Ihsan Atasoy – Mehmed Kayalar

İSLAMİYET ADINA HER ŞEYİN bittiğinin ve her geçen gün daha kötüye gidileceğinin sanıldığı karanlık günlerde, Üstad bu milletin, ecdadından aldığı irsiyetle, yeniden şanlı mazisindeki gibi dinine sahip çıkacağına inanır. O, “Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri ne kadar İslamiyet’ten tecerrüt etse bile, fıtratı ve vicdanı yine İslamiyet’le bağlıdır” gerçeğinden hareketle Anadolu’nun bağrında yatmış aslanları uyandırmak için yola çıkar. Bazı dostları tarafından hayatı tehlikede olduğu söylenerek memleketi terk etmesi istenirken o, “Ben Mekke’de de olsam buraya gelmem lazımdı” diyerek, Anadolu’nun bağrına doğru, “demir asa, demir çarık” bir yolculuğa çıkar. Bu topraklarda, vicdanları ve fıtratları henüz sönmemiş ve bozulmamış vatan evlatlarını bulup yeniden harekete geçirmek ister. Bu ilahî misyonu yerine getirmek uğruna tarihte eşine rastlanmaz bir diriliş hamlesi başlatır. Fakat zaman değişmiştir. Bu hamle, eskiden olduğu gibi cephelerde silah ve kılıçla değil, kalem ve kelamla, ilim ve mantıkla kalpleri fethetmekle olacaktır. Çünkü zaman ahirzamandır ve hakimiyet, ilmin, sözün ve hüccetin eline geçmiştir. Kısacası bu cihat, Kur’an’ın elmas kılıcı olan Sözler’le olacaktır. Bu gerçeği, İslam âlemine verdiği asırlık hutbesinde şöyle açıklar: “Evet, nasıl ki eski zamanda İslamiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silahla, kılıçla olmuş. İstikbalde silah, kılıç yerine hakiki medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılıçları düşmanları mağlup edip dağıtacak.” [1] Bunun için o büyük Üstad, kahramanlarının eline top tüfek değil, Kur’an tezgâhında yapılmış, delil ve burhandan örülmüş, belagat ve fesahatle donatılmış manevî bir kılıç verir. Bu maneviyat aslanlarının oluşturduğu mütesanit cemaatle küfrün tahripkâr hücumlarını kırar. İşte bu kahramanların önde gelenlerinden biri, hiç şüphesiz “Nur’un muallimi”, “Nur’un kahramanı” ve “hayatını Nur’a vakfeden yüksek bir talebesi” Yüzbaşı Mehmed Kayalar’dır. Büyük Üstad, bahtı kararan İslam’ın yüzünü ağartacak kahramanları bulmak için, adeta gün ortasında kalabalıklar arasında fenerle adam arayan Diyojen gibi, davasını ayağa kaldıracak fedakârları arar.


Bunlardan birini bulduğunda dünyalar kendisinin olur. Her kabiliyeti yerinde istihdam etmesini bilen büyük deha, Kayalar gibi, on bin ulema ve meşayihe bedel bir kahramanı bulunca sevincine payan olmaz ve onu üstesinden geleceği Doğu’nun en karışık ve en zorlu cephesi Diyarbakır’a sevk eder. Küçük yaştan itibaren İslam’ın derdiyle dertlenen Kayalar ise, aradığı kumandanı bulmuş olmanın şevkiyle yerinde duramaz. Manevî kumandanından aldığı emir ve direktiflerle küfre ve zulme meydan okur. Büyük Üstad, İslam’ın ve Müslümanların derdine ağladığı gecelerde, kim bilir Anadolu’nun bağrındaki kahramanları hayal ettikçe nasıl teselli bulmuştur. Zihninden ne zaman Doğu ve Diyarbakır geçse, cansiperane hizmet ve faaliyetleriyle Kayalar hayaline gelir ve gözünü uzaklara dikerek, “Aslan Kayalar’ım!” demekten kendini alamaz. Şartlar ağırlaşıp zalimlerin baskılarının dayanılmaz olduğu demlerdeyse, “Kayalar’ıma bir haber versem, onların hakkından gelir” diye söylenir. Fakat Kur’an müsaade etmediğinden sabır ve şükür içinde yine çile yudumlamaya devam eder. Bu kitapta, Kayalar’ın yakın tarihimizde gerçekleştirdiği fedakârane ve cesurane hizmetleriyle karşılaşacaksınız. Sağlam bir irade, büyük bir hamiyet, kuvve-i kudsiyeyle birleşen bir cesaret, zalimlerin yüreklerine korku salan bir heybeti temaşa edecek, ona yapılan zulüm ve işkenceleri okudukça, zaman zaman hislerinize hakim olamayacak ve kendisine olan hayranlığınız ve şükran hisleriniz artacaktır. Namık Kemal’in şu beytinde ifade ettiği gibi, bu büyük fedakâr-ı İslam’ın kalbinizde yer ettiğini hissedeceksiniz: “Musırrım, sabitim, ta can verince halka hizmette, Fedakârın kalır ezkârı daim kalb-i millette.” Bir dava adamının büyüklüğü, şüphesiz içinde yaşadığı şartların zorluğu, temsil ettiği davanın büyüklüğü ve bunlara paralel gösterdiği hamiyet, gayret ve metanetin derecesiyle ölçülür. Mehmed Kayalar, ahirzamanın en büyük fitnesinin en azgın ve tuğyanlı döneminde mücadele meydanına atılmış ve başkumandanın emrinde bir nefer gibi çalışmıştır. Atalarımız “üslub-u beyan ayniyle insan” derler. Onun kahramanlık ve fedakârlığını en güzel tarif eden, onun şu mısraları olsa gerektir: “Hizb-i Kur’an’ız ki, candan geçmişiz, merdaneyiz, Vuslat-ı Rahman’ı gaye etmişiz pervaneyiz.

Korkumuz yok bir denî dünya için bedmayeden, Hak için geçtik, ömürden, haneden, sermayeden. Can feda ettik şeriat uğruna ukba içün, Yıkmışız biz hanümanı Kâbe-i ulya içün.” Şu gelen mısralarda kendisi gibi kahramanları pek güzel tarif eder: “Şedaid yol bulup fışkırsa dönmez iktihamından, Denizler taşsa tufanlar çevirmez hiç meramından. Nefesler mevt saçarken sadr-ı nalanında çak olsa, Dönülmez iktihamından bu gözler belki hak olsa!” Şair Kayalar “Kafirlere şiddetli, mü’minlere merhametli” Kayalar’ın kahramanlığı yanında, hassas bir ruh yapısından kaynaklanan eşsiz bir şairlik yönü vardır. O, şiirde kendisine Mehmed Akif’i örnek almış olsa da, aslında Yahya Kemal’le Akif’in bileşimi bir şiir estetiğine sahip olduğu görülür. Nur’dan aldığı ilhamları, diyebilirim ki, onun kadar güzel yansıtan olmamıştır. Bu yönü bile tek başına bir araştırma konusudur. Bir bayram münasebetiyle Üstad’a yazdığı ve Üstad’ın da uzun zaman yastığı altında saklayıp zaman zaman çıkarıp okuduğu şiir, iddiamızın delili olsa gerektir: “Burc-u enversin efendim kal’a-i İslam’a sen, Nail olmuşsun bugün Kur’an ile ikrama sen… Sensin ol dellal-ı Kur’an yoluna canlar feda, İltifat-ı Şah-ı Merdan ile sensin mukteda… Vasfını resmetmeye yok takatim, gelmez dile, Sen müeyyedsin efendim ol keramat-ı Gavs ile… Sensin ol Nur naşiri, feyzin demâdem aşikâr, Oldu mülhidler tahassungâhı senle tarümar… Kıl keremler bendene kim çar u naçar söyledim, Sen müceddid kârıbanı hatemisin seyyidim… Lütfunu bekler gedayız, affedip huddamını, Aldı feyzinden bu Mehmed daima ilhamını… Fırka-i naciyeyiz biz, rah-ı tevhit cephemiz, Pişiva-i âlem-i İslam sensin şüphesiz… Günlerin olsun mübarek, makberin bulsun safa, İsm-i pak hakkı içün Ahmed Muhammed Mustafa…” Zulme Boyun Eğmez Üstad’dan sonra daire içinde meşrebinin hususi kalmasında, onun zulme ve haksızlıklara boyun eğmez haletinin, müspet hareket çizgisini zorlayan merdane ve tavizsiz tavrının etkili olduğu söylenebilir. Ancak insanlığı insanlığından eden ve tanınmaz hale getiren o şenî zulümler karşısında, büyük hamiyet ve izzet sahiplerinin tahammülü güçtür. Çünkü onlar sadece kendi elemlerini değil, diğer mazlumların elemlerini de ruhlarında hissederler. Zaten dalalet ehli, daha çok bu izzetli kahramanların üzerine gider. Onların dengesini bozup sonra da çevresinde bulunanları topyekûn imha etmek ister. İşte Üstad, hayatı boyunca bu gibi tuzak ve oyunlara karşı, bütün hissiyatını ve cesaretini içine gömüp Hz. Eyyüb ve Cercis aleyhisselamlar gibi sabretmiştir. Onun erişilmez büyüklüğünün bir yönü de budur.

Evet o, davası uğrunda her çileye sabredip şükretmeye karar verdiği gibi, Kayalar gibi gem vurulmaz aslanları da dizginleyip müspet iman vadilerinde koşturmuştur. İşte bu kahramanlar kervanının serdarı Yüzbaşı Mehmed Kayalar’dır… “Baş eğmeyiz edaniye dünya-yı dûn için” diyen şair gibi, Kayalar da, zalimlerin baskıları ve işkencelerine asla boyun eğmez. Üstad’ın vefatından sonra artan işkenceler karşısında fıtrî celadet ve yüksek izzetiyle galeyana gelip zincirlerini kırmak isteyen bir aslan kesilir. Yapılan zulümler bir ara kendisinde hafakanlar meydana getirir, duygu patlamalarına sebep olur. Hatta bu kahraman, “bazen aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girse” de bu muvakkat olur. Zira Üstad’ın Ankara’da bizzat kendisini muhatap alarak diz dize, göz göze verdiği dersin himmeti, onu bu haletten kurtarıp hayatının sonuna kadar müspet iman çizgisinde muhafaza eder. 1950-60 yılları arasında çok parlak ve hareketli bir hizmet dönemi geçirmesine rağmen, daha sonra zamanın gadrine uğrar veya kaderin sevkiyle nispeten köşesine çekilir. Fakat, Üstad’dan tevarüs ettiği iman hizmetini, etrafında halkalanan bir avuç samimi, ihlaslı bir fedakârlar topluluğuyla hayatının sonuna kadar devam ettirir. Bir İnayet Bu çalışma esnasında gördüğüm inayetlerden birini, onun şahsiyetine ayna tutması sebebiyle bir tahdis-i nimet olarak kaydetmek istiyorum. Çalışmaya başlamadan önce Kayalar’ın kabrini ziyaret edip, yâranı ve yakınlarıyla görüşmek üzere Yalova Çiftlikköy’e gittim. Önce kabrine uğrayıp bir Yasin-i Şerif okudum. Ardından, “Ey Nur’un büyük kahramanı, ey Asrın Çilekeşi’nin yakın dava arkadaşı, ey büyük mücahit! Senin hayat ve hatıralarını gelecek nesillere armağan etmek istiyorum. Bu çalışmada, Allah katındaki makbul hizmetlerini şefaatçi yaparak, Rabb’imden senin adına inayetler, kolaylıklar ve himmetler diliyorum!” diye dua ettim. Sonra merhumun Çiftlikköy’deki mekânına gittim. Bizi onun yakın muhibbi İrfan Haspolatlı Bey muhabbetle karşıladı.

Saatlerce süren tatlı sohbette, notlar aldık ve takip edeceğimiz yol haritasını çizdik. Bu ilk görüşme çok verimli ve feyizli geçti. Hemen ardından 2011 Ramazan-ı Şerif’i girdi. Mübarek ayla birlikte yoğun bir şekilde çalışmaya koyuldum. Fakat inayetler, kolaylıklar ve yardımlar peş peşe geliyordu. Bu durumu kabri başında yapmış olduğum duanın kabulüne bağladım. Daha sonra Kayalar’ın notlarını karıştırırken gözüme ilişen bir cümle bu düşüncemde ne kadar haklı olduğumu gösterdi. Zira Kalamış’tan Diyarbakır’daki dostlarına yazdığı bir mektupta, kabri başında yapılacak duaların kabul olacağına şöyle işaret ediyordu: “Mü’min kardeşlerimden, kabrimde bana bir Yasin okuyacak olanların, inşaallah dualarının kabul olacağını rahmet-i ilahiyeden umarım ve niyaz ederim!” Bu cümleyi okuyunca, heyecanlandım. Çünkü bundan habersiz olarak kabri başında Yasin okuyup dua etmiştim. Demek onun da ifade ettiği gibi bu dua kabul olmuştu. Rabb’imin inayetini ve onun himmetini çalışma boyu hep üzerimde hissettim ve şükrettim. Bir Tevafuk Son yıllarda sık sık Halid bin Velid’in şehri, mübarek Diyarbakır’a uğramaya başladım. Bunlardan birinde beni havaalanında Dicle Üniversitesi’nden öğretim üyesi dostlar karşıladılar. Akşam namazı vakti geçmek üzere olduğundan beni VIP salonuna aldılar. Namazı kıldıktan sonra emniyet görevlisi bir zat, “Bir çayımızı içmez misiniz?” dedi.

Derken kısa boylu ve orta yaşın üzerindeki çaycı çıkageldi. Çayları ikram ettikten sonra karşıma geçip durdu. Hiç münasebet yokken, parmağını bana doğru uzatarak, “Sen Kayalar Ağabey’i gördün mü?” dedi. Şaşırmıştım. Ben onun hayatını araştırmak için buraya gelmiştim ve bu zat başkalarına değil, yalnız bana işaret ederek bu soruyu yöneltiyordu. Heyecanlanmıştım. Anadolu’nun bu saf kalpli insanı bir şeyler hissediyordu. Maalesef kendisini göremediğimi söyleyince söze şöyle devam etti: “Merhum Kayalar Ağabey, her havaalanına gelip gittiğinde buraya uğrar, senin gibi ona namaz kılacak yer gösterir, çay ikram ederdim. Benim boyum onun yarısına bile gelmediği halde, her defasında o uzun boyuyla eğilir, alnımdan öperdi” dedi. Bu latif hatıra tevafuklar zincirinin bir halkasıydı. O büyük ruhun hizmet diyarı olan ve Medine-i Münevvere ruhaniyeti bulunan Diyarbakır’a adım attığım anda bunu o mücahit ruhun bana bir hoşamedisi olarak algıladım. Ve Bir Tespit Çalışmalarda dua ve himmetlerini her zaman üzerimde hissettiğim ve her çıkan kitabı büyük bir alakayla takip ve teşvik eden Sungur Ağabey’in, Mehmed Kayalar’la ilgili tespitlerini merak ediyordum. Çünkü daire içinde Kayalar’ı en yakından tanıyan ve onu en çok ziyaret edenin kendisi olduğunu biliyordum. Fakat son zamanlarda hastalıklarının artması sebebiyle, kendisine bu konuda bir şey sormayı edebe aykırı buluyordum. Çalışma sırasında bir gün Sungur Ağabey’in Üsküdar’daki mekânına uğradım.

Beni her zamanki gibi havari ruhlu kardeşim Asker Mustafa karşıladı. Son günlerde Sungur Ağabey’in rahatsızlığının arttığını söyledi. Akşam namazını kılıp kısa bir ders okuduktan sonra oğlu Muhammed Nur da geldi. Çay içerken aramızda Sungur Ağabey’in hastanede kısa süreli müşahede altında tutulmasının iyi olacağını düşündük. Birden Muhammed Nur Sungur, “İstersen çıkıp birlikte bunu kendisine söyleyelim, belki kabul eder” dedi. Hemen üst kattaki odasına çıktık. Üstad’ın manevî evladı, büyük Nur kahramanı yatakta bir nur yumağı halinde yatıyordu. Selam kelamdan sonra nasıl olduğunu sorduk. “Herhalde bu hastalık benim son zamanlarımdır” diye bizi mahzun eden bir cümle söyledi. “Ağabey, Üstad’ımız sizin Nur’un bayramlarını göreceğinizi söylemiş, inşaallah daha çok bayramlar göreceksiniz” derken, birden bana dönerek kısık bir sesle, “Şimdi ne ile meşgulsün?” dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir