Ihsan Atasoy – Tahiri Mutlu

TAHİRİ MUTLU, celalle cemali, heybetle mehabeti, haşmetle ünsiyeti simasında birlikte barındıran bir Allah dostu idi. Gür kaşları altında kesin hatlarla çevrelenmiş yüz ifadesini ilk görenler, maveradan gelip kalbe akan tatlı sesini duyuncaya kadar, kanaatlerinde yanıldıklarını ve aslında bir melek sima ve ipeklerden yumuşak bir kalp sahibiyle karşı karşıya olduklarını anlamakta gecikmezlerdi. O, kulluğu içinde bir sultandı. Bütün kainatın kulluğunu kendi kulluğu içine alabilen, “Güneş lambam, yıldızlar kandillerim, yeryüzü mescidim…” diyebilen bir sultan… Bu sultanın hayatı boyu içinden çıkmadığı bir kalesi vardı: Takva… Her anıyla, her duruşuyla Allah’ı hatırlatan bir mana eriydi. Onu görenler, “İşte bir Allah dostu!” demekten kendini alamazlardı. “Asrın Sultanı”na “Beli” diyen fedakârlardandı. Malıyla canıyla, çoluğuyla çocuğuyla, anne babasıyla, hulasa, bütün aile efradıyla Nur yoluna feda olan bahtiyarlardan… “Anam babam, malım mülküm sana feda olsun!” diyen sahabe soluklulardan biri. İnci gibi yazılarıyla Nurların neşrine büyük desteği olan Küçük Lütfi’nin hayırlı bir halefi olarak Nur dairesine girmişti. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “ihtiyarların genci” idi. Üstad, onun yüzünden Atabey’i Nurs karyesine arkadaş ve bütün manevî kazançlarına ortak etmişti. Tahiri ve aile efradının Üstad’ın hastalıklarına bile ortak olduklarını öğrenmek, fedakârlığının ölçüsünü anlamaya yetiyor… Babası Hüsnü Efendi’nin vefatı üzerine yazdığı taziye mektubunda Üstad, şunları söylüyordu: “Bir küçük medrese-i Nuriyeyi kendi hanesinde tesis edip, Kahraman Tahiri gibi bir has, halis Nur naşirini daire-i Nuriyeye veren, Tahiri’nin merhum pederinin vefatını, hem onun akrabasını, hem Isparta’yı, hem Nur dairesini taziye ediyorum. Cenab-ı Hak, Nur’un hurufları adedince ruhuna rahmet eylesin! Âmin…” Tahiri Mutlu, Bediüzzaman’ın son yıllarında yanında bulunup, hizmet tarzını yakından görüp bilen dört-beş kişiden biridir. Üstad’ın hizmet için vekil olarak bırakıp, “Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilecek” dediği kişilerden biri… Bu, Üstad’ın ona atfettiği değeri ifade etmeye yeter. “Nur Fabrikası” mensupları arasında yer alan Tahiri Mutlu, Denizli ve Afyon zindanlarında Büyük Üstad’la çile çekenlerdendi. Üstad kendisi için, on veli kuvvetinde olduğunu söyler ve şöyle derdi: “Tahiri’nin öyle bir derecesi var ki, manevi sahadaki derecelerinden birisini görse dünyayı terk eder.


Tahiri, dolu bir testidir, artık su almaz. Eğer bu durumu kendisi bilseydi, dünyada harcardı. Ya Rabbi, bu manevî varlığını kendisine bildirme! Ahirette Ümmet-i Muhammed’e faydası olacak…” Nur yolunda, Nur’un izinde sadıkane, fedakârane, temiz ve nezih bir hayat yaşadı ve ismi gibi “tahir” olarak öteki âleme göç etti. Şimdi o da Nur kervanının pişdarlarıyla Eyüp Sultan sırtlarından ebediyetleri seyretmekte ve geride kalan hizmetkarlara, tebrik manasında “Henien leküm” diyerek manevî desteğini vermektedir. Ruhu şad, makamı cennet olsun! Nur Manzumesi Yıldızlar güneş batınca ortaya çıkar yahut güneş varken yıldızlar görünmez. Onlar göz kamaştırıcı birer yıldız, göz alıcı birer mücevherdi. “Maneviyat güneşi”nin cazibesine kapılan, onun fezasında dönen yıldızlar… Fakat güneşin parlaklığı, onlara bakma imkânı vermedi. Bu, onların sönük ve sıradan oldukları anlamına gelmezdi. Her biri “kutup yıldızı” olacak kadar sıra dışıydılar. Onların keşfi, o mücevherlerin bulunduğu kadife kutunun kapağını açacak, aynı zamanda ışık aldıkları güneşin ihtişamına da kuvvet verecekti. Çünkü her biri o güneşin yörüngesinde yol alan, yönünü ona dönmüş, onun güzelliklerine ayna olmuşlardı. Kimisi davasını, kimisi sadakat ve ihlasını, kimisi takvasını, kimisi gayretini, kimisi cesaretini… Her biri farklı bir özelliğini yansıtıyordu. Fethullah Gülen Hocaefendi, Kırık Testi’de onların “gizli birer kutup” olduğunu söyleyerek, haklı olarak, yeterince anlaşılmadıklarından yakınır: “Evet, onlar mana âleminin birer sultanıydılar, ama dünya onları tanıyamadı. Onların, mahviyet, tevazu ve hacalet ile mühürlenen tabiatları, başkalarını aldattı! İnsanlardan bazıları gururlarına, kimileri hasetlerine ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler ve ne Hulusi Efendi’yi, ne Tahiri Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu, ne de Mehmet Feyzi’yi tanıyabildiler… Oysa onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hazret-i Mimar-ı Azam’ın vefalı temsilcileriydiler… Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular… El âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zahire göre değerlendirdi. Onların her birisi, ihtimal, bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı.

Ama nadanlar bunu anlayamadılar! Zaten sohbet-i nadanla telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklenemezdi. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler! Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi?” Toprağa düşen çekirdek nasıl çatlayıp filiz verir, dal budak salar, yaprak, çiçek ve meyveye doğru yol alırsa, bu “hafa türabı”nda kalmış maneviyat erleri, Nur manzumesinin bu nev-i şahsına münhasır yıldızları da, elbette bir gün gelecek, saklı kaldıkları topraktan gün yüzüne çıkacak, insanlığın istifadesine sunulacaktı. Nur hazinesinin bu pırlantalarını keşif yolculuğunda Rabbimin izni ve onların himmetleriyle yol aldığımı biliyor ve bundan dolayı şükrümü edadan âciz olduğumu itiraf ediyorum! Evet, keşif yolculuğumuz devam ediyor. “Hayatını Davasına Adayan Adam: Bekir Berk” ten sonra, “Nur’un Büyük Kumandanı: Zübeyir Gündüzalp,” şimdi de, “Kulluğu İçinde Bir Sultan: Tahiri Mutlu.” Bunları Bayram’lar, Sungur’lar, Ceylan’lar takip edecek inşaallah… Onunla Yaşanan Bir Hatıra 1972 yılı idi… Nur araştırmacılarının öncüsü, değerli Necmeddin Şahiner’le birlikte Kocamustafapaşa’da koca veli Tahiri Mutlu’nun ziyaretine gidiyorduk. Apartmanın kapısına yaklaştığımızda ikindi ezanı okunuyordu. Adına “Seb’a Semavat” dediğimiz yedi katlı binanın Marmara’ya bakan en üst katına nefes nefese çıkmıştık! Tahiri Ağabey, her zaman olduğu gibi, ezan okunur okunmaz, Üstad’dan kalan seccadesi üzerinde namaza durmuştu. Arkasında da kardeşler ikindinin sünnetini kılıyorlardı. Ne zaman birlikte namaz kılacak olsak, her defasında beni imamete geçirirdi. Bu, benim faziletimden değil, onun sünnete olan bağlılığından ileri geliyordu. Zira sünnette caiz olan, kıraati düzgün olanın imamete geçmesi idi. Arkasında namaz kılmayı arzu etmeme rağmen, bu sebepten bir türlü muvaffak olamıyordum. İçimden: “Artık bugün seni yakaladım Tahiri Ağabey!” deyip, en arkada görünmez bir yere geçip ikindinin sünnetine durdum. Cemaatten biri kamet getirmeye başladı. Saflar düzeltilmiş, artık farza durulması an meselesiydi.

Tahiri Ağabey, niyet ederek, ellerini kaldırıp tam tekbir alacaktı ki, birden ellerini salıverdi. Ve 90 derecelik anî bir geri dönüş hareketiyle âdeta eliyle koymuş gibi beni işaret etti: “Gel ahi (kardeşim)!” dedi. Donmuş kalmış, neye uğradığımı şaşırmıştım. Âdeta nokta atışı yapar gibi, doğrudan doğruya, eliyle koymuşçasına, saklandığım yerden beni işaret etti: “Gel kardeşim!” İçimden, “Sen Allah’ın büyük velisini ne sanıyorsun!” dedim ve titreye titreye öne geçtim. Onun önünde kıldırdığım namazların hiçbirinde bu kadar heyecanlanmamıştım. O ikindi namazını nasıl kıldığımı, nasıl kıldırdığımı hâlâ bilemiyorum… Kızı Saime Hanım Bizi Bekliyormuş Çalışmalarım sırasında rastladığım tevafuklar ve manevî yardımlardan birisini burada kaydetmek isterim: Bu çalışmaya başladığımda Tahiri Mutlu Ağabey’in hayatta olan en yakın akrabasının, kızı Saime Hanım olduğunu öğrendim. Bazı bilgileri ancak kendisinden öğrenmem mümkün olacaktı. Bu yüzden, görüşeceklerim arasında baştan beri ona özel bir önem veriyordum. Ankara’daki oğlu Mehmet Bey’le defalarca telefon görüşmesi yaptım. Annesiyle görüşmek için uygun bir zaman ve zemini kolluyorduk. Çünkü Saime Hanım, felç geçirmiş, hastaneye kaldırılmıştı. Biraz kendine gelmesini beklememiz gerekiyordu. Aradan böyle birkaç ay geçti. Daha sonra bazı yurt içi ve yurt dışı seyahatler araya girdi. Neticede bu görüşme altı ay ertelendi.

7-8 Mayıs 2006 tarihli Kütahya programını fırsat bilerek, Saime Hanım başta olmak üzere bir dizi görüşme yapmak üzere Isparta’ya geçmeye karar verdim. Isparta’da dostumuz Ömer Uyar Bey’in refakatiyle en önce Saime Hanım’la görüşmek için 9 Mayıs Pazartesi sabahı Burdur’a hareket ettik. Hareketten önce Saime Hanım’ın damadı Sebahattin Bey’,le yaptığımız telefon görüşmesinde, rahatsızlığını ileri sürerek kendisiyle görüşüp uygun bir zaman tespit etme teklifine âdeta isyan ettim. “Hayır, bunu daha fazla erteleyemem, görüşmek için geliriz, münasip olup olmadığını orada tespit ederiz” dedim ve gittik. Saime Hanım’la bir buçuk saate yakın görüştük. Babası merhum Tahiri Ağabey hakkında kendisine soracaklarımı sordum, cevaplar aldım. Damadı, bizimle konuştuğu süre içinde her zamankinden daha rahat olduğunu ve buna hayret ettiğini söyledi… O gün Burdur’dan Isparta’ya döndük. Ertesi gün İslamköylü 80’lik Hasan Dayı ile görüşecektik. Onunla görüşmeden dönerken Ömer Bey’in telefonu çaldı. Telefonun öteki ucunda Saime Hanım’ın damadı Sebahattin Bey, vardı. Ve Saime Hanım’ın vefat ettiğini haber veriyordu! “İnna lillah ve inna ileyhi raciun…” Görüşmemiz üzerinden 24 saat bile geçmemişti. Mübarek hanım, âdeta bizim gelip kendisiyle görüşmemizi beklemişti. Bu bana aynı zamanda bir ihtardı: “Görüşmeyi geciktireceğiniz her gün, o kişinin son günü olabilir!” Aynı akşam yine Savlı Hasan Kurt’la randevumuz vardı. Üstad’ın talebelerinden Eğirdirli Demirci Salih’in eşi çok rahatsız olduğundan görüşmeyi onun evinde kabul etti. O gece bizden sonra o mübarek hanım da vefat etti… Ertesi gün hem Barla’da Demirci Salih’in hanımının cenazesinde bulunmak hem de Saima Anne’nin Atabey’de cenaze namazını kıldırmak ve dualarla uğurlamak bize nasip oldu.

Onlar Bizim Yol Aydınlığımız Bu abide şahsiyetlerin göz kamaştırıcı muhteşem hayat ve hatıralarını okuyan bazı gençlerin, “Biz nerede, onlar nerede!” deyip ümitsizliğe düştüklerini öğrendim… Evvela, kimse o “güneş”in manzumesinde yer almış şahsiyetlerin kendisi olamaz. O bir devirdi, bütün oyuncuları ve dekorlarıyla geldi geçti, tarih oldu. Sonrakiler, yani bizler, onlar değil, ama onlar gibi olmaya gayret edebiliriz. O hâlde, onları, “önümüze dikilmiş umutsuzluk abidesi” değil, “yol almak için ışıltılı hedefler” olarak görmeliyiz. Ve o hedeflere yaklaştığımız ölçüde kendimizi kârlı bilmeliyiz. Zira hedef olmazsa, nereye ve nasıl varılacağı bilinmez. Peygamberler, veliler, hakikat erleri, doğruya yol almak için insanlığın önüne konulmuş birer parlak rehber ve aydınlık hedeflerdir. “Nur’un Büyük Kumandanı” Zübeyir Gündüzalp’in bu gerçeği ifade eden güzel sözünü tekrar edelim: “İslam büyüklerinin hayatı ve hatıraları, genç nesiller için en güzel rehberdir. Hayatın fırtınalı ve dağdağalı hadiseleri içinde bu rehberler, ışıklı deniz fenerleri gibi aydınlık verirler. Hayatlarını vatan, millet ve din yolunda feda eden maneviyat önderleri, dünyada birer kutup yıldızı oldukları gibi, ukbâda da günahkârların şefaatçisi olurlar.” Rabbim, onları bize dünyada rehber ve ahirette de şefaatçi eylesin! Âmin… Bu yoldaki çalışmalarımda bana destek vaat eden ve teşvik eden, arşivinden verdiği resimlerle de çalışmamızı renklendiren değerli Necmeddin Şahiner Ağabey’e şükranlarımı sunarım. İhsan ATASOY Atakent, 2006 BİRİNCİ BÖLÜM Hayatı Çelebizâdeler TAHİRİ MUTLU’NUN nüfustaki adı, “Mehmet Tahiri Mutlu”dur. 1900’de Isparta’nın, eski ismi Ağrus veya Ağros olan Atabey kazasında dünyaya gelir. Annesinin adı Zübeyde, babasının adı Hüseyin Hüsnü’dür. Savlı Hasan Kurt Tahiri Mutlu’nun babasını anlatırken şöyle der: “Hüsnü Bey’in evinde üç defa misafir kaldım.

İri yarı, Tahiri Ağabey’den daha uzun boyluydu. Hem de çok takvaydı. Yemek geldiğinde iki-üç kaşık alır, öyle durur, bekler. Tabak bitince alır, sanki yıkanmış gibi onu sünnet ederdi.” İslamköylü Hasan Ergünal’a göre, Tahiri Mutlu’nun aslı Karaman’dan gelmiştir. Atabey’e [1] yerleşen aile, Mevlana soyuna bağlı seyyitlere dayanır. Atabey’de kendilerine “Kaputlular” da denilir. Ama asıl, “Büyükçelebiler” veya “Çelebizâdeler” adıyla anılırlar. Çelebizâdeler, Atabey’in asil ve köklü bir sülalesidir. Oldukça varlıklı ve itibarlıdırlar. Atabey’e gelen misafirleri ağırlama, yedirip içirme, misafir etme görevi onlara aitti. Mutlu’lar, ikisi erkek, biri kız olmak üzere üç kardeştirler. Aynı zamanda Tahiri Mutlu’nun ablası olan Ayşe Hanım, Hafız Zühtü ile evlidir. Risale-i Nur’da adı ve hizmetleri çokça anılan Hafız Zühtü, Tahiri Mutlu’nun eniştesidir. Tahiri Mutlu’nun kendinden büyük bir de erkek kardeşi vardır.

Ağabeyi olan Bahri Büyükçelebi, genç yaşta Atabey’den ayrılır, önceleri İzmir, daha sonra da Denizli’ye yerleşir. Hayatını Demir Yolları’nda çalışarak sürdürür. Denizli’de Devlet Demir Yolları’ndan emekli olur. Tahiri’den üç yıl sonra Denizli’de vefat eder. Tahiri Mutlu’nun annesi Zübeyde Hanım, son yıllarında Bahri Bey’in yanında kaldığından o da Denizli’de vefat eder, Bu yüzden Denizli, ailenin ikinci vatanı sayılır… “Mutlu” Soyadı Cumhuriyetten sonra asalet ifade eden unvanlar değiştirilip yeni soyadları alınması için kanun çıkartılır. Tahiri Mutlu’nun ailesi Atabey’de önceleri “Çelebizâdeler” ve “Çelebiler” diye anılır. Ağabeyi Bahri, o sıralarda Atabey dışında, İzmir taraflarında bulunduğu için soyadını “Büyükçelebiler” olarak kaydettirir. Amcaoğulları Nazif ve Mazhar,’lar da İstanbul’a yerleştiklerinden soyadlarını “Çelebi” olarak devam ettirirler. Tahiri Mutlu ise, Atabey Belediyesi’nde memur olması sebebiyle soyadını değiştirmesi için kendisine baskı yapılır. Atabey kaymakamı, inkılap rüzgarlarının da etkisiyle, geçmişe ait izlerin yaşatılmasına tahammülsüzdür. Bu yüzden Tahiri’ye, “Çelebizâdelerden çektiğimiz yetmez mi, değiştir soyadını!” diye baskıda bulunur. Gerçekten ne çekmişlerse ve değişmesi hâlinde hangi yaraya çare olacaksa… Ali İhsan Tola’nın ifadesine göre, “Zâde, Osmanlı’da nesl-i Nebevî’den gelenlerin isimlerinin arkasına gelen bir asalet unvanıdır. Soyadı Kanunu, bu gibi asalet bağlarını unutturmak için konulmuştur!” İstanbul’a yerleşen Nazif, Mazhar, ve Münif Çelebi’ler, Atabeyli ve Tahiri Mutlu’nun amca oğullarıdır. Tahiri Mutlu’nun babası varlıklı biridir. On iki imbikli bir gül yağı üretme tesisi yanında, halı dokuma tezgâhları, gül ve tütün ekilen bahçeleri ve üzüm bağları vardır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir