeceğim. fakat martaval istemem-… — Şimdi bu doktor Ferhat doğru şurada Kırk Sey-menler civarındaki Tayfur Beyin konağına gider… — Bu pek sâde bir şey. « — Sâde mi peynirli mi sonra anlarsın… — Kıymalı ise yüz dirhem kes… — Alay etme… — Alay etmiyorum… tabur geçiyorum… — Dinleyecek misin? Susayım mı? —’ Ben uzun bir lâfı put gibi dinlemekten sıkılırım. Müsaade et arada bir benim de çenem oynasın. Devam buyurunu… Doktor Ferhat, Tayfurun konağında ne yapıyor? anlıyalım… — Şimdi Tayfur Bey sokak kapısının önünde elinde bisiklet alesta Ferhadı bekler… — Ey sonra? — O da makinesine atlar., iki bisikletli sıkı sıkıya yolu tuttururlar… — Nereye? — Topkapı, Silivrikapısı, Mevlânekapısı işte böyle kale kapılarından birine… — Garip şey., gece yarısı… Evet gece yarısı… « , — Kale kapılarında ne yapıyorlar? — Sur haricine çıkıyorlar… — Sur haricinde ne var? — Ne var bilmiyor musun? — Ne bileyim .


Çok türlü şey var… — Sur haricinde bir türlü şey var… — Nedir? — Mezarlık… — Beyefendilerin gece yarısı mezarlıklarla alış verişleri? — İşte benim de merak ettiğim bu ya… Aldanmış olmiyasm? Onların böyle vakitsiz mezarlığa gittiklerinden kat’iyyen emin misin? — Gözümle gördüm-… — Gördün de bir şey anlıyamadm mı? — Hayır… — Ne gördün? — Tayfurun komşusu Nihat Bey… — Malûm… — Beni bu meraklı gece macerasına karıştıran işte o oldu… — Nasıl? — Haftada birkaç gece Tayfurla Ferhat bisikletlerle uzun bir gezinti yaparlarmış. daima el ayak çekildikten sonra., daima arkalarında koltuktan geçme iri çantalar ile. esrarlı bir sessizlik ve ihtirazlar içinde… Fenerlerini yakmadan yola çıkarlarmış… — Hırsızlığa çıkıyorlar desek ikisinin de hal ve şanları aleyhlerinde böyle bir zehap husulüne mânidir. Keşfi kubura gidiyorlar desek o doktor Ferhat, insanın kanla işler etten, kemikten ibaret bir makine olduğundan başka bir şeye inanmaz yani dirinin de ölünün de mâneviyetine itikat etmiyen bir zamane gencidir. — Dinle… — Dinliyorum… Hem de büyük bir merakla… — Nihat Bey bunların nereye gittiklerini merak etmiş… Bir gece o da kendi bisikletine atlamış hiç sezdirmeden arkalarından gitmiş. Mevlânekapısından dışarı çıkmışlar. O da takipte devam etmiş… Ulu mezarlığın harap duvarı önüne gelmişler. İki gece yolcusu bisikletlerini salla sırt edince bu ahret karanlığının kesafetine karışıp kaybolmuşlar. — Acayip şey- . Garip şey… — Asırlık serviler rüzgârdan hazin nevhalar koparıyor, surun yıkık burçlarından baykuşlar gülüyor, nereden geldikleri belirsiz daha başka ıslık, inleme, hişt, pist gibi esrar dolu sesler duyuluyormuş. Nihat Bey mürekkep koyu-luğiyle taşları örter zifirî karanlığa bakmış, mezarlığın muhtelif perdelerdeki sözcülüğünü dinlemiş, garip bir tevahhuşla titremiş. Fakat büyük bir metanet göstermeğe uğraşarak, gecenin bu korkunç esrarım relroek için bisikletinin karpitti fenerini yakmış. (Projektör) gibi önüne tutmuş, servilerin kımıldıyan gölgelerine karışarak bazı ha-yalâtm cilvelendiğini ve insanla canavar arasında zebaniye benzer şekillerin dansettiklerini görmüş… Pek fena korkmuş-” — Haydi sen de işin içinde mübalâğa var. Nihat Bey zebaniyi nereden tanıyormuş da orada görünce bilmiş? — Zebanilerin bazı eski kitaplarda resimleri yok mu? — Çocuk olma. hangi ressam yahut fotoğrafçı cehenneme girip çıkarak zebanilerin resimlerini yapmış? — İnsanlar görmedikleri şeylere muhayyilelerile birer şekil vermezler mi? Ahrete müteallik dünyada ne kadar resimler yapıldığını bilmiyor musun? Cennetteki Tuba ağacının resmini mızraklı ilmihalde görmedin mi? Cehennemin, büyük meleklerin, hıristiyan itikadınca cennetin kapıcısı olan (Sen Piyer) in, şeytanların, ifritlerin müzelere giren meşhur tablolarını hiç seyretmedin mi? — Şeytanın yalnız resmini değil canlısını da gördüm… — Nerede? — Pandomimalarda, Şehzadebaşı tiyatrolarında., kuyruklu, hayvanlar gibi tepeden iki uzun kulaklı, dışarı sarkık kırmızı dilli simsiyah zenci bir şeytan.

, zebani de ona benzer. Onun boynuzları da vardır. Ağzı bir kulaktan bir kulağa geniş., dişleri kazma gibi., yüzü gayet korkunçtur. Bu kaba tasvirleri eskiden çarşıda kapalı dükkânların önünde kurulan resim sergilerinde, Sahaflarda satılan kitaplarda görürdük. Bunların tabiatten istinsah edildiğine inanacak kadar safdil değiliz. Fakat bizde de görmedikleri şeyleri icat da Avrupalılardan aşağı kalmıyan halk sanatkârları vardır. Bizde halk (Herkül) ün, (Asil) in, (Per-se) nin kim olduğunu bilmez fakat Köroğlunun. Şah İsma-ilin, Arap Üzenginin resimlerini görünce tanıyanlar çoktur… Eski Arap ve Acem şairlerinin, sanatkârlarının muhayyileleri bu esatiri sahada çok eserler doğurmuştur. Ne ise vefatımızda elinde ateşten topuzlarla kargımıza çıkınca zebani hazretlerinin düyada gördüğümüz resmine benzeyip benzemediğini anlarız. Sen şimdi zebaniyi, şeytanı geç., sözüne gel Nihat Bey mezarlıkta böyle alelacâyip mahlûkat gezindiğini görünce ne yapmış? — Fena halde korkmuş. Bisikletine atlayınca haydi babam fertik… — Ne tabansız insanmış, neye kaçıyor? Mezarlığın içinde Tayfurla Ferhat var. Bağırsa işitirler.

Zebaniler, ifritler onlara dokunmayıp da Nihadı mı boğacaklar? Ey sonra? — Sonrası Nihat vakayı hikâye etti. Beni bütün bütün meraka düşürmek için daha zihin karıştıracak şeyler söyledi… – | — Seni meraka düşürüp de ne yapacak? — Tayfurla Ferhadı bir gece birlikte takip etmek teklifinde bulundu. İki kişi olursak birbirimizi cesaretlendiririz, dedi. Teklifini kabul ettim, Onların yolculuğa çıkmaları muhtemel olan bir gecede Nihadm evinde iki bisiklet ha-zırlıyarak bekledik. Ferhat yine böyle acele ile geldi. Tayfur onu kapı önünde istikbal etti, o da bisikletine atladı. Hemen yola saldırdılar. Kendimizi göstermemek için arada icabı kadar mesafe bıraktıktan sonra biz de makinelerimize sıçradık. Takibe koyulduk… Mezarlık yolcuları bu defa Mevlevihane değil Siüvrikapısı yolunu tutturdular., mezarlık hududuna gelince yine bisikletlerini omuzlıyarak içeri daldılar, biz de arkalarından hırsızlama adımlarla yürüdük. Gökte ikinci terbia girmiş; küçük bir ay vardı. Takibimizi sezdirmemek için yine beynimizde mesafeyi açtık. Bu ahret bahçesine daldık… Lâkin ayaklarımıza dolaşan otlar, çalılar, birkaç parçaya bölünmüş mezar taşları, çukurlar, tümsekler, iki üç adımda bir birer siyah mania gibi önümüzü kesen serviler., ilerlememizi pek güçleştiriyordu. Gece vakti ölüleri çiğniyerek yürümesi insana türlü vehim veriyor.

Sanıyorduk ki pnları takip ettiğimiz gibi bizim de arkamızdan gelenler var. Bazan fena adım atarak uğradığımız sarsıntılarla yere kapanacak gibi oluyor. Bir mezar taşile kucaklaşıyorduk. Bisikletlerin demirleri omuzlarımızı eziyordu. Aramızdaki mesafenin uzunluğuna rağmen önümüzde gidenleri seçebiliyorduk. Ferhatla Tayfur, sırtlarında taşıdıkları bisikletlerin (Furş) lan (Gidon) lan arada bir mehtabın aksile parıldıyarak servi gölgelerine bata çıka gidiyorlar ve ikide bir de müzakere eder gibi duruyorlardı. Birkaç defa mezar kovuklarına doğru eğilerek dikkatli dikkatli baktıklarını farkettik. Gecenin bütün vuzuhu yutarak siyah esrara kalbettiği, korkular doğuran heybetli garabeti içinde yine hişt, piste benzer fısıltılar başladı. Bazan da kalblerimizin darabanlarını duyacak kadar her şey susuyordu. Fakat bu derin sükûtun da o kadar fasih bir lisanı vardı ki, bu sessizlikten de ürküyor, uzuvlarımızda bir kesiklik duyuyorduk. Nihayet Nihat etrafımızı saran mânevi eşhasa işittirmek ihtirazından titrer gibi yarı anlaşılır bir sesle: — Feyzi her adımımda bir ölünün kafasına basıyormu-şum da hemen ayağımın altından bir şikâyet ve bir lanetleme sesi çıkacak sanıyorum… dedi… Servilerin muzadı taaffün kokularile meşbu ve bilmem içine ölü kemiklerinden, tefessuhlarmdan ciğerlerimizi sikan, kalblerimizi ezen nasıl bir ağırlık karışmış rutubetli bir hava arasıra görünmez bir el gibi yüzümüze dokunuyor, burnumuza doluyor, tüylerimizi ürpertiyordu. Birdenbire hafif bir kapı gıcırtısına benzer şikâyetli bir hüzünle bir servi inledi. Uzaktan bir gece kuşu tannan bir nevhayla cevap verdi. Bu meş’um nâle akisler yaparak etrafımızda dalgalana, dalgalana söndü. İçimizi üşüttü, damarlarımızı dondurdu.

Nihat yine ürkek ve titrek sesile: — Feyzi uğursuz kuşun feryadı bana ne gibi geldi biliyor musun? — Ne gibi geldi? — Ey ehli kubur uyanınız esrarınızı çalmak için sizi çiğniyerek üzerinizde dolaşan bu küstahları çarpınız… Malikânenizden kovunuz… Nihat daha sözünü bitirmeden iri bir tekenin sakallı gölgesini görmemiz akabinde hançerevî boğum boğum kalın, hırıltılı melemesini işittik. Bu esrarengiz mezarlık hayvanı o kadar yakınımızdan geçti ki, hafif mehtaplı zemin üzerinde teressüm eden sivri çatal sakallı şeytanî başın ayaklarımızın arasından dolaşarak kaybolduğunu gördük. Bu makinesiz film ürkütücü bir hızla işledi. Geçen şeyin bir hayal olmadığını, görüşlerimizin ayniyetinden anladık. İkimiz de ayni şekli görmüş, ayni korkunç sesi işitmiştik. Nihat benden ziyade korkmuş olmalı ki, gölgenin, bacakları arasından seri iTeçişi esnasında sendeledi Hemen yüz üstü yere kapandı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir