Huseyin Rahmi Gurpinar – Sipsevdi

Bu zavallı eserimin istibdat devrine ait talihsiz bir küçük tarihi vardır. O devrin yağmacılarından biri, başkalarının kalem eserlerine fazladan sahip çıkmak gibi garip bir iddia ile ortaya atılmış, bütün Osmanlı yazarlarından kendisine haraç sağlamıştı. Zorbalığını her gün yeni bir kahramanlık masalıyla halka tanıtanlar, hele rütbeleri balâ (üstün) ve günde birkaç yere Yıldız bayırını tırmanmak için araba beygirleri dinç olanlar, başkâtip Tahsin Paşa’nın huzuruna girme meselesinde desturu bol olanlar yaptıklarından sorumlu olmayan, zamanın en güçlü kimseleri sırasında sayılırlardı. Bu basın haydutlarına karşı Osmanlı yazarları taşmak, hakkı göstermek istediler. Söz alev alırken sansür, elinde kalem şeklinde çekilmiş o öldürücü kılıcını göstererek susmalarını emretti. Bütün yazar arkadaşlarımla elde kalem, gönülde yara öyle şaşkın, kalakaldık. «Alafranga», sabahleyin bizim gazetenin, öğleye doğru zorba basımevinin tezgâhından çıkıyor, bir iki saat sonra zamanın zenginlik ve bilgi sahibi «atûfetlû» Beyefendisi Hazretleri adına formalar dağıtılıyordu (Malumat gazetesi sahibi Baba Tahir). Bu haydutluk, bu acı kargaşalık içinde eser birkaç tefrika yayınlandı. Nihayet bir gün yazara gelen sansür provası romanın ölüm fermanı olan kızıl bir çizgi ile baştan ayağa yaralanmış göründü. Yayınlamaya devam imkânı olmadığını anladık. Pek üzüldük. Ama kadere boyun eğmekten gayri çare yoktu. Hatta, üzüntü çokluğundan, yayınlayıcıyla bu birkaç günlük para hakkı hesabını da ahrete bırakarak «Alafranga»yı gömdük. Bugün, sekiz senelik mezar tozlarını silkerek «Şıpsevdi» şeklinde beliren şu eser, hürriyet nefesiyle yeniden can kazanmış olan eski «Alafranga», işte o istibdat idaresinin şehididir. CEMİYET HAYATIMIZ VE ALAFRANGA Bazılarına’ göre bu romanı, alafrangalığı küçümsemek, küçümseyerek alaya almak maksadıyla yazdığını sanılıyormuş.


Bu çok yanlış bir zan ve yanlış bir inançtır. Alafrangalığa uymaktaki züppelikle gerçeğe ve ilericiliğe inanmayı birbirinden ayırmak gerekir. Türklüğümüze ve Osmanlılığımıza şeref ve yükseliş. sebebi olacak şeyleri hangi kalem küçümser ve alaya alır ki buna ben cesaret edeyim? Batı uygarlığı bizi uyarıcı bir meşale oldu. Bundan sonra da ilerleme işinde önümüzde gidecektir. İstibdat kaç yıldır bize kitaplıkları kapadı. Çocukların yüreklerine yurt sevgisi aşılayan, onları fikirce yükselten dersleri kaldırdı. Öğretim düzeninin büsbütün bozdu. Bütün okulları çocukların eğlence yeri haline koydu. Bir milletin manevî gıdası ve varlığının, ilerlemesinin kefili olan her çeşit yayını yasakladı. Memleket gazetelerini istibdadı öven, jurnalcı birer yalan kâğıdı haline soktu. Hep bozdu, yıktı, acayipleştirdi. Bu ezici, yıpratıcı, yok edici ele karşı yalnız bir şey tamamıyle yenilmiyor. Bilgi, gümrük memurlarının en şiddetli denetlemelerine karşın birçok özel kitaplıkta saygı gördüğü, gizlenecek bir yer buluyor, gide gide içlerine işleyerek gençlerin zihinlerini kuvvetlendiriyordu ki bu da yabancı dilde yazılmış eserlerdi. Bir şeye dikkat ediyordum: İkbal (Yücelme), Tefeyyüz (Feyz alma), Şafak (Gündoğuşu) gibi parlak isimler, koca koca boyalı levhalarla ön taraflarını süsleyen milli kitapçılarımız resmî izinle yayınlanan saçma kitaplar karşısında sinek avlarlar, zavallı Arakel Efendi gibi en itibarlı, en namusluları iflâs defteri koltuklarında kapı kapı dolaşırlarken yabancı dilde kitap satan dükkânlar karınca yuvası gibi işliyordu.

Hem, yalnız Babıâli yakınlarında baların sayısı birken iki, üçken dört oluverdi. Memlekette bilgi iflâs edince yabancı bilgi imdada yetişti. Çocuk velilerinin rağbet gözü yabancı okullarına döndüğü gibi, gençlerimizin okuma isteği de o yana eğildi. Avrupa’nın filozofları, faziletli kişileri, tarihçileri, edebiyatçıları, şairleri bizim milli kalem sahiplerimizden çok tanınıyor, okunuyor, batıdaki basın bereketi buradaki kitapçı vitrinlerini de dolduruyordu. Türkçe şiir ve edebiyat dilinin basın sayfalarında kullanılması yasak olduğu için ana dilini savsaklamış, ama yazdığını okutacak kadar Fransızca yazı yazmakta kudret göstermiş gençlere rastladım. Bu sefer Avrupa’nın ölmez eserleri gençlerimiz üzerinde, evet üzülerek söylemek zorundayım, çok az, ancak seçkin bir kısım gençlerimiz üzerinde önemli etki yaptı. Spencer’lerin, Ribot’lann, Poincare’lerin, Lebon’ların eserlerini bunların kitaplıklarında, hatta birer ayrılmak bilmez dost gibi daima ceplerinde görürdüm. Hep bu eserler, bu bilim heveslilerinin âdeta ruh arkadaşı olmuştu. Çetin, karışık meselelerden açıklıkla sözettiklerini görünce son derece içim ferahlardı. İlerleme ve yurdun mutluluğu adına kutsayarak geleceğin kendilerine ait olduğunu bu gençlere müjdelerim. Bu hikâyedeki alafrangadan amaç, bu zeki ve gayretli gençlerin ilericiliğe karşı duydukları bağlılığı eleştirmek değildir. İstibdat zamanında düşünme ve anlama ışığımız bütün bütüne sönmek üzere iken bunu batının olgunluğundan buraya sıçrayan kıvılcımlar sürdürdü. Bugün iyi düşünen, yazan, hürriyeti koruyan kalemler işte batının bu kıvılcımlarıyla aydınlanmış beyinlerdir. O karanlık çöküntü ve bahtsızlık günlerinde bize şefkatli dost, yardımcı hep o fikir hazineleri, o kitaplar oldu. Düşünmeyi, böyle roman konularında gezinmeyi, hürriyet sevgisini onlardan öğrendik.

Düşünüş biçimimizde, düzyazılarımızda, şiirimizde görülen son edebi değişiklikler batıdan esen sihir ve bilgi rüzgârıyla meydana geldi. Bugün memleketimizde yazı, bilim ve teknik alanlarında ciddî hizmet etmek isteyen hiç kimse Avrupa dillerinden birini veya birkaçını iyice bilmek ihtiyacından uzak kalamaz. Bu romandaki kahramanımız işte bu zorunluğu zevzeklikle, hoppalıkla, bilgisizlikle karıştırıp batının olgunluklarından gerçekte hiç bir nasibi yokken Frenklerin kendilerinin de pek hoş karşılamadıkları birtakım garip ve şatafatlı âdetleri burada yaymak isteyenlerden, bilgisizliği, aşırıcılığı, dolayısıyle alafranganın yararlarını da zararlı tanıtmaya sebep olanlardan, hatta alafrangada bulunmayan tuhaflıkları burada icada yeltenenlerden biridir. Bu eser, alafranga’yı küçümseyip alaya almak şöyle dursun onu yanlış anlaşılmaktan kurtarmaya hizmet edecektir. Daha doğrusu bu roman, herhangi bir amaca hizmet etmekten ziyade, halkı güldürmek için yazılmıştır. * * * Alafrangalık nedir? Bizim için bunun iyi ve kabul edilecek kısımları var mıdır? Bunun millî âdetlerimiz üzerinde etkisi ne olmuş? Ne oluyor? Ne olacak? Ne olması isteniyor? İşte bundan sonra toplumsal hayatımızla sıkı bağları olacak birkaç soru… İlerideki gelişmemiz bu sorulara verilecek cevaplarda yatıyor. Bu kısa hikâyede bu kadar önemli sorulara cevap vermek fodulluğu (Bizim fuzûl, yahut fodul deyimini Frenklerin «pedant» kelimesine karşılık ,buluyorum. (H.R.)) iddiasında değilim. Böyle büyük ve ciddi sorunları çözmek gücü ve yetkisi herkesten önce zamana ve geleceğe aittir. Yaşamayı hak etmiş milletler her ileri adımlarını ebedi hayatlarına bereket ve kuvvet verecek ihtiyaç ve tempoya uyarak atarlar. Gerekli yenilikler tam zamanında kendini duyurur ve kabul ettirir. Bir milletin yenileştirici büyük işleriyle ilgili her konuda daima akıllıların övgüsüyle ahmakların kötülemesi çarpışma durumundadır. Bu yüzyılda milletlerin yaşama yetkileri öyle önemli, öyle nazik, hatta öyle açık çalışmalara bağlı bulunuyor ki kuvvetliler arasında bir zayıfın yaşayamaması gibi bir tabiat kuralına karşı ayrıcalı bir yaşama olanağı tasarlamanın artık zamanı geçmiştir.

Bu yıl Ingiltere’nin, gelecek yıl Rusya’nın, daha öbür yıl Almanya’nın zayıfları koruma duygusuna sığınarak milletimizin yaşamasını birinin dostluğuyle ötekinin düşmanlığını kazandığımız iyi niyetleri şüpheli bu büyük dostlarımızdan daima dilenerek beklemek bir millet için siyaset hayatı değil, utançtır. Ülke genişliği bakımından yirmide, otuzda bir parçamıza eşit olmayan Bulgaristan «Ben böyle isterim» diyor. Bir milli varlık gösteriyor. Avusturya: «Ben bunu böyle yaptım» diye yayıyor. Yarabbi, acaba biz ne vakit: «Hayır, sen onu öyle yapamazsın» cevabıyla meydan okuyarak açık haklarımızı koruyabilecek bir kuvvete, bir güçlülüğe sahip olacağız? Gözü doymazların küçük emellerine, hareketlerine hedef oluyoruz. Buna mahkûmuz. Çünkü kuvvete kuvvetle, ticarete ticaretle, ekonomiye ekonomiyle, maarife maarifle karşı konur. Bu yolda aralarında dostluk kurmuş devletlerle mesafemiz o kadar açıktır ki bu dengeyi meydana getirmek için harcanması gerekli zamanı, çabayı düşündükçe üzüntüden baş dönmesine tutulmamak kabil olmuyor. Bu büyük milletlere kalsa bizi birkaç türlü yutarlar. Yazık ki çoğumuz bu gerçekleri anlamış bile değiliz. Bazı sivri akıllılarımız da Fransız, İngiliz, Alman kadınlarıyla evlenerek tehlikeye karşı besbelli bir bakıma olsun böyle çare bulma yoluna gitmek istiyorlar. Bu milletler yavaş yavaş bizim elimizde bulunan her şeyi zorla alıyorlar. Bari fırsat düştükçe biz de onların kadınlarını alalım diyorlar. Hikmetleri var olsun. Ama medeniyet çatısına bu yoldan sığınmanın yararı kadar sakıncası da var.

Aşağıda bundan biraz söz edeceğiz. Kuru bir küçümseyip alaya alma yolunda hikâye sermayesi diye ele alınmış sanılan «Alafranga» kelimesinden bakınız ne önemli gerçekler çıkıyor. * * * Alafrangalık yoluna giderken bizde birkaç çeşidi var. Talihin tesadüfiyle varlıklı, mevki sahibi bir aileden gelerek daha çocukluklarında Fransızca öğrenmiş, rahat yaşamış, sonra Avrupa’da memurluk, ya da başka şekilde bulunarak bilgisini genişletmiş olanlar ki bunlar memleketimizdeki alafrangalık yolcularının en soylu ve başta giden kısmı sayılabilir. Bunların Avrupa’da tanınmış olmalarının nedeni, kişisel değerlerinden çok, ailelerinin ünüdür. İçlerinde gayet güzel Fransızca konuşanlar, ata binenler, kumarda ustalık gösterenler, yani orta derecede bir salon adamı olmak niteliklerini gösterenler var, ama bir antlaşma sırasında, bir kongrede çıkarlarımızı gereği gibi anlayacak ve koruma değerini gösterebilecek olanları yoktur. Devletimiz daima bu yüzden pek büyük ve önemli zararlara uğramıştır. Fransızca sıradan konuşmak başka, bilim ve fazilet sahibi olmak gene başka. Bu, besbelli artık. Diplomasi bilgisini ağızdan, tatbikatla öğrenip politikacı kesilmenin artık zamanı geçti. Şimdi bunların felsefe, askerlik ve benzerleri gibi okulu ve öğrenim süresi var. Avrupa’da olduğu gibi bizde her sınıf bilginin özel bir okulu yoktur. Otuz yıl önce bir «mahrec-i aklâm»ımız (bürolara adam yetiştiren yer) vardı. Sonra bir de siyasal bilimler fakültesi açıldı. Valimiz de oradan çıkardı, mutasarrıfımız da, kaymakamımız da, edebiyatçımız, şairimiz, astronomumuz, kimyagerimiz de… Evet, bu zavallı memlekette her bilim ve sanat bize Tanrı vergisidir.

Birbirimize şair-i mâderzad (anadan doğma şair), anadan doğma edebiyatçı deriz. Her şey bize Allah vergisidir. Sonradan kazanıp elde ettiklerimiz pek sınırlıdır. Yoklamaya,. denetlemeye, incelemeye gelmez. Haydi edebiyatçılıkta, şairlikte, yazarlıkta üstat kesilip birbirimizi aldatalım. Ama ciddî fen bilgilerinde, ekonomi bilgisinde, maliye usulünde, politikada ne yapacağız? Avrupa’da bir yıl içinde bu çeşitli fenlere ait yayınlanan eserleri görse, insanın o bilgi hareketine karşı parmağı ağzında kalır. İşlerimizin başında bulunan efendilerimiz acaba bunun bir listesini görebiliyorlar mı? Görseler de, içlerinde acaba anlayabilecek kaç kişi var? Elbette, yaralarındı bundan çok eşmeyelim. Bizde siyaset mektebi divan efendiliği ve mektupçuluk (vali muavinliği) tur. Daha kestirme yollardan gelenler de var ya, sözü uzatmamak için onları söze katmıyoruz. Özel çıkarcılık bağları, dalkavukluk, yüze gülmek en büyük ustalığımız, diplomatlığımızdır. Çünkü dün istibdada âlet olan beyinler bugün meşrutiyete hizmetçi kesildi. Bu iki karşıt niteliğin birinden öbürüne atlamada eski kötü alışkanlıklardan çarçabuk kurtulmak kabil midir? Mademki o uzun istibdat sona erdi, bu kısa komediler de geçer. Zaman her şeyin foyasını meydana çıkaracak kuvettedir. Evet, şairliğimiz, edebiyatçılığımız, diplomatlığımız Tanrı vergisidir dedik.

Ama ne kadar yazıktır ki bugün Avrupa siyasetine Tanrı vergisiyle cevap verilemiyor, vatan bunlarla korunamıyor, bir millet, Tanrı vergisi istidatla zenginlik ve kuvvet sahibi olamıyor. Bu kişizadeler sınıfından alafrangalarımız memlekete Avrupa’da şıklık, kumar, dans, güzel konuşmak gibi salon hünerlerinden başka bir şey getirmediler. Başka yoldan seçkin bir özellik gösteremediler. Millî bilgi alanlarımızın işte hepsi tamtakır duruyor. O edebiyatçılar bilgi alanından incelemelerine bir örnek, kendi emekleri ve zekaları eseri olarak ciddî ve gerçek bir hüner örneği getirdilerse gösterilsin… Alafrangadan bizim ihtiyacımız olan şeyler yalnız o pozlar, jestler, kostümler değildir. Sığ bir tavır ve hareket taklidine maymunlarda bile istidat görülüyor. Bu, o kadar ciddi bir ilerleme vasıtası sayılamaz. Şu sözünü ettiğimiz kimselerin bu taklitleri öğrenmek için Avrupa’da har vurup harman savurarak ziyan ettikleri Osmanlı milyonları kurumlar açılmasına, batıda ciddi öğrenci yetiştirmeye harcansaydı, bugün belki böyle dövünme durumuna girmezdik. Alafrangalığın işte bu bahsinde vatan için uyanıklık nedeni olacak derin bir ders, eleştirilmesi gerekli birçok hal, bir romancı için birkaç cilt dolduracak önemli, besleyici bir sermaye vardır. Ama bu hikâyede alafrangalığın bu çeşidinden söz etmedik. İkinci çeşit alafranga aileler bir Avrupalı kadınla evlenerek Beyoğlu’nda oturan yarı lövanten (levantin)lerdir. Bu aileler bir tarihçi, bir fizyolojist, bir psikolog, bir hikâye yazarı için gerçekten incelemeye değer, bir yanı Avrupalı, bir yanı Osmanlı iki yüzlü bir kumaştır. Gene tekrar edelim ki şu satırlarda kimseyi küçümseme kastı yoktur. İnsan soyu bilgisine bir filiz de buradan katılıyor. Öğeleri iki yüzlü olan bu ailelerden erkek tarafı Türk olanı inceleyelim: Böyle «sélection» la soyumuzu karıştırıp cinsimizi düzeltmeye uğraşmaktaki gayretin önem derecesini birakalım, anlayanlar incelesin.

Konunun yalnız toplumsal hayatımız bakanından göstereceği etkilerden söz etmek isterim. Madam, ya bir Rransız, ya İngiliz, ya da Alman olacağından, Türk kocasına karşı daima bir soy üstünlüğü, milliyet gururu görmekten geri durmaz. Madam, uygarlık bakımından kendince farzettiği bu soyluluk önceliğinden ötürü kusursuz bir kimsedir. Kocası ise onun yanında daima insanlığından önemli şeyleri eksik bir hor, noksan yaratıktır. Koca için her emre, her harekete karşı daima boynu eğik, daima itaatli, daima tahammüllü bulanıktan başka çare yoktur. Yoksa en sıradan vesilelerle «Espéce de turc», «Tête de turc» hakaretleri hazırdır. Çocuklar, annelerinden daima övünçlü, yüksekten atan bir üstünlük hali gördüklerinden yaratılışça da, duyguca da o tarafa yatkındırlar. Bir Türkle bir Avrupalı kadından doğma çocuklar arasında melek gibi güzelleri, sevimlileri bulunduğu inkâr edilmemekle beraber soy süzülmesi sözündeki bilgi değerine karşın çirkin, sıska, tıknefes, irin renkli, solucan gibileri de görülmektedir. Bu çocukların yüzlerinde çoğu zaman iki başka soyun birbirine karşıt belirtileri vardır. Tekir anadan, boz babadan doğan alacalı kedi yavruları gibi burnu Almana, kulağı Türke benzer, anaları Frenkçe, babaları Türkçe, dadıları Rumca konuştuklarından dillerin bu bülbülleşmesi içinde büyüyen yavrucuklar üç yaşındayken üç-dört dille konuşur görünürler. Ama on yaşına gelirler de hâlâ başlıca bir dilden içten bir konuşma gücü gösteremezler. Bu masumların değişmez, belirli bir adları bile yoktur. Babaları Cenan derse anaları Jean diye çağırırlar. İki milletliliğin toplum âdet ve koşulları arasında kalan bu zavallılara büyüdükçe örtünme, evlenme devirlerinde bunların yaşama şekilleriyle ilgili önemli sorunların güçlüğü de beraber büyür. Memleketimizdeki alafrangalığın işte bu çeşidinden de tatlı konular, gönül okşayan fikirlerle Pierre Loti’lere hikâye sermayesi olacak ibret dolu konu çıkar.

Tabiattan alınma sahneler görülür. Allah esirgesin, memleketimizin ileri gelen erkekleri hep böyle soy süzmesi gibi uygarlığı ilerletici gayretlere kapılıp Frenk kadınlarıyla evlenmeye rağbet ederlerse doğunun mahrem namusu ve güzelliği içinde büyümüş, her biri birer arılık ve namus incisi olan, evlerimizdeki o nur gibi Ayşelerimizi, Eminelerimlzı, Zehralarımızı kimselere vereceğiz? Pierre Loti’yi öbür yön düşündürse bizi de işin bu yönü yakıcı düşüncelere salar. Madamın Avrupa’da yakınları, soydaşları varsa her yıl sılaya gitmesi nedeniyle, kocasının varlıklılığına göre, bu vesileyle yabancı ülkelere kucak kucak paralar akar. Ekonomik dengemiz de bundan yaralar alır. Avrupa’dan buraya para çekmenin yolunu bulanlar beğenilecek birer yurtsever sayılır. Burada birbirimizin dişimizi, tırnağımızı sökerek kazandığımızı oraya gönderenler değil.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir