Jean-Christophe Grange – Seytan Yemini

Ne yaşam ne ölüm. Eric Svendsen’in form doldururken insanı sıkacak ölçüye vardırdığı titizliğinden nefret ediyordum. Özellikle de bugün. Bana bir adli tabibin net ve sarih bir teknik rapor hazırlaması gerekiyordu, hepsi bu. Ama İsveçli kendine hâkim olamıyordu: cümleleri yüksek sesle okuyor, sonra büyük bir itinayla sözcüklerin sıralarını değiştiriyordu. – Luc yakında kendine gelir, diye devam etti. Ya da hiç uyanmaz. Vücut fonksiyonları normal, ancak bilinç kapalı, ölü gibi. Sanki iki dünya arasına sıkışmış. Reanimasyon servisinin holünde oturuyordum. Svendsen ayaktaydı, gün ışığını arkadan alıyordu. Sordum: – Tam olarak nerede olmuş? – Chartres yakınlarındaki kır evinde. – Peki, neden buraya getirmişler? – Chartres’da reanimasyon donanımı yokmuş. – Peki, neden buraya, Hôtel-Dieu’ye? – Böyle daha iyi olacağını düşünmüşler sanırım. Zaten Hôtel-Dieu bir polis hastanesi.


Koltuğuma büzülmüştüm. Suya atlamaya hazır bir olimpiyat yüzücüsü gibiydim. Çift kanatlı kapıdan yayılan antiseptik kokusu sıcak havayla karışıyor ve gırtlağıma yapışıyordu. Kafamın içinde yüzlerce soru vardı: – Onu kim bulmuş? – Bahçıvan. Onu, evin yakınındaki derenin içinde görmüş. Kollarından tutup sudan çekip çıkarmış. Saat sabahın sekiziymiş. Şansa bak ki acil tıbbi yardım servisi yakınlardaymış. Derhal müdahale etmişler. Sahneyi gözümde canlandırmaya çalışıyordum. Vernay’deki ev, tarlalara açılan geniş çimenlik alan, otların altında kaybolmadan önce ormanla sınır oluşturan dere. Orada birçok hafta sonu geçirmiştim… Yasak kelimeyi telaffuz ettim: – İntihar olduğunu kim söyledi? – Acil yardım servisindeki çocuklar. Raporda belirtmişler. – Neden kaza değil? – Vücuduna ağırlıklar takılıymış. Kafamı kaldırdım.

Svendsen ellerini iki yana açtı, üzüntüsünü belirterek. Silueti karbon kâğıdından dekupe edilmiş gibiydi. Çöp gibi ince bir gövde, kıvırcık saçlar, ökseotu gibi yuvarlak bir kafa. – Luc beline metal tellerle bağtaşı bağlamış. Bir tür dalgıç kemeri gibi. – Cinayet olamaz mı? – Saçmalama Mat. O zaman onu vücudunda üç kurşunla bulurduk. Suya atlamış, hepsi bu. Kabul et. İngiltere, Sussex’te bir nehre atlamadan önce ceplerini taşlarla dolduran Virginia Wolf’u düşünüyordum. Svendsen haklıydı. Olay mahalli bile bunun bir ispatıydı. Normalde intihar etmek isteyen herhangi bir polis, beylik tabancasıyla kafasına bir kurşun sıkardı. Luc’ün intiharının törensel bir yanı vardı. Restore etmek, düzenlemek için dünyanın parasını harcadığı çiftlik evi, Vernay, Luc için kusursuz bir tapınak olmuştu demek ki.

Adli tabip elini omzuma koydu. – İntihar eden ilk polis değil. Hepiniz uçurumun kıyısındasınız ve… Yine cümleler. Artık dinlemiyordum. İstatistikleri düşünüyordum. Geçtiğimiz yıl Fransa’da yüzün üstünde polis silahla intihar etmişti. Günümüzde, intihar kariyerine son vermenin bir yöntemi haline gelmişti artık. Koridorun karanlığı bana daha da yoğunlaşmış gibi geldi. Eter kokusu, bunaltıcı sıcak. Luc’le konuşmayalı ne kadar olmuştu? Svendsen’e bakıyordum: – Peki, sen, sen ne arıyorsun burada? Omzunu silkti: – Bana bir ceset getirdiler. Rapée’ye. Bir evi soyarken vurulmuş. Bana cesedi getiren çocuklar Hôtel-Dieu’den geliyorlarmış. Bana Luc’ten bahsettiler. Ben de buraya gelmek için her şeyi bir yana bıraktım.

Sonuçta, müşterilerim beni bekleyebilir. Svendsen’in sözcükleri boşlukta yankılanırken kulaklarımda hâlâ Foucault’nun bir saat önce “Luc kendini öldürmeye kalkışmış” sözleriyle olayı bana bildiren sesi vardı. Migren kafatasımı ele geçirmişti. Svendsen’i daha iyi gözlemliyordum. Beyaz önlük olmadan, tamamen gerçekdışıydı sanki. Ama oydu; çengel gibi eğri, küçük bir burun ve kelebek gözlüğe benzeyen ince gözlükler. Luc’ün başucunda duran bir ölü doktoru… Can sıkıcı. Çift kanatlı servis kapısı açıldı. Kısa boylu, yeşil ameliyat giysisi içinde bir doktor belirdi. Onu hemen tanıdım: Christophe Bourgeois, anestezi ve rehabilitasyon uzmanı. İki yıl önce, 18. Bölge’deki Custune Sokağı’nda etrafa rasgele ateş açan şizoit eğilimli bir pezevengin hayatını kurtarmıştı. Herif, 45’lik bir mermiyi omuriliğine yemeden önce – mermi benim tabancamdan çıkmıştı– iki polis memurunu vurmuştu. Ayağa kalktım ve ona doğru ilerledim. Doktor kaşlarını çattı.

– Tanışıyor muyuz? – Mathieu Durey, Cinayet Masası’ndan. Benzani olayı, mart 2000. Vurulmuş bir soyguncu, sonra burada öldü. Geçen yıl, Créteil’deki mahkemede karşılaştık, gıyabında yargılanırken. “Böyle şeyleri çok gördüm” anlamında bir hareket yaptı. Beyaz ve gür saçları vardı. Yaşıyla uyuşmayan canlı ve çekici saçlar. Reanimasyon servisine doğru baktı: – Komadaki polis için mi buradasınız? – Luc Soubeyras en iyi dostumdu. Suratını buruşturdu, sanki işte yeni bir sıkıntı daha der gibi. – Kurtulacak mı? Doktor sırtındaki yeşil önlüğün bağlarını çözüyordu. – Kalbinin yeniden çalışması bile bir mucize, dedi. Onu sudan çıkardıklarında ölmüştü. – Yani demek istediğiniz… – Klinik olarak ölü. Eğer su bu kadar soğuk olmasaydı, yapacak hiçbir şey yoktu. Ama organizma hipotermiye girmiş, bu da vücuttaki dolaşımı yavaşlatmış.

Chartres’daki çocuklar olağanüstü bir karar verme yeteneği sergilemişler. Kanını yeniden ısıtarak imkânsızı denemişler. Ve imkânsız gerçekleşmiş. Gerçek bir yeniden canlanma. – Nasıl? Onlara doğru yaklaşmış olan Svendsen araya girdi. – Sana açıklarım. Ona ters ters baktım. Bu sırada doktor da saatine bakıyordu: – Gerçekten vaktim yok. Sinirim tepeme çıkmıştı: – En iyi dostum, yan tarafta can çekişiyor. Evet, sizi dinliyorum. – Özür dilerim, dedi doktor, hafifçe gülümseyerek. Henüz tam bir teşhis konmadı. Komanın derinliğini değerlendirmek için bazı testler yapılıyor. – Fizik olarak, durumu nasıl? – Hayata döndü, onu uyandırmak için yapacak pek fazla bir şey yok… Ve eğer komadan çıkarsa, durumunun ne olacağını da bilemiyoruz. Her şey beyin lezyonlarına bağlı, arkadaşınız öldü ve dirildi, anlıyor musunuz? Beyni oksijensiz kaldı, bu da hiç şüphesiz bazı arazlara yol açacaktır.

– Birçok koma tipi var, değil mi? Adam saatine baktı: – Birçok, evet. Bitkisel hayat, mesela, bu durumda hasta bazı uyarılara tepki verir; bir de gerçek koma, hasta tamamen izole durumdadır. Dostunuz şu an ikisinin arasında bir yerde. Ancak bence nörolog Éric Thuillier’yi görmeniz daha iyi olur. “İsmi defterime not ettim.” Şu an testleri o yapıyor. Yarın için ondan bir randevu alın. Adam yeniden saatine bir göz attı, sonra alçak sesle konuştu: – Başka bir şey daha… Karısına sormaya cesaret edemedim, sanırım arkadaşınız uyuşturucu kullanıyordu, değil mi? – Kesinlikle, imkânsız. Neden? – Kolunda iğne izleri var. – Belki de bir tedavi görüyordu. – Hayır. Karısı herhangi bir tedaviden söz etmedi. Çok emin. Doktor tek hareketle önlüğünü çıkardı ve elini bana doğru uzattı: – Bu kez, gerçekten gitmek zorundayım. Beni başka bir serviste bekliyorlar.

Onu bir baş hareketiyle cevapladım ve kapıların yeniden açılıp kapandığını gördüm. Laure. Luc’ün karısı da kâğıttan bir önlük giymiş, başına da alnına kadar inen bir bone takmıştı. Yürümüyor, ayakta sallanıyordu sanki. Ona doğru ilerledim. Sanki sesim veya varlığım onu ürkütmüş gibi geri çekildi. Yüzü soğuk ve ifadesizdi. – Laure, bir ihtiyacın varsa herhangi bir şeye, ben… Hayır, anlamında bir hareket yaptı. Güzel bir kadın hiç olmamıştı, ama şu an bir hortlağa benziyordu. Aceleci bir tavırla mırıldandı: – Dün akşam, eve onsuz gitmemizi söyledi. Vernay’de kalmak istiyordu. Ben neler olduğunu bilmiyorum. Ben… bilmiyorum… Mırıltısı gitgide duyulmaz bir hal aldı. Onu kollarımın arasına almam gerekirdi, ama bu tür içten davranışlar konusunda beceriksizdim. Ne şimdi yapabilmiştim ne de başka bir zaman.

Öylesine konuştum: – Komadan çıkacak, buna eminim. Hem… Bana buz gibi gözlerle baktı. Gözbebeklerindeki kin çok belirgindi. – Bu… bunun sebebi mesleğiniz. Şu aptal mesleğiniz… – Pek öyle değil. Bu… Cümlemi bitiremedim. Laure gözyaşlarına boğuldu. Merhametle ona sarılmak isterdim, ama ona dokunamıyordum. Başımı öne eğdim ve önlüğünün altındaki mantosunun düğmelerinin yanlış iliklendiğini gördüm. Bu ayrıntı beni de az kalsın hıçkırıklara boğacaktı. Burnunu sildikten sonra fısıltıyla konuştu: – Gitmem gerekiyor… Çocuklar beni bekliyor. – Kızlar nerede? – Okulda. Onları etüde bıraktım. Kulaklarım uğulduyordu. Seslerimiz bu uğultunun içinde çınlıyordu.

– Seni götürmemi ister misin? – Arabam var. Yeniden burnunu silerken, onu inceliyordum. Dar bir yüz, tavşan dişler, çoktan grileşmiş kıvırcık saçlar. İstemesem de, aklıma Luc’ün bir düşüncesi geldi. Onun sırrını açıklayan küstahça cümlelerinden biriydi bu: “Kadın. Onu unutmanın en iyi yolu, sorunu mümkün olduğunca çabuk halletmektir.” Gerçekten de yaptığı buydu, kendi bölgesinden, Pireneler’den “ithal ederek” evlendiği bu genç kadın ona iki kez, hem de peş peşe çocuk doğurmuştu. Daha iyisi elimden gelmediğinden söyleyiverdim: – Seni akşam ararım. Laure başını “peki” dercesine salladı ve vestiyere doğru uzaklaştı. Arkama döndüm; anestezist ortadan yok olmuştu. Svendsen hâlâ oradaydı; hazır ve nazır Svendsen. Doktorun yeşil önlüğü bir koltuğa bırakmış olduğunu gördüm ve hemen aldım: – Luc’ü göreceğim. – Sırası değil. Beni sert bir el hareketiyle durdurdu. Doktor biraz önce söyledi; bazı testler yapıyorlarmış.

Öfkeyle ondan kurtuldum, ama o yumuşak bir ses tonuyla sözlerini sürdürdü: – Yarın gelirsin, Mat. Bu herkes için daha iyi. Vücudumdaki öfke dalgası yavaş yavaş etkisini kaybediyordu. Svendsen haklıydı. İşlerini yapmaları için doktorları rahat bırakmalıydım. Orasına burasına sondalar, hortumlar takılmış arkadaşımı görmek bana ne kazandıracaktı? Adli tabibi başımla selamladım ve merdivenlerden indim. Baş ağrım hafifliyordu. Hiçbir şey düşünmeden, yaralı şüphelilerin, yoksunluk krizine girmiş uyuşturucu müptelalarının bulunduğu tutuklu revirine doğru yöneldim, sonra duruverdim, nedense beni tanıyan bir polisle karşılaşmaktan çekinmiştim. Duygu dolu taziyeleri, acıma dolu sözcükleri duymaya hazır değildim. Ama girişteki hole doğru ilerledim. Kapıda, cebimden filtresiz Camel paketini çıkardım ve kocaman Zippomla bir sigara yaktım. Ağız dolusu dumanı ciğerlerime çektim. Gözüm paketin üzerindeki uyarı yazısına takıldı: SİGARA İÇMEK YAVAŞ VE AĞRILI BİR ÖLÜME YOL AÇAR. Sırtımı demir parmaklıklara dayadım ve sigaramdan birkaç nefes daha çektim, sonra sola, varlığımın can damarına, Quai des Orfèvres 36 numaraya yöneldim. Birden vazgeçtim ve durdum, ardından sağa, hayatımın bir diğer dayanağına doğru ilerlemeye başladım.

Notre-Dame Katedrali’ne. 2 Girişten itibaren uyarılar başlıyordu: “Yankesicilere Dikkat Edin”, “Güvenlik Önlemi Olarak İçeri Valizle Girmek Yasaktır”, “Sessiz Olunması Rica Edilir”… Yine de kalabalığa, samimiyetsizliğe rağmen Notre-Dame’ın kapısından içeri adımımı atar atmaz hep aynı heyecanı duyuyordum. Dirseklerimle kendime yol açarak kutsal suyun bulunduğu mermer kaba ulaştım. Parmaklarımı suya daldırdım ve Meryem Ana’nın önünde saygıyla diz çökerek haç çıkardım. O anda 9 mm’lik USP Parabellumumun kabzasını kalçamda hissettim. Uzun zamandan beri bu gibi durumlarda beylik silahım sorun oluyordu. Bir kiliseye böyle silahla girmek doğru bir hareket miydi? Bir süre silahımı arabamın koltuğunun altına saklamış, ama sonra her seferinde 36 numaradaki park yerine dönmem gerektiğinden bundan vazgeçmiştim. Bir ara da, katedralin alçakkabartmaları arasında bir zula bulmayı düşünmüş, ancak bu fikirden de derhal caymıştım; çok tehlikeliydi. Sonuçta Haçlılar da tapınaklara kılıçlarıyla girmiyorlar mıydı? Mumların aydınlattığı sağ taraftaki koridordan ilerledim, üzerlerinde görevli rahiplerin hangi dili konuştuğunu gösteren flamaların bulunduğu günah çıkarma hücrelerini geride bıraktım. Her adımda biraz daha rahatlıyor ve sakinleşiyordum; kilisenin loşluğu bana huzur veriyordu. Duvarları, iç karartıcı kocaman tablolarla, Jeanne d’Arc ve Azize Teresa heykelleriyle kaplı, ancak şu an halka kapalı olan Saint-François-Xavier ve Sainte-Geneviève şapellerini geçtim, Hazine salonunun önündeki kuyruğa takılmadan, koro bölümünün dibine, her akşam gelip dua ederek derin düşüncelere daldığım “benim” şapelime ulaştım. Notre-Dame des Sept-Douleurs Şapeli. Hafifçe aydınlatılmış birkaç sıra, üzerinde kalın mumların ve liturjik eşyaların bulunduğu bir sunak. Sağ tarafa doğru, üzerine diz çökülen küçük iskemlelerin arasına, gözlerden uzak bir yere sokuluverdim. Gözlerimi kapattır kapatmaz bir ses duydum: – Şunlara bak uyukluyorlar.

Luc yanımda duruyordu; on dört yaşında, kızıl saçlı, zayıf Luc. Artık Notre-Dame Katedrali’nde değil, 3. sınıf öğrencileriyle dolu Saint-Michel-de-Sèze Koleji’nin şapelindeydim. Luc sert bir ses tonuyla devam etti: – Ben rahip olunca bütün cemaatim ayakta olacak. Tıpkı bir rock konserindeymiş gibi! Bu yeniyetmenin küstahça tavrı beni şaşırtıyordu. O dönemde inancımı kabul edilemez bir kusur olarak yaşıyordum, çünkü diğer bütün çocuklar din eğitimini hayattaki en kötü şey olarak görüyorlardı. Ama bu oğlan açıkça bir rahip, hem de bir rock’n roll rahibi, olmak istediğini söylüyordu! – Adım Luc, dedi. Luc Soubeyras. Yastığının altında bir Kitabı Mukaddes sakladığını ve senin kadar aptal birini hiç görmediklerini söylüyorlar. Bu durumda sana şunu söylemek isterim: Aynı salaktan bir tane daha var, ben. Ellerini birleştirdi. “Ne mutlu acı çekenlere: göklerin krallığı onlara ait.” Sonra “çak” yapmak için avucunu bana doğru uzattı. Ellerimizin şaklaması beni gerçeğe döndürdü. Gözlerimi kırpıştırdım, Notre-Dame’daki zulamdaydım.

Buz gibi taş zemin, sorgun ağacından dua iskemlesi, ahşap arkalıklar… Yeniden geçmişe daldım. İşte o gün, Saint-Michel-de-Sèze’in en ilginç kişisiyle tanışmıştım. Herkese tepeden bakan, alaycı, ama aynı zamanda da inancı yüksek bir laf ebesiydi. 1981-1982 eğitim yılının ilk aylarındaydık. Luc 3/B sınıfındaydı ve iki yıldan beri de Sèze’deydi. Benim gibi uzun boylu ve zayıftı, coşkulu jestlerle konuşuyordu. Boyumuz ve inancımız dışında, her ikimizin ismi de havari isimleriyle özdeşti. Onun adı Havari Luka’nın, Dante’nin deyişiyle “Tanrı’nın iyiliğinin yazarı”nın ismiyle örtüşüyordu. Benimki ise, gümrük memuruyken İsa’nın çağrısı üzerine onun peşine takılmış ve onun sözlerini yazıya dökmüş Havari Matta’yla örtüşüyordu. Ve her ikisi de İncil yazarıydı. Ortak noktalarımız burada bitiyordu. Ben, Paris’te, 16. Bölge’nin şık bir mahallesinde doğmuştum. Luc Soubeyras ise Yukarı Pireneler’de bir hayalet köy olan Aras’tandı. Babam yetmişli yıllar boyunca reklam işinden bir servet kazanmıştı.

Luc ise, bu bölgede aylardan beri oturduğu halde tanınan amatör bir mağarabilimcinin, öğretmen ve komünist, Nicolas Soubeyras’nın oğluydu; bir sürü mağaraya girmiş ve üç yıl önce de bu mağaralardan birinde kaybolmuştu. Ben, mutlak değerleri olan, kinizm felsefesini benimsemiş bir ailenin tek çocuğu olarak büyümüştüm. Luc ise yatılı kalmadığı zamanlarda, kocası öldükten sonra hafifçe kafayı sıyırmış, alkolik ve Hıristiyan, devlet memurluğundan uzaklaştırılmış bir annenin yanında yaşıyordu. İşte sosyal profil bu şekildeydi. Okuldaki statümüz de oldukça farklıydı. Saint-Michelde-Sèze’de okuyordum, çünkü burası Katolik obediyansına bağlı, Fransa’nın en ünlü ve en pahalı okullarından biriydi, üstelik Paris’ten de oldukça uzaktı. Böylece hafta sonları, karamsar düşüncelerimle, mistik buhranlarımla aileme ayakbağı olma tehlikem de yoktu. Luc’ün ise burada öğrenim görme sebebi yetim olmasıydı, okulu yöneten Cizvitler ona burs vermişti. Aramızda son bir ortak nokta daha vardı: Bu dünyada ikimiz de yalnızdık. Hiçbir bağ, hiçbir ilişki olmadan, ıssız kolejde bitmek tükenmek bilmez hafta sonları geçiriyorduk. Uzun saatler boyunca tanrısal vahiylerden konuşuyorduk. Karşılıklı yaptığımız ifşaatları romanlaştırarak eğleniyorduk, Meryem Anamızın lütfundan etkilenen Claudel veya bir Milano bahçesinden yayılan ışıkta Tanrı’yı gören Aziz Augustinus gibi. Benim için böyle bir şey altı yaşındayken, bir Noel akşamı gerçekleşmişti. Çam ağacının altına konmuş oyuncaklarımı hayranlıkla seyrederken, bir anda kozmik bir boşluğa düşmüş gibi hissetmiştim kendimi. Ellerimin arasında kırmızı bir kamyonu tutarken, aniden her cismin, her ayrıntının arkasında sonsuz ve görünmez bir gerçeklik algılamıştım.

Gerçek perdesinin içinde, bir gizemi ve bir çağrıyı saklayan bir geçit vardı. Gerçeğin bu gizemin içinde saklı olduğunu hissediyordum. Üstelik henüz cevabını bulamamıştım bile. Henüz yolun başındaydım ve tüm bu sorularım zaten bir cevaptı. Daha sonra Aziz Augustinus’u okuyacaktım: “İman arar, zihin bulur…” Bu ölçülü, samimi ifşaat karşısında, Luc’ün de bir ifşaatı vardı, çarpıcı ve heyecan verici bir ifşaat. Tanrı’nın gücünü görmüş olduğunu, gözleriyle gördüğünü söylüyordu; bir mağarayı araştırmaya dağa giden babasının yanındayken. 1978 yılıydı. On bir yaşındaydı. Bir falezin harelenmesinde Tanrı’nın yüzünü görmüştü. Ve dünyanın holistik doğasını anlamıştı. Tanrı her yerdeydi, her çakıl taşında, her tohumda, her rüzgâr esintisinde. Böylece her parça, en küçüğünden en büyüğüne kadar Bütün’ü oluşturuyordu. Luc bir daha asla bundan söz etmemişti. İçimizdeki bu coşku –onun için önemli, benim için ikinci derecede olan– Saint-Michelde Sèze’de biraz daha artmıştı. Bunun sebebi okulda Katolik eğitim verilmesi değildi –tam tersine, kendilerini körü körüne Cizvit inançlarına adamış öğretmenlerimizden nefret ediyorduk– yatılı okul binalarının kampüsün zirvesinde bulunan, bir zamanlar Cîteaux keşişlerine ait bir manastırın çevresinde kurulu olmasıydı.

Yukarıda, gizli buluşma yerlerimiz vardı. Biri, tam çanın dibindeydi, vadiyi panoramik olarak görebiliyorduk. Bir diğeri ki en fazla burayı tercih ediyorduk, avluyu çevreleyen dehlizlerin bulunduğu yerdi, havarilerin heykelleri de oradaydı. Elinde hacı değneğiyle Aziz Büyük Yakup’un veya nacağıyla Aziz Matta’nın aşınmış yüzlerinin gölgesinde dünyayı yeniden kuruyorduk. Litürjik dünyayı! Sırtımızı sütunlara dayıyor, izmaritlerimizi metal bir pastil kutusuna söndürürken kahramanlarımızı kafamızda canlandırıyorduk; İsa’nın sözlerini yaymak için yollara düşen ve arenalarda can veren ilk şehitler, ayrıca Aziz Augustinus, Aziz Thomas, Juan de la Cruz… Kendimizi Vatikan’ın kırış kırış olmuş kardinallerini silkeleyerek Kilise hukukunda devrim yapan ve tüm dünyada yeni Hıristiyanlar kazanmak için yepyeni çözümler bulan modern Haçlılar, din savaşçıları, teologlar olarak hayal ediyorduk. Diğer öğrenciler kızların yatakhanelerine girmek için planlar yaparken ve walkman’lerinde günün moda şarkılarını dinlerken biz sürekli olarak Kudas’ın gizemini, metinlerini, Aristoteles’i, Aguino’lu Aziz Tommaso’yu konuşuyor, gerçekleşmesinin çok yakın olduğunu düşündüğümüz II. Vatikan konsili üzerine yorumlar yapıyorduk. İç avludaki kesilmiş otların, buruşturduğum Gauloises paketlerindeki tütünün kokusunu hâlâ duyuyorum ve seslerimiz, hayat dolu seslerimiz, kahkahalarımız hâlâ kulaklarımda. Bu gizli toplantılarımız her zaman Bernanos’un Journal d’un curé de campagne’ın son sözcükleriyle sona eriyordu: “Bunu yapan nedir? Her şey bir lütuf.” Bu söylendiğinde, her şey söylenmiş oluyordu. Notre-Dame’ın orgları beni kendime getirdi. Saatime baktım: 17:45’ti. Pazartesi akşam duası başlıyordu. Uyuşukluğumdan silkindim ve ayağa kalktım. Şiddetli bir acıyla iki büklüm oldum.

Durumu artık daha iyi kavrıyordum: Luc yaşam ile ölüm arasındaydı; intihar çıkışı olmayan bir umutsuzluğun eşanlamlısıydı. Yürümeye başladım, hafifçe topallıyordum, elim sol kasığımdaydı. Gri yağmurluğumun içinde dalgalandığımı hissediyordum. Tek tutunma noktam, karnımın üzerine kavuşturduğum ellerim ve uzun süreden beri kemerimde taşıdığım USP Heckler&Koch’tu. Gölgesi bir yılan gibi önünde kıvrılan bir hayalet polis, restorasyonu yapılan koro bölümündeki iskeleyi gizleyen uzun beyaz perdenin suç ortağı. Dışarıda yeni bir şok yaşadım. Hayır, gün ışığından değildi bu, aklıma gelen ve yüreğimi delen bir başka anıydı. Luc’ün beyaz, tozlu yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Kızıl saçları, eğri burnu, ince dudakları ve yağmur altında gülen birer su birikintisi gibi parlayan iri gri gözleri. O anda bir vahiy geldi sanki. Gerçek bugün gözümden kaçmıştı. Luc Soubeyras intihar edemezdi. İşte bu kadar basitti gerçek. Onun yapısında bir Katolik asla hayatına son vermezdi. Hayat Tanrı’nın bir armağanıydı ve asla istediğin gibi kullanamazdın.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir