Jean Christophe Grange – Seytan Yemini

Ne yaşam ne ölüm. Eric Svendsen’in form doldururken insanı sıkacak ölçüye vardırdığı titizliğinden nefret ediyordum. Özellikle de bugün. Bana bir adli tabibin net ve sarih bir teknik rapor hazırlaması gerekiyordu, hepsi bu. Ama Đsveçli kendine hâkim olamıyordu: cümleleri yüksek sesle okuyor, sonra büyük bir itinayla sözcüklerin sıralarını değiştiriyordu. – Luc yakında kendine gelir, diye devam etti. Ya da hiç uyanmaz. Vücut fonksiyonları normal, ancak bilinç kapalı, ölü gibi. Sanki iki dünya arasına sıkışmış. Reanimasyon servisinin holünde oturuyordum. Svendsen ayaktaydı, gün ışığını arkadan alıyordu. Sordum: – Tam olarak nerede olmuş? – Chartres yakınlarındaki kır evinde. – Peki, neden buraya getirmişler? – Chartres’da reanimasyon donanımı yokmuş. – Peki, neden buraya, Hötel-Dieu’ye? -Böyle daha iyi olacağını düşünmüşler sanırım. Zaten Hötel-Dieu bir polis hastanesi.


Koltuğuma büzülmüştüm. Suya atlamaya hazır bir olimpiyat yüzücüsü gibiydim. Çift kanatlı kapıdan yayılan antiseptik kokusu sıcak havayla kanşıyor ve gırtlağıma yapışıyordu. Kafamın içinde yüzlerce soru vardı: – Onu kim bulmuş? – Bahçıvan. Onu, evin yakınmdaki derenin içinde görmüş. Kollarından tutup sudan çekip çıkarmış. Saat sabahın sekiziymiş. Şansa bak ki acil tıbbi yardım servisi yakmlardaymış. Derhal müdahale etmişler. Sahneyi gözümde canlandırmaya çalışıyordum. Vernay’deki ev, tarlalara açılan geniş çimenlik alan, otların altında kaybolmadan önce ormanla sınır oluşturan dere. Orada birçok hafta sonu geçirmiştim… Yasak kelimeyi telaffuz ettim: – Đntihar olduğunu kim söyledi? – Acil yardım servisindeki çocuklar. Raporda belirtmişler. – Neden kaza değil? – Vücuduna ağırlıklar takılıymış. Kafamı kaldırdım.

Svendsen ellerini iki yana açtı, üzüntüsünü belirterek. Silueti karbon kâğıdından dekupe edilmiş gibiydi. Çöp gibi ince bir gövde, kıvırcık saçlar, ökseotu gibi yuvarlak bir kafa. – Luc beline metal tellerle bağtaşı bağlamış. Bir tür dalgıç kemeri gibi. – Cinayet olamaz mı? – Saçmalama Mat. O zaman onu vücudunda üç kurşunla bulurduk. Suya atlamış, hepsi bu. Kabul et. Đngiltere, Sussex’te bir nehre atlamadan önce ceplerini taşlarla dolduran Virginia Wolf u düşünüyordum. Svendsen haklıydı. Olay mahalli bile bunun bir ispatıydı. Normal de intihar etmek isteyen herhangi bir polis, beylik tabancasıyla kafasına bir kurşun sıkardı. Luc’ün intiharının törensel bir yanı vardı. Restore etmek, düzenlemek için dünyanın parasını harcadığı çiftlik evi, Vemay, Luc için kusursuz bir tapınak olmuştu demek ki.

Adli tabip elini omzuma koydu. – intihar eden ilk polis değil. Hepiniz uçurumun kıyısındasınız ve… Yine cümleler. Artık dinlemiyordum, istatistikleri düşünüyordum. Geçtiğimiz yıl Fransa’da yüzün üstünde polis silahla intihar etmişti. Günümüzde, intihar kariyerine son vermenin bir yöntemi haline gelmişti artık. Koridorun karanlığı bana daha da yoğunlaşmış gibi geldi. Eter kokusu, bunaltıcı sıcak. Luc’le konuşmayalı ne kadar olmuştu? Svendsen’e bakıyordum: – Peki, sen, sen ne arıyorsun burada? Omzunu silkti: – Bana bir ceset getirdiler. Rapee’ye. Bir evi soyarken vurulmuş. Bana cesedi getiren çocuklar Hötel-Dieu’den geliyorlarmış. Bana Luc’ten bahsettiler. Ben de buraya gelmek için her şeyi bir yana bıraktım. Sonuçta, müşterilerim beni bekleyebilir.

Svendsen’in sözcükleri boşlukta yankılanırken kulaklarımda hâlâ Foucault’nun bir saat önce “Luc kendini öldürmeye kalkışmış” sözleriyle olayı bana bildiren sesi vardı. Migren kafatasımı ele geçirmişti. Svendsen’i daha iyi gözlemliyordum. Beyaz önlük olmadan, tamamen gerçekdışıydı sanki. Ama oydu; çengel gibi eğri, küçük bir burun ve kelebek gözlüğe benzeyen ince gözlükler. Luc’ün başucunda duran bir ölü doktoru… Can sıkıcı. Çift kanatlı servis kapısı açıldı. Kısa boylu, yeşil ameliyat giysisi içinde bir doktor belirdi. Onu hemen tamdım: Christophe Bourgeois, anestezi ve rehabilitasyon uzmanı, iki yıl önce, 18. Bölge’deki Custune Soka-ğı’nda etrafa rasgele ateş açan şizoit eğilimli bir pezevengin hayatını kurtarmıştı. Herif, 45’lik bir mermiyi omuriliğine yemeden önce -mermi benim tabancamdan çıkmıştı- ilci polis memurunu vurmuştu. Ayağa kalktım ve ona doğru ilerledim. Doktor kaşlarını çattı. – Tanışıyor muyuz? – Mathieu Durey, Cinayet Masası’ndan. Benzani olayı, mart 2000.

Vurulmuş bir soyguncu, sonra burada öldü. Geçen yıl, Creteil’deki mahkemede karşılaştık, gıyabında yargılanırken. “Böyle şeyleri çok gördüm” anlamında bir hareket yaptı. Beyaz ve gür saçları vardı. Yaşıyla uyuşmayan canlı ve çekici saçlar. Reanimas-yon servisine doğru baktı: – Komadaki polis için mi buradasınız? – Luc Soubeyras en iyi dostumdu. Suratını buruşturdu, sanki işte yeni bir sıkıntı daha der gibi. – Kurtulacak mı? Doktor sırtındaki yeşil önlüğün bağlarını çözüyordu. – Kalbinin yeniden çalışması bile bir mucize, dedi. Onu sudan çıkardıklarında ölmüştü. – Yani demek istediğiniz… – Klinik olarak ölü. Eğer su bu kadar soğuk olmasaydı, yapacak hiçbir şey yoktu. Ama organizma hipotermiye girmiş, bu da vücuttaki dolaşımı yavaşlatmış. Chartres’daki çocuklar olağanüstü bir karar verme yeteneği sergilemişler. Kanını yeniden ısıtarak imkânsızı denemişler.

Ve imkânsız gerçekleşmiş. Gerçek bir yeniden canlanma. – Nasıl? Onlara doğru yaklaşmış olan Svendsen araya girdi. – Sana açıklarım. Ona ters ters baktım. Bu sırada doktor da saatine bakıyordu: – Gerçekten vaktim yok. Sinirim tepeme çıkmıştı: – En iyi dostum, yan tarafta can çekişiyor. Evet, sizi dinliyorum. -Özür dilerim, dedi doktor, hafifçe gülümseyerek. Henüz tam bir teşhis konmadı. Komanın derinliğini değerlendirmek için bazı testler yapılıyor. – Fizik olarak, durumu nasıl? -Hayata döndü, onu uyandırmak için yapacak pek fazla bir şey yok… Ve eğer komadan çıkarsa, durumunun ne olacağını da bilemiyoruz. Her şey beyin lezyonlarına bağlı, arkadaşınız öldü ve dirildi, anlıyor musunuz? Beyni oksijensiz kaldı, bu da hiç şüphesiz bazı arazlara yol açacaktır. – Birçok koma tipi var, değil mi? Adam saatine baktı: – Birçok, evet. Bitkisel hayat, mesela, bu durumda hasta bazı uyarılara tepki verir; bir de gerçek koma, hasta tamamen izole durumdadır.

Dostunuz şu an ikisinin arasında bir yerde. Ancak bence nörolog Eric Thuillier’yi görmeniz daha iyi olur. “Đsmi defterime not ettim.” Şu an testleri o yapıyor. Yarın için ondan bir randevu alın. Adam yeniden saatine bir göz attı, sonra alçak sesle konuştu: – Başka bir şey daha… Karısına sormaya cesaret edemedim, sanırım arkadaşınız uyuşturucu kullanıyordu, değil mi? – Kesinlikle, imkânsız. Neden? – Kolunda iğne izleri var. – Belki de bir tedavi görüyordu. – Hayır. Karısı herhangi bir tedaviden söz etmedi. Çok emin. Doktor tek hareketle önlüğünü çıkardı ve elini bana doğru uzattı: -Bu kez, gerçekten gitmek zorundayım. Beni başka bir serviste bekliyorlar. Onu bir baş hareketiyle cevapladım ve kapıların yeniden açılıp kapandığını gördüm. Laure.

Luc’ün karısı da kâğıttan bir önlük giymiş, başına da alnına kadar inen bir bone takmıştı. Yürümüyor, ayakta sallanıyordu sanki. Ona doğru ilerledim. Sanki sesim veya varlığım onu ürkütmüş gibi geri çekildi. Yüzü soğuk ve ifadesizdi. – Laure, bir ihtiyacın varsa herhangi bir şeye, ben… Hayır, anlamında bir hareket yaptı. Güzel bir kadın hiç olmamıştı, ama şu an bir hortlağa benziyordu. Aceleci bir tavırla mırıldandı: -Dün akşam, eve onsuz gitmemizi söyledi. Vernay’de kalmak istiyordu. Ben neler olduğunu bilmiyorum. Ben… bilmiyorum… Mırıltısı gitgide duyulmaz bir hal aldı. Onu kollarımın arasına almam gerekirdi, ama bu tür içten davranışlar konusunda beceriksizdim. Ne şimdi yapabilmiştim ne de başka bir zaman. Öylesine konuştum: – Komadan çıkacak, buna eminim. Hem… Bana buz gibi gözlerle baktı.

Gözbebeklerindeki kin çok belirgindi. – Bu… bunun sebebi mesleğiniz. Şu aptal mesleğiniz… – Pek öyle değil. Bu… Cümlemi bitiremedim. Laure gözyaşlarına boğuldu. Merhametle ona sarılmak isterdim, ama ona dokunamıyordum. Başımı öne eğdim ve önlüğünün altındaki mantosunun düğmelerinin yanlış iliklendiğini gördüm. Bu ayrıntı beni de az kalsın hıçkırıklara boğacaktı. Burnunu sildikten sonra fısıltıyla konuştu: – Gitmem gerekiyor… Çocuklar beni bekliyor. – Kızlar nerede? – Okulda. Onları etüde bıraktım. Kulaklarım uğulduyordu. Seslerimiz bu uğultunun içinde çınlıyordu. – Seni götürmemi ister misin? – Arabam var. Yeniden burnunu silerken, onu inceliyordum.

Dar bir yüz, tavşan dişler, çoktan grileşmiş kıvırcık saçlar. Đstemesem de, aklıma Luc’ün bir düşüncesi geldi. Onun stmnı açıklayan küstahça cümlelerinden biriydi bu: “Kadın. Onu unutmanın en iyi yolu, sorunu mümkün olduğunca çabuk halletmektir.” Gerçekten de yaptığı buydu, kendi bölgesinden, Pirene-ler’den “ithal ederek” evlendiği bu genç kadın ona iki kez, hem de peş peşe çocuk doğurmuştu. Daha iyisi elimden gelmediğinden söyleyiverdim: – Seni akşam ararım. Laure başım “peki” dercesine salladı ve vestiyere doğru uzaklaştı. Arkama döndüm; anestezist ortadan yok olmuştu. Svendsen hâlâ oradaydı; hazır ve nazır Svendsen. Doktorun yeşil önlüğü bir koltuğa bırakmış olduğunu gördüm ve hemen aldım: – Luc’ü göreceğim. – Sırası değil. Beni sert bir el hareketiyle durdurdu. Doktor biraz önce söyledi; bazı testler yapıyorlarmış. Öfkeyle ondan kurtuldum, ama o yumuşak bir ses tonuyla sözlerini sürdürdü: – Yarın gelirsin, Mat. Bu herkes için daha iyi.

Vücudumdaki öfke dalgası yavaş yavaş etkisini kaybediyordu. Svendsen haklıydı. Đşlerini yapmaları için doktorları rahat bırakmalıydım. Orasına burasına sondalar, hortumlar takılmış arkadaşımı görmek bana ne kazandıracaktı? Adli tabibi başımla selamladım ve merdivenlerden indim. Baş ağrım hafifliyordu. Hiçbir şey düşünmeden, yaralı şüphelilerin, yoksunluk krizine ginniş uyuşturucu müptelalarının bulunduğu tutuklu revirine doğru öneldim, sonra duruverdim, nedense beni tanıyan bir polisle karşılaşmaktan çekinmiştim. Duygu dolu taziyeleri, acıma dolu sözcükleri duymaya hazır değildim. Ama girişteki hole doğru ilerledim. Kapıda, cebimden filtresiz Camel paketini çıkardım ve kocaman Zippomla bir sigara yaktım. Ağız dolusu dumanı ciğerlerime çektim. Gözüm paketin üzerindeki uyarı yazısına takıldı: SĐGARA ĐÇMEK YAVAŞ VE AĞRILI BĐR ÖLÜME YOL AÇAR. Sırtımı demir parmaklıklara dayadım ve sigaramdan birkaç nefes daha çektim, sonra sola, varlığımın can damarına, Quai des Orfevres 36 numaraya yöneldim. Birden vazgeçtim ve durdum, ardından sağa, hayatımın bir diğer dayanağına doğru ilerlemeye başladım. Notre-Dame Katedrali’ne. 2 Girişten itibaren uyanlar başlıyordu: “Yankesicilere Dikkat Edin”, “Gü-Venlil< Önlemi Olarak Đçeri Valizle Girmek Yasaktır”, “Sessiz Olunması Ri-Ca Edilir”… Yine de kalabalığa, samimiyetsizliğe rağmen Notre-Dame’m aPisından içeri adımımı atar almaz hep aynı heyecanı duyuyordum.

Dirseklerimle kendime yol açarak kutsal suyun bulunduğu mermer kaba ulaştım. Parmaklarımı suya daldırdım ve Meryem Ana’nm önünde saygıyla diz çökerek haç çıkardım. 0 anda 9 mm’lik USP Parabellumumun kabzasını kalçamda hissettim. Uzun zamandan beri bu gibi durumlarda beylik silahım sorun oluyordu. Bir kiliseye böyle silahla girmek doğru bir hareket miydi? Bir süre silahımı arabamın koltuğunun altına saklamış, ama sonra her seferinde 36 numaradaki park yerine dönmem gerektiğinden bundan vazgeçmiştim. Bir ara da, katedralin alçakkabartmaları arasında bir zula bulmayı düşünmüş, ancak bu fikirden de derhal caymıştım; çok tehlikeliydi. Sonuçta Haçlılar da tapmaklara kılıçlarıyla girmiyorlar mıydı? Mumların aydınlattığı sağ taraftaki koridordan ilerledim, üzerlerinde görevli rahiplerin hangi dili konuştuğunu gösteren flamaların bulunduğu günah çıkarma hücrelerini geride bıraktım. Her adımda biraz daha rahatlıyor ve sakinleşiyordum; kilisenin loşluğu bana huzur veriyordu. Duvarları, iç karartıcı kocaman tablolarla, Jeanne d’Arc ve Azize Teresa heykelleriyle kaplı, ancak şu an halka kapalı olan Saint-François-Xavier ve Sainte-Genevieve şapellerini geçtim, Hazine salonunun önündeki kuyruğa takılmadan, koro bölümünün dibine, her akşam gelip dua ederek derin düşüncelere daldığım “benim” şapelime ulaştım. Notre-Dame des Sept-Douleurs Şapeli. Hafifçe aydınlatılmış birkaç sıra, üzerinde kalın mumların ve liturjik eşyaların bulunduğu bir sunak. Sağ tarafa doğru, üzerine diz çökülen küçük iskemlelerin arasına, gözlerden uzak bir yere sokuluverdim. Gözlerimi kapattır kapatmaz bir ses duydum: – Şunlara bak uyukluyorlar. Luc yanımda duruyordu; on dört yaşında, kızıl saçlı, zayıf Luc. Artık Notre-Dame Katedrali’nde değil, 3.

sınıf öğrencileriyle dolu Saint-Mie hel-de-Seze Koleji’nin şapelindeydim. Luc sert bir ses tonuyla devam etti: -Ben rahip olunca bütün cemaatim ayakta olacak. Tıpkı bir rock konserindeymiş gibi! Bu yeniyetmenin küstahça tavrı beni şaşırtıyordu. O dönemde inan cimi kabul edilemez bir kusur olarak yaşıyordum, çünkü diğer bütün çocuklar din eğitimini hayattaki en kötü şey olarak görüyorlardı. Anti bu oğlan açıkça bir rahip, hem de bir rock’n roll rahibi, olmak istediği ıü söylüyordu! – Adım Luc, dedi. Luc Soubeyras. Yastığının altında bir Kitabı Mukaö des sakladığını ve senin kadar aptal birini hiç görmediklerini söylüyor lar. Bu dtuıuTida sana şunu söylemek isterim: Aynı salaktan bir tane d» . ha var, ben. Ellerini birleştirdi. “Ne mutlu acı çekenlere: göklerin kraUt ğı onlara ait.” Sonra “çak” yapmak için avucunu bana doğru uzattı. Ellerimizin şaklaması beni gerçeğe döndürdü. Gözlerimi kapıştırdım, NotreDame’daki zulamdaydım. Buz gibi taş zemin, sorgun ağacından dua iskemlesi, ahşap arkalıklar… Yeniden geçmişe daldım.

Đşte o gün, Saint-Michel-de-Seze’in en ilginç kişisiyle tanışmıştım. Herkese tepeden bakan, alaycı, ama aynı zamanda da inancı yüksek bir laf ebesiydi. 1981- 1982 eğitim yılının ilk aylarmdaydık. Luc 3/B smı-fmdaydı ve iki yıldan beri de Seze’deydi. Benim gibi uzun boylu ve zayıftı, coşkulu jestlerle konuşuyordu. Boyumuz ve inancımız dışında, her ikimizin ismi de havari isimleriyle özdeşti. Onun adı Havari Lu-ka’nm, Dante’nin deyişiyle “Tanrı’nın iyiliğinin yazarı”nın ismiyle örtü-şüyordu. Benimki ise, gümrük memuruyken Đsa’nın çağrısı üzerine onun peşine takılmış ve onun sözlerini yazıya dökmüş Havari Matta’yla örtüşüyordu. Ve her ikisi de Đncil yazarıydı. Ortak noktalarımız burada bitiyordu. Ben, Paris’te, 16. Bölge’nin şık bir mahallesinde doğmuştum. Luc Soubeyras ise Yukarı Pireneler’de bir hayalet köy olan Aras’tandı. Babam yetmişli yıllar boyunca reklam işinden bir servet kazanmıştı. Luc ise, bu bölgede aylardan beri oturduğu halde tanınan amatör bir mağarabilimcinin, öğretmen ve komünist, Nicolas Soubeyras’nın oğluydu; bir sürü mağaraya girmiş ve üç yıl önce de bu mağaralardan birinde kaybolmuştu.

Ben, mutlak değerleri olan, kinizm felsefesini benimsemiş bir ailenin tek çocuğu olarak büyümüştüm. Luc ise yatılı kalmadığı zamanlarda, kocası öldükten sonra hafifçe kafayı sıyırmış, alkolik ve Hıristiyan, devlet memurluğundan uzaklaştırılmış bir annenin yanmda yaşıyordu. Đşte sosyal profil bu şekildeydi. Okuldaki statümüz de oldukça farklıydı. SaintMichel-de-Seze’de okuyordum, çünkü burası Katolik obedi-yansına bağlı, Fransa’nın en ünlü ve en pahalı okullarından biriydi, üstelik Paris’ten de oldukça uzaktı. Böylece hafta sonlan, karamsar düşüncelerimle, mistik buhranlarımla aileme ayakbağı olma tehlikem de yoktu. Luc’ün ise burada öğrenim görme sebebi yetim olmasıydı, okulu yöneten Cizvitler ona burs vermişti. Aramızda son bir ortak nokta daha vardı: Bu dünyada ikimiz de yalnızdık. Hiçbir bağ, hiçbir ilişki olmadan, ıssız kolejde bitmek tükenmek bilmez hafta sonları geçiriyorduk. Uzun saatler boyunca tanrısal vahiylerden konuşuyorduk. Karşılıklı yaptığımız ifşaatları romanlaştırarak eğleniyorduk, Meryem Anamızın lütfundan etkilenen Claudel veya bir Milano bahçesinden yayı- ‘ lan ışıkta Tann’yı gören Aziz Augustinus gibi. Benim için böyle bir şey altı yaşındayken, bir Noel akşamı gerçekleşmişti. Çam ağacının altına konmuş oyuncaklarımı hayranlıkla seyrederken, bir anda kozmik bir boşluğa düşmüş gibi hissetmiştim kendimi. Ellerimin arasında kırmızı bir kamyonu tutarken, aniden her cismin, her ayrıntının arkasında sonsuz ve görünmez bir gerçeklik algılamıştım. Gerçek perdesinin içinde, bir gizemi ve bir çağrıyı saklayan bir geçit vardı.

Gerçeğin bu gizemin içinde saklı olduğunu hissediyordum. Üstelik henüz cevabını bulamamıştım bile. Henüz yolun basındaydım ve tüm bu sorularım zaten bir cevaptı. Daha sonra Aziz Augustinus’u okuyacaktım: “îman arar, zihin bulur…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir