Umberto Eco – Düşman Yaratmak

Bu derlemenin asıl başlığı, şu andaki altbaşlığı, yani “rastgele yazılar” olacaktı. Editörün, kibirlilik derecesinde mütevazı bir başlığın okurların ilgisini çekmeyeceğine dair haklı endişeleri, öte yandan ilk deneme yazısının başlığının ilgi uyandırabileceğine dair görüşü nihai seçim üzerinde etkili oldu. Rastgele bir yazı nedir ve özellikleri nelerdir? Baş özelliği, yazarın belli bir konuyla ilgileurneyi hiç düşünmemiş olması, ama bu konuda bir dizi sohbete katılma veya deneme yazma çağrısı üzerine ilgilenmiş olmasıdır. Böyle bir konu, yazar için bir dürtü oluşturmuş veya onu aksi takdirde ihmal edeceği bir şeyler hakkında düşünmeye itmiş olabilir, hatta bazen dışarıdan önerilen bir konu, içsel bir heves sonucunda ortaya çıkan bir konudan daha verimli bile olabilir. Rastgele yazıların bir başka özelliği, ne pahasına olursa olsun özgünlük elde etmek yerine, hem konuşanı hem de dinleyeni eğlendirmeyi amaçlamasıdır. Kısacası, rastgele yazılar Roxane’ın Christian’a (ve onun aracılığıyla Cyrano’ya) “bana aşktan söz edin” türünden meydan okumalarına benzer bir şekilde, abartılı retorik alıştırmalardır. Hepsi de son on yıl içinde yazılmış olan her bir yazının altına tarihini ve yazılma gerekçesini yazdım, ama rastgele olduklarını vurgulamak için “Mutlak ve Göreceli” ile “Alevler Güzeldir”in La Milanesiana adlı festivalin okuma akşamla- 12 rı kapsamında okunduğunu ve bu akşamların belli konulara odaklandığını hatırlatmak isterim; görecilikle ilgili tartışmaların patlak verdiği yıllarda mutlak olandan söz etmek ilginç bir fırsat oluşturduysa da, ateş konusu benim için gerçek bir sınav anlamına geldi, çünkü o konuyla (sıcağı sıcağına) ilgilenmem gerekeceği hiç aklıma gelmemişti. “Cennette Embriyolara Yer Yok”, 2008’de Bologna’da araştırma etiği alanında düzenlenen bir kongrede sunulan, sonra da editörlüğünü Francesco Galofaro’nun yaptığı Etica della ricerca medica e identita cuZturale europea [Tıp Araştırmaları Etiği ve Avrupa Kültürel Kimliği] (Bologna, clueb, 2009) kitabına alınmış olan bir yazıdır. “Kırk Y ıl Sonra 63 Grubu” ise yine Bologna’da düzenlenen ve yazıının başlığında sözü edilen konuya odaklanan bir kongrenin açılışında sunuldu. Hugo’da abartının poetikası üzerine düşünceler, üç farklı yazı ve konuşmadan sentezlendi; hayali astronomiler üzerine eğlencelik yazım ise iki versiyon halinde ve büyük bir yüzsüzlükle, biri astronomi, diğeri de coğrafya alanında iki farklı kongrede sunuldu. “Hazine Arayışı” aynı konuda çeşitli yazıları özetler, “Fermente Lezzetler” ise Piero Camporesi’yi konu alan bir kongre için hazırlandı. “Velinalar ve Sessizlik”, neredeyse hiçbir hazırlık yapmadan, İtalyan Semiyotik Derneği’nin 2009 yılındaki kongresinde sunuldu. Üç farklı yılda Almanacco del bibliofilo’da [Bibliyofil Almanağı] yayırolanmış ve bu almanakların konularından ilham alınmış gerçek anlamda eğlencelik olan üç yazı var: bu yazılar ve alınanak konuları sırasıyla şöyle: “Eski Köye Yeni Adet” ve “Yeni Ütopya Adalarını Ararken”, “Ben Edmond Dantes’im!” ve “Gençlik Y ıllarının Okumaları Üzerine Duygusal, Başıboş Düşünceler”, “Bir Ulysses Eksikti” ve “Gecikmiş Eleştiriler”. “Adalar Neden Asla Bulunamaz?” da 2011 13 yılının Almanacco del bibliofilo’sunda yayımlanmıştır, ama aynı zamanda 2010 yılında Carloforte’de adalar konusunda düzenlenen bir kongrede sunulan bir yazıyı yeniden ele alır. “WikiLeaks Üzerine Düşünceler”, biri Liberation’da (2 Aralık 2010), diğeri Espresso’da (31 Aralık 2010) yayırolanmış iki makaleden sentezlendi.


Son olarak da, bu derlemenin ilk yazısı olan “Düşmanı İnşa Etmek”l Ivano Dionigi tarafından Bologna Üniversitesi’nde düzenlenen ve klasikleri konu alan toplantılardan birinde okundu. Tabii bu konu Gian Antonio Stella’nın Negri, froci, giudei & co. L’eterna guerra contro l’altro [Zenciler, İbneler, Yahudiler ve Ortakları. Öteki’ne Karşı Ebedi Savaş] (Milano, Rizzoli, 2009) adlı üç yüz sayfadan uzun kitabında harika bir şekilde işlendikten sonra benim bu yirmi sayfam biraz cimri gibi durabilir, ama ne yapalım, hem zaten unutulmalarına gönlüm elvermedi, zira durmaksızın yeni düşmanlar inşa etmeye devam ediyoruz. 1. italyanca”Costruire il nemico”(ed.n.). Düşmanı inşa etmek* Y ıllar önce New York’ta adı zor anlaşılan bir taksi şoförüne rastladım, Pakistanlıymış. Bana nereden geldiğimi sordu, ben de İtalya dedim. Nüfusumuzu sordu, sayımızın bu kadar az olduğuna ve İngilizce konuşmadığımıza şaşırdı. Sonra düşmanlarımızın kim olduğunu sordu. Ben “Efendim?” deyince de sabırlı bir edayla ihtilaflı topraklar, etnik temelli nefret, sınır ihlalleri gibi nedenlerden dolayı hangi halklada yüzyıllardan beri savaş halinde olduğumuzu öğrenmek istediğini anlattı. Ona hiç kimseyle savaş halinde olmadığımızı söyledim. Bana yine büyük bir sabırla tarihi anlamda rakiplerimizin kim olduğunu -kimin bizi öldürdüğünü, bizim de kimi öldürdüğümüzü- bilmek istediğini anlattı.

Ona yine böyle bir şeyin olmadığını, son savaş halinden beri yarım yüzyıldan uzun bir sürenin geçtiğini, üstelik o savaşa da bir düşmanla başlayıp başka bir düşmanla bitirdiğimizi söyledim. Ama şoför verdiğim cevaptan hoşnut kalmadı. Düşmanları olmayan bir halk olabilir mi? Taksiden inerken, miskin barışçılığımızı telafi etmek için ona iki dolar bahşiş bıraktım, ama sonra asıl verınem gereken cevap aklıma geldi, çünkü İtalyanların düşmanlarının olmadığı doğru değil. İtalyanların dış düşmanları yoktur veya en azından düşmanlarının kim olduğunu kararlaştırmak için anlaşmaya varacak du- * 15 Mayıs 2008’de, klasikleri konu alan akşamlar çerçevesinde Bologna Üniversitesi’nde sunulmuş ve lvano Dionigi’nin {haz.) Elogio de/la politica [Politikaya Övgü], M ila no, BUR, 2009, kitabında yayımlanmış konferans. 16 rumda değiller, çünkü birbirleriyle savaşmakla meşguller: Pisa’ya karşı Lucca, Guelflere karşı Ghibellin’ler, Kuzey’e karşı Güney, faşistlere karşı partizanlar, mafyaya karşı devlet, hükümete karşı hakimler- maalesef o dönemde henüz iki Prodi hükümeti düşmemişti, yoksa ona dost ateşinden dolayı savaş kaybetmenin ne anlama geldiğini de anlatabilirdim. Ancak o hadise üzerinde düşünme imkanı bulunca, ülkemizin son altmış yılda karşılaştığı felaketlerden birinin gerçek düşmanların yokluğu olduğuna karar verdim. İtalya’nın birliği, Avusturyalıların, ya da -Berchet’in deyişiyle- asabi, nahoş Almanlar’ın varlığı sayesinde gerçekleşmiştir; Mussolini, bizi yarım kalmış bir zaferden ve Dogali ile Adua’da maruz kaldığımız küçük düşürücü yenilgilerden dolayı ve bize haksız yaptırımlar uygulayan Yahudi demo-plütokrasilerden intikam almaya teşvik ederken halkın onayından yararlandı. Kötülük İmparatorluğu ortadan kalkıp büyük düşman Sovyetler dağılınca Amerika Birleşik Devletleri’nde olanlara da bakmak lazım. Sovyetler Birliği’yle mücadele ederken aldığı yardımları hatırlayıp Amerika Birleşik Devletleri’ne yardım elini uzatan ve Bush için yeni düşmanlar yaratarak hem ulusal kimlik duygusunu, hem de kendi iktidarını pekiştirme fırsatı veren Bin Ladin olmasaydı, kimlikleri çökerdi. Düşman sahibi olmak sadece kimliğimizi tanımlama açısından değil, aynı zamanda kendi değer sistemimizi ölçebiirnek için bir engel edinmek ve o engelle yüzleşirken kendi değerimizi sergilemek açısından da önemlidir. Dolayısıyla düşman yoksa onu inşa etmek gereklidir. Verona’daki dazlakların kendilerini bir grup gibi görebilmek için gruplarının dışındaki herkesi düşman ilan etmekte gösterdikleri cömert esneklik de bu duruma bir örnek oluşturur. Ama bu aşamada bizi asıl ilgilendiren, bizi tehdit eden neredeyse doğal bir olgu olan düşmanın belirlenmesi değil, düşmanı üretme ve şeytaniaştırma sürecidir. 17 Cicero, In Catilinam’da (Il.

1-10) düşman imgesini tasvir etmek zorunda değildi, çünkü Catilina tertibinin kanıtıarına sahipti. Ama ikinci söylevinde senatörlere Catilina’nın arkadaşlarını tasvir edip onların ahlaki sapıklık halesini baş zanlıya aksettirirken düşmanı da yaratır: Davetlerde kamp kuran, utanmaz kadınlara sarılan, şarapla kendilerinden geçen, fazla yiyen, çiçekten taçlar takmış, yağlara bulanmış, cinsel ilişkide bulunmaktan zayıf düşmüş kişiler, dürüst vatandaşları katietmek ve şehri ateşe vermek gerektiğine dair sözler kusuyor. [. ] Gözünüzün önündeler: saçları taranmış, sakalsız veya sakalları düzgün kesilmiş, uzun kollu, ayak bileklerine kadar cüppeler giymişler, ama togaiara değil de tüllere bürünmüşler … Bu çok şirin “delikanlılar” sadece sevmeyi ve sevilmeyi, dans etmesini ve şarkı söylemesini değil, hançer ve zehir kullanmayı da öğrendi. Cicero’nun ahlakçılığının aynısını Augustinus da Paganları, Hıristiyanların tersine arenaya, tiyatroya, amfitiyatroya gitmekle ve sefahat alemleri düzenlemekle damgalarken gösterecektir. Düşmanlarımız bizden farklıdır ve bizimkilerden farklı olan adetlere göre davranırlar. Yabancılar tanım itibarıyla farklı olanlardır. Roma dönemi kabartmalarında bile Barbarlar sakallı ve yassı burunlu olarak tasvir edilmiştir ve Barbar nitelemesi de, bilindiği üzere, dil ve dolayısıyla düşünce kusuruna işaret eder. Ancak başlangıçtan itibaren düşman olarak inşa edilenler, bizim için doğrudan tehdit oluşturan farklı insanlar (örneğin Barbarlar) değil de, bizi doğrudan tehdit etmemelerine rağmen birilerinin tehditkar olarak tasvir etmeyi uygun bulduklarıdır, böylece tehditkar olmalarının farklılıklarını vurgulaması yerine, farklı olmaları tehditkar olduklannın belirtisi haline gelir. 18 Tacitus da Yahudiler hakkında şöyle der: “Bize göre kutsal olan her şey onlara göre dindışıdır ve bize göre iffetsiz olan her şey onlara göre yasaldır” (insanın aklına Anglosaksonların kurbağa yiyen Fransızlardan, Almanların da sarmısağı fazla kaçıran İtalyanlardan tiksinmeleri geliyor). Yahudiler, domuz etinden sakındıkları, ekmeklerine maya koymadıkları, yedinci gün dinlendikleri, sadece kendi aralarında evlendikleri, hijyenik veya dini kurallardan dolayı değil de “farklılıklarını vurgulamak amacıyla” sünnet oldukları, ölüleri gömdükleri ve bizim önderierimize tapmadıkları için “tuhaf’lar. Bazı gerçek adetlerin (sünnet, cumartesi günü dinlenme) ne kadar farklı olduğunu gösterdikten sonra, efsanevi adetlere (eşek imgesini kutsal sayarlar, ana babayı, çocukları, kardeşleri, anavatanı ve tanrıları hor görürler) dikkat çekerek farklılıkları daha da vurgulanabilir. Plinius Hıristiyanları suçlamak için yeterince anlamlı suçlamalar bulamaz, çünkü suç işlernek yerine kendilerini sadece erdemli eylemler yapmaya adadıklarını kabul etmek zorunda kalır. Ama imparatora kurban kesmedikleri onları yine de ölüm cezasına çarptırır, çünkü bu kadar normal ve doğal olan bir şeyi bu kadar ısrarcı bir şekilde reddetmek farklı olduklannı gösterir. Halklar arasında ilişkiler geliştikçe ise, sadece toplumumuzun dışında olup tuhaflığını uzaktan sergileyenler değil, içeride, aramızda olan (günümüzde “Avrupa Birliği dışından göçmen” adını verdiklerimiz), bizden farklı davranan veya dilimizi iyi bilmeyen yeni bir düşman türünü oluşturmaya başlarız; bu, Juvenalis’in satiderinde kurnaz, hilekar, yüzsüz ve arkadaşının büyükannesini yatağa atmayı başaran şehvet düşkünü Yunanlıdır.

Zenciler ise, farklı renklerinden dolayı herkese yabancı gelir. Encyclopaedia Britannica’nın 1798 tarihli ilk Amerikan baskısında “Zenci” başlığı altında şöyle yazılıyordu: 19 Zencilerin ten renklerinde farklı tonlar olduğu görülür: ancak hepsi, yüz hatlarıyla diğer insanlardan farklıdırlar. Dış görüntülerinin başlıca özellikleri yuvarlak yanaklar, yüksek elmacık kemikleri, biraz yüksek bir alın, kısa, geniş ve yassı burun, kalın dudaklar, küçük kulaklar, düzgün olmayan ve çirkin bir şekildir. Zenci kadınların belleri çok düşüktür, kalçaları da çok geniş olup eyere benzer. Bu talihsiz ırkın kaderi olan en belirgin kötü alışkanlıklar şöyle sıralanabilir: tembellik, ihanet, intikam, zalimlik, küstahlık, hırsızlık, yalan, müstehcenlik, sefahat, cimrilik ve ölçüsüzlüğün doğa yasalarının ilkelerini yok ettiği ve vicdanın azarlarını susturduğu söylenir. Zenciler merhamet duygularından tamamıyla yoksundur ve insanoğlunun kendi başına bırakıldığı zaman nasıl yoldan çıktığının korkunç bir örneğini teşkil eder. Zenciler çirkindir. Düşman çirkin olmalıdır, çünkü güzel olan iyi olanla özdeşleştirilir (kalokagathia) ve güzelliğin en temel özelliklerinden biri Ortaçağ’da integritas adı verilen bütünlüktür (yani o türün ortalama bir temsilcisi olmak için gerekli olan her şeye sahip olmak; dolayısıyla insanlar arasında çirkin olanlar bir uzuvları veya bir gözleri olmayanlar, boyları ortalamanın altında olanlar veya “insan dışı” bir renge sahip olanlardır). Tek gözlü dev Polyphemos’tan cüce Mime’ye kadar, düşmanı saptamak için modeller böylelikle oluşmuş olur. MS V. yüzyılda Panionlu Priscus, Attila’yı kısa boylu, geniş gövdeli ve kocaman başlı olarak tasvir eder; gözleri küçük, sakalı seyrek ve kırçıl, burnu yassı ve (en önemli özellik olarak) cildi esmerdir. Attila’nın yüzünün, bundan beş yüzyıl sonra Rudolph Glaber’in çizdiği şeytan fizyonomisine benziyor olması ilginçtir: orta boylu, ince boyunlu, solgun yüzlü, kapkara gözlü, alnı kırışık, yassı burunlu, ağzı çıkıntılı, kalın dudaklı, çenesi dar ve keskin, keçi sakallı, kulakları sivri ve kıllı, saçları dik ve dağınık, köpek dişli, kafata- 20 sı uzun, göğüs kafesi çıkıntılı, sırtı kambur (Cronache, V. 2). Henüz tanınmayan bir uygarlıkla ilk karşılaşmada da, İmparator I. Otto tarafından 968’de Byzantium’a gönderilen Cremonalı Liutprand’a göre Bizanslılar integritastan yoksundur (Konstantinopolis Elçiliğinden Rapor): Önünde durduğum Nikephoros korkunç bir yaratıktı; kocaman kafalı bir pigmeydi, gözleri o kadar küçüktü ki köstebeğe benziyordu, kısa, geniş, gür ve kırçıl sakalı onu büsbütün çirkinleştiriyordu, boynu bir parmak kalınlığında, [.

] ten rengi “gecenin bir yarısında rastlamak istemeyeceğin” bir Etiyopyalınınki gibi, göbeği şiş, kalçaları zayıf, uylukları o kısacık boyuna göre fazla uzun, baldırları kısaydı, düztabandı ve üzerinde giyrnekten eskimiş, kokmuş ve solmuş bir köylü giysisi vardı. Kötü kokulu. Düşman daima kötü kokar; Berilion da Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında ( 1915) yazdığı La polychresie de la race allemande’da [Alman Irkının Aşırı Dışkılama !htiyacı] ortalama bir Alman’ın Fransızlardan daha fazla dışkı ürettiğini ve kokusunun daha kötü olduğunu yazar. Felix Fabri’nin (XV. yüzyıl) Euagatorium in Terrae sanctae, Arabiae et Egypti peregrinationem [Kutsal Topraklar, Arabistan ve Mısır’da Hac Yolculuğu] eserinde de Sarazenler kötü kokar: Sarazenler korkunç bir koku saldıkları için sürekli olarak ve farklı şekillerde yıkanırlar; biz kötü kokmadığımız için ise bizim de onlarla beraber yıkanmamız onlar için önemli değil. Ama onlardan da kötü kokan Yahudiler konusunda o kadar hoşgörülü değiller. [ … ] Dolayısıyla kötü kokan Sarazenler, bizim gibi kötü kokmayan insanlarla beraber vakit geçirmekten mutlu oluyorlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir