Ruhunun derin keşmekeşinde homurdanarak vücuduna yayılan ürküntüyü defetmek için çırpındıkça, etrafını saran eciş-bücüş mahlûklar daha beter saldırganlaşıyorlar. Hele Davut Ağaya benzeyeni; başındaki fötr şapkayı evire çevire ve durmadan sırıtarak, “Mahvoldun,” diyor, “artık herşeyinle birlikte mahvoldun!” Kimi dev bir böcek, kimi kocaman bir akrep, kimisi de rahmetli anasının masallarından fırlamış şiş karınlı bir ejderha. Tuhaf ki, herbiri insan suretinde. Kimisini bizzat görmüş, kimisini zaman zaman İzmir’den Seyitköy’e gelen gazetelerdeki fotoğraflarından tanıyor. Sokuldukça sokuluyorlar, Kerami’yi kıstırdıkça kıstırıyorlar ve mütemadiyen de sırıtıyorlar: “Keh, keh, keh… keh, keh!” Korkuyla geriledikçe biri arkadan toslayıp orta yere fırlatıyor, ne istediklerini sordukça topyekûn gülüyorlar. Korkunç kahkahalar tenha ormanın içinde yaygaraya dönüşüyor, uğultu halinde uzun süre yankılanıyor. “Bırakın,” diyor iniltili, “yeter artık!” Birden yüzler değişiyor, hepsi Davut Ağa olup çıkıyorlar; ama gövdeler aynı. Hâlâ kimi akrep, kimi dev bir böcek, kimi de eski masallardan çıkmış şiş karınlı ejderha. “Yeter!” diyor Kerami ürkek ürkek, “Bırak!” Etrafını çevrelemiş eciş-bücüş hayvan gövdeli bütün Davut Ağalar bir ağızdan konuşuyorlar: “Yetmez!” Orman içinde yankılanıyor sesler, çatallaşıyor uzuyor, uzuyor. “Yeet-meeez-zzz!” “Ne istiyorsun benden?” Bir kahkaha, ardından yankılanan bir cevap: “Uğruna dövüştüğün herşeyi… heeer şeee-yiii!” “Yooo, yoooo, haymr!” “Vereceksin… siii-iiiin!” Gerilemeye, kaçmaya çalışıyor. “Yoo!” Davut Ağalar hep etrafında, yüzlerce, binlerce Davut Ağa; nasıl arttığını, ne zaman bu kadar çoğaldığını bilemiyor. “Hayır… hayır… haymıır!” “Vereceksin… vereceeek-siiin!” “Hayıııııır!” Çığlıklara uyanan karısı telaşla yataktan fırladı. Zifiri karanlığı el yordamıyla yara yara idare lambasını bulup yaktı. Kerami hâlâ eciş-bücüş gövdeli Davut Ağa kelleleriyle cedelleşiyor; bir yandan kıvranırken, bir yandan da kollarını rakkase gibi sallıyordu. Karısı üstüne eğildi, 8 D KÖPRÜBAŞI dürttü, uyandırdı Kerami’yi. Gözlerini açar açmaz karısının yumuşak çehresiyle karşılaşmak biraz rahatlattı onu. “Korkunçtu” diye mırıldandı. Ter içinde kalmıştı. Ağzı kupkuruydu. Günlerce taş taşımış kadar yorgun hissediyordu kendini. “Rüya mı?” diye sordu karısı. Göz kapaklarını indirip “evet” işareti yaptı: “Tıpkı gerçekten yaşamış gibiyim.” “İnşaallah hayırdır.” Elini alnında gezdiriyor, parmaklarının ucundan sevgisini, şefkatini akıtıyordu kocasının alnına. Kerami bu eli avuçladı. “Seni de uyandırdım Meryem’im, kusura kalma.” Meryem, derin bir iç çekişe tereddüdünü gömerek sordu: “Yine mi babam?” Kerami başını öne sallamakla yetindi. İyiden iyi ürkmüş görünüyordu. Kızgındı da, Davut Ağa isteyerek rüyasına giriyor gibilerden saçma bir hisse kapılmıştı. Karısını üzmekten korkmasa, babası hakkında ağzına geleni söyleyecek, içini bir güzel boşaltacaktı. Hemen her gece bir başka korkunçlukta rüyasına girip uykusunu berbat etmeye ne hakkı vardı? Son bir aydır hemen her gece… Davut Ağalı rüyaların sayısını kendisi bile unutmuştu. Karısına ilk anlattığında, “Rüya alt tarafı” demişti. “Herşey görülebilir.” Gözlerini kırpıştırarak karısına baktı. İlk gördüğü günden bugüne çok değişmişti. Geçen yıllar çehresine iz iz kazılıydı. Ama hâlâ güzeldi. Hâlâ her baktığında, ağlarsa dünya ağlayacak, gülerse dünya gülecek gibi gelirdi KeraKÖPRÜBAŞI D 9 mi’ye. Belki bundan, onu hemen hiç ağlatmamıştı. Fakat yeterince güldürebildiğini de iddia edemezdi. İstiklâl Mücâdelesinin ardından gelen yıllar zorlu mu zorluydu. Bir yanda yıkılan evler, kıraç topraklar, açlık, sefalet; diğer yanda şaşkınlık. Hem de en beterinden ümitsizliği soluk soluğa yaşamışlardı. Karı koca birbirlerine dayanarak sele kapılmaktan da, çukurlara düşmekten de kurtulmuşlardı. Ama Davut Ağadan, Davut Ağa gibilerden kurtulamıyorlardı. Kayınpederinin adını anarken bile dişleri birbirine sürtüyordu Kerâmi’nin. O adamın böyle kızı olsun, hâlâ aklına sığdıramıyordu. Biri Güney Kutbu, diğeri Kuzey Kutbu sanki; birbirine o derece zıt! Davut Ağa Millî Mücadele yıllarında menfaati için evini Yunanlılara karakol veriyor, kızı Meryem, Yunanlıların bölge işgal plânlarını çalmaya çalışan Kerami Efeye yardım ediyordu. Ve birlikte bu işi bir güzel başanyorlardı. Ağır ağır doğruldu: “Yüzümü yıkasam iyi olacak hanımım” dedi. Mutfağa yöneldi. Soğuk suyu yüzüne çarpınca geçmiş silindi gözünden, efelik günleri bir an için asırlar ötesine göçtü. Pencere önüne yürüyüp karanlığı kucaklayana kadar sürdü bu. Gece zift karasıydı. Tıpkı o geceki gibi. O gece; hani Davut Ağanın evinden bölge işgal planlarını aşırdığı gece. Doğrusu Meryem’in ve rahmetli Halime Halanın yardımı olmasaydı işi başaramazdı. Meryem’i ikinci defa görmüştü o kadar yakından, yüzyüze. Titrek kandil ışığında peri kızından farksızdı. Bir an buhar olup uçacak diye korkmuştu. Halime Hala araya girip, “Yürü” diye kolundan çekmeseydi toparlanacağı yoktu. Belki olduğu yerde saatlerce durur, peri kızının buhar olup uçmasını beklerdi. 10 ? KÖPRÜBAŞI “Yürü” denince yürümüştü, Meryem’e karşı duyduğu aşkı kalbinin bir köşesine gömmüş, vatan aşkını üste çıkararak yürümüştü. O gece plânı çalmakla kalmamış, üstelik Yunanlı yüzbaşıyı da esir almıştı. Binbaşı İzzet Bey, plânla birlikte düşman yüzbaşısını karşısında bulunca, ne şaşırmıştı ama! Kerami Efeyi nasıl tebrik edeceğini bilememiş, ellerine atılmıştı; vaktinde davranıp çekmeseydi öpecekti. Devran çoktan dönmüş, köprülerin altından azgın seller köpüre, homurdana akmıştı. Zaman zaman tereddüde kapıldığı olurdu. “Acaba Da^ vut Ağa yurduna herkesten çok hizmet etmiş de bilememiş miyiz? İddia ettiği gibi Yunanlıların işgal plânlarını da o mu ele geçirip bizim istihbaratçılara aktarmış? Gerçekten Yunanlıları göz önünde tutmak için mi evini karakol yaptırmış? Öyle ya, Millî Mücâdeleden sonra yüze çıkan Davut Ağa olduğuna göre, bizim hizmet sandıklarımız hayalden ibaret olmalı…” Zaten Kerâmi’nin yaptıklarına Davut Ağa eşkiyalık der, hep dudak bükerdi. Belki de haklıydı. Haklı olmasa Ankara’nın sayılı adamları arasına girebilir miydi? Girmişti, her zaman olduğu gibi yine işini aşırmış büyükler zümresine katılmıştı. Bugüne bugün memleketin sayılı ithalâtçılarındandı. Arada siyaset miyaset yaptığı da duyulurdu. Birkaç sene evvel Seyitköy’e “şöyle bir” uğradığında Meryem’e söylemişti bunu. “İzmir’den mebus namzediyim kızım, haberin olsun.” Kerami öfkesini tek soluğa yığdı, attı: “Senden gelecek hayrın…” Avluya çıktı. Gece zift karasıydı ya, etrafı avucunun içi gibi biliyordu. Karanlığı delik deşik ederek camiden yana KÖPRÜBAŞI D 11 baktı. Bir zamanlar caminin bitişiğinde bir medrese vardı. Yunanlılar plânı çaldırmanın çılgınlığıyla hemen ertesi gün ateşe vermişlerdi; içindeki yetmiş talebe ile hem de. Kardeşi Fatih de yanarak ölen çocukların arasındaydı. Hatırlayınca içi bir tuhaf burkuldu, gözlerine alev yığıldı, nefretle yere tükürdü. “Venizelos’un itleri!” dedi içinden. İstiklâl Mücâdelesi boyunca köy halkı, bu tek nefret cümlesine dört elle sarılmıştı. Hele Deli Hakkı, son olarak bir incir ağacından aynı cümleyi haykırırken Yunanlılar tarafından vurularak öldürülmüştü; hani o meş’um gün, medresenin ateşe verildiği gün. Hafız Murat okuturdu talebeleri, bu işi iyi de yapardı. Yanan medresenin yerine, Yunanlılar İzmir’den kovulur kovulmaz, hemen yenisini inşaya geçmişti. Amele olmuş harç yoğurmuş, taş taşımış, usta olmuş duvar örmüştü. Ve tekrar başlamıştı sıbyan okutmaya. Ama bir gün… O gün köye bir jandarma onbaşısıyla iki jandarma eri gelmişlerdi. “Bundan böyle elif-be okutulmayacak.” Bir yanlışlık var bellemişti Hafız Murat. “Nasıl olur?” diyordu. “Yunanlılar gitti ya, işgal kalktı ya, gendi memleketimizde gendi elif-be’mizi neden okutmayalım daha? Bir yanlışlık olacak!” Fukara, yanlışlık olmadığını elleri kelepçeli götürülüp, cezaevinde aylarca çile doldurmaya mahkum edildiğinde ancak anlayabilmişti. Tahliyesini müteakip tek gün kalmıştı köyünde. Sabah mıydı, öğle sonrası mı? Galiba bir öğle sonrası, vurup heybeyi sırtına; “Gayri bize yol göründü” demişti iniltili, belirsiz, “durmak olmaz.” “Nereye hocam?” demişti Kerami, ondan bes beter yılgın. “Nereye gideceksin?” “Bilir miyim Kerami kardeş, nereden bileyim? Bir yer12 . KÖPRÜBAŞI lere giderim helbet. Medrese olmayınca, okutacak çocuk kalmayınca, ezanı ezan gibi okuyamayınca, nereye gidilir? Bilir miyim kardaş, nereden bileceğim?” Eve kaçmıştı Kerami, başka tek kelime edememiş, caydırıcı tek söz söyleyememişti. Şimdi asker olan büyük oğlu Ömer beşikte idi o zamanlar, mışıl mışıl da uyuyordu. Beşiğiyle bile kaldırmış, göğsüne yaslamış, onda aramıştı teselliyi. Gözlerinde donuk yaş parıltıları saça saça; “Hafız gitti oğul!” demişti. “Gitti kızanım! Bunca hizmet vermiş adam gitti. Say ki giden köyün imamı değil, ulvî duygularımın, örfümün, an’anemin tamamı. Say ki uğruna kan akıttığım kıymetler.” Hayalinin derinliklerinden çıkagelen mazi ipi birden koptu. Son cümleyi bir daha tekrarladı, dura dura: “Say ki uğruna kan akıttığım kıymetler.” Davut Ağa da bu kıymetlerin peşine düşmüştü, öyle ya! Her gece rüyasına girecek ısrarla hep aynı şeyleri istemesi boşuna mıydı? Bir sembol müydü Davut Ağa yoksa? Bütün manevî değerlerin üstünde tepinmeye hazırlanan binlerden biri miydi yalnızca? “Efem!” Karısının yumuşacık sesiyle toparlandı, hâlâ “Efem” diyordu eski günlerin alışkanlığıyla, gülümsedi. “Hava çok sıcak da,” dedi, “serinlemek için…” Meryem kapının eşiğinde duruyordu, yanına gitti. “Olup bitenler beni ürkütüyor Meryem,” dedi, “bu toprakların her karışı bana dost, lâkin insanlar, Meryem, düşman gibi geliyor, tanımakta güçlük çekiyorum onları.” “Neden ama?” “Bilir miyim? Öyle bir karışıklık ki, bâzan niçin dövüşKÖPRÜBAŞI ? 13 tüğümü düşünüyorum. Cevap bulabilmek ne zor busen. Gözlerimin önüne şehitler geliyor. Yanımda vuruşurken bir Yunanlının kurşununa hedef olup göçen babayiğitler, son nefeslerini ‘Allah’ diyerek ‘Lâilahe illallah’ diyerek verenler. Şimdi bir başka dönem. ‘Lâilahe illallah’ yerine, Tanrıdan başka yoktur tapacak’ sesleri tırmalıyor kulaklarımızı.” Birlikte odaya döndüler. Kerami yatağın kıyısına çömeldi, başını iki yana salladı: “Ne olduğumuzu anlamaya çalışıyorum ya, nafile. ‘Din gayreti’ diye diye dövüştük, ‘Allah’ diye diye vuruştuk, şimdi ise Allah diyenlerin bileğine kelepçe geçiriyorlar. ‘Lâilahe illallah’ diyenleri ve bu inancın icabını yerine getirmek isteyenleri süründürüyorlar.” Başını ellerinin arasına hapsetti, iniltili: “Anlamıyorum,” dedi, “zorla değil ya, anlayamıyorum.” * * * Güneş alaca karanlığa ışıktan mızraklarını saplarken, Kerami karabasanı sırtlamış, öküzünü peşine takarak Tekgöz Hamdi’nin avlusuna-damlamıştı. “HamdiAğam, HamdiAğam.” Karısının zayıf silueti dineldi eşikte. “Hasta o,” dedi başını arkaya atarak, “gece boyu sayıkladı, durdu. Nazara tütsü yaptım ya, bana mısın dediği yok. Kerami oğlum, Hamdi Ağan bu sabah çifte gelemeyecek, çok hasta.” Kerami’nin dizinde derman bitti, avluda âvâre adımlarla gezinen alaca öküzüne baktı önce. “Hasta öyle mi?” dedi kendi kendine, inanmaz inanmaz, “hasta ha!” 14 ‘-‘- KÖPRÜBAŞI Inanamıyordu. Sanki bu dünyada herşey mümkündü de, bir tek Tekgöz Hamdi’nin hastalanması imkânsızdı. Bir o, başka hiçbir şey değil. Asırlık çınar gibi adamdı Tekgöz Hamdi, ya da Kerami böyle görmeye alışıktı. Açlığa da, yokluğa da, kıtlığa da meydan okumuştu. Kim bilir kaç kere dipçik altına yatmış da, gık dememişti. Günlerce yol yürüyerek efelere haber getirmiş, efelerden haber götürmüştü. “Tekgöz Hamdi Ağam hasta ha! İnanılası mıydı bu haber? Belli, geçici bir şey, şöyle azıcık üşütme filân, yoksa Tekgöz Hamdi’nin yatağa serilmesi düşünülesi değil.” “Bir görsem,” dedi sabanı sırtından indirirken, “sen alaca öküze göz kulak olur musun Hafsa Halam?” Yaşlı kadının alargasından eve girdi. Tek gözdü ev, tıpkı sahibi gibi. Hamdi Ağa ocak başındaki yatakta yatıyordu. Ateş alevdi, Hamdi Ağanın bitik yüzünde alevin gölgeleri yalpalanıyordu, bazen silik, bazen alabildiğine berrak. “Hamdi Ağam!” Başını soldan sağa, sağdan sola attı Hamdi Ağa, kurşunlaşmış göz kapaklarını kaldırdı. “Beni bu rüyalar bitirdi ki, ne bitirme,” dedi soluk soluğa. “Senin kayınbaban olacak hayâsız, her gece…” Birden sustu. İçinden gelenleri bakışlarına yığıp baktı, baktı. “Rüyana mı giriyor Ağam?” Göz kapaklarıyla “Evet” işmarı yaptı. “Eciş bücüş böceklere mi benziyor, Hamdi Ağam?” Hayret öyle bir yığılma yığıldı ki tek gözünün bebeğine, öyle fırıldaklaştırıp bakmaya durdu ki; söylediğine, söyleyeceğine pişman etti Kerami’yi, fazla heyecanlandırmakKÖPRÜBAŞI T 15 tan korktu. Gülmeye davranırken, elini alnının üstüne koydu. Mevzuyu unutmuştan gelerek, “Biraz ateşin var” dedi. “Asıl ateş içimde,” diye cevap verdi Tekgöz Hamdi, “yüreğimin yağında. Hamdi Ağanı öyle üşütmeylen felan yataklara düştü belleme, aslı faslı üzüntüdür bunun oğul, marazın incesidir ki, geçmişi teey Halife efendimizin kovulduğu günlere kadar gider. İzmir seherinde Hafsa Halacığının çarşafına taarruz edilip kolcular tarafından yırtıldığı günlere kadar gider. Dahası başımızdan fesimizin alındığı günlere kadar gider. Efe oğlum, bunlar birikti de besbelli bir şey yapamamanın acısıyla irinleşerek ciğerlerimize ince maraz oldu.” Doğrulmaya davranınca önledi Kerami, omuzlarından hafifçe basürdı yatağa: “Rahatına bak.” Tek gözünü avallaştınp acımsı güldü: “Rahatıma öyle mi? Nasılsa vatan kurtulmuş, kurtulduktan belli rahatlamak lâzım.” Ağlamaklı oldu, başını attı yan tarafa: “Vatanı kurtardık diye efeleniriz, lâkin yirmi beş şu kadar sene geçti aradan, kurtulup kurtulmadığımızı anlayabilmiş değilim. Ezanı duydun mu sabah sabah?” “Duyulmayacak gibi değil ki.” “Değil ya, Tarık Hocanın maşallahı var; tövbeler olsun, hoca demeye de dilimiz varmaz bir türlü, derken bir acıdır saplanır yaralı ciğerlerime. Neme lâzım sesi bizim Hafız Murad’mkinden daha gür, lâkin kaç para; ben şu yeni ezana ısınamadım gitti efe oğlum. Ne yeni ezana, ne de yeni hocaya ısınamadım gitti.” 16 D KÖPRÜBAŞI “Kim ısınabilmiş ki?” “Kat kat yapıp yorganı başıma sardım, duymamak ne mümkün. Hasta halimle kalkıp, şu kendine hoca süsü vermiş Avropa azması herifi gırtlağından yakalayıp, töbeler olsun… Sen misin, ‘uludur uludur’ diye uluyan diyerekten ardımsıra sürüsem ne lâzımgelir dedim. Ne çare kalkamadım bir türlü. Töbeler töbesi efe oğlum, bu nasıl rezilliktir?” Aynı duyguları taşımak olursa bu kadar olurdu. Kendisi de kaç kere Tekgöz Hamdi’nin şu söylediklerini yapmak için davranmıştı, ama işin sonunu düşünerek her seferinde caymıştı. İçi buruk buruk kabardı, gözlerinde hüsranın bulutlanışı yavaş yavaş neme dönüştü. “Hastasın Hamdi Ağam,” dedi. “Hasta olmasan da ne gelir elden sanki, ne yapılabilir? Tuttun yakasından sürükledin diyelim, bu iş biter mi, rezillik son mu bulur? Altı ay evveline kadar bir hocamız vardı değil mi? Osman Hoca, niye vurulmuş bileğine kelepçe, niye candarma nezaretinde şehre çekilmiş de dama tıkılmış? Ezanı ezan gibi okudu diye, az-buz, gizli-mizli birkaç sıbyana elif be okuttu diye. Şimdilerde hoca gibi hocayı yaşatmıyorlar işte, onları yaşatmıyorlar da şu Tarık Efendi gibilerini köylünün başına sarıyorlar. Moderin din adamı diyorlar, Avrupa usulü aydın din adamı diyorlar. Neyse Hamdi Ağam, iyileşmene bak her bi şeyin yolu bulunur. Uyu biraz, bizim evde çay olmalı, azıcık da şeker. Meryem’e haber sal, alsın gelsin. Yarına iyileşmezsen düzeriz kağnıyı, doktora gideriz.” “Çift sürme işi?” “Hallederim,” dedi kesti sözünü. “Senin kara öküzle KÖPRÜBAŞI ? 17 I t- i aramız iyi değil ya, bir yolunu bulurum. İnce maraz felan diye takma kafana, seninkisi üşütmüşlük besbelli, bir güzel terlettin mi geçer. Bana da izin gayri.” Kalkmaya davranmca umulmadık bir hamle yaptı Hamdi Ağa, Kerami’nin ellerini yakaladı, tek gözünün bütün acılarını tereddütlerini dolaştırdı gözlerinde: “Tek şey için söz istiyorum senden Efe oğul, bir tek şey için. Ölür mölürsem cenazemi Tarık denen herife bırakma he mi? Ezanı ezan gibi okuyan birini bul. Seymenler’in imamını getir, daha olmazsa Süleyman Dayı bile becerir. Tek Tarık denen adam ellemesin cenazemi, yetişir. Söz mü?” Nefes nefese başını yastığa gömdü. Söylemek istediğini en sonunda söylemişti. Öz evlâdından çokça sevdiği Kerami’yi üzme pahasına olsun söylemişti ya, rahattı. Tarık Hocanın elinde kalma korkusunu atmıştı içinden, vasiyetinin tutulacağından emindi. Yumdu gözünü. Belli belirsiz bir el işaretine fısıltısını gömdü: “Hadi git artık.” Hıçkırık sağanağını güç hal savuşturdu Kerami, gırtlağına kadar çıkmışken gerisin geri yuttu. Kalktı. “Söz,” dedi, “aynını ben de vasiyet ediyorum Hamdi Ağam, aklında tut. Kim öle kim kala hiç belli olmaz. İnşallah dönüşümde sapasağlam karşımda bulurum seni, şimdilik Mevlâma emanet ol.” Dışarı koptu. Alaca öküz gezinmesine devam ediyordu. Sahibini görünce maskaralığı tuttu, ön ayaklarıyla eşine eşine böğürdü. “Sağolasm Hafsa Hala,” dedi Tekgöz Hamdi’nin karısına, “bu durumda sizin arabayı alacağım, çaresi yok.
Yavuz Bahadiroglu – Kopru Basi
PDF Kitap İndir |